Kürkçü: Anayasa tartışmalarında Kürt sorununun yok sayılması, süreci eksik kılıyor

Ertuğrul Kürkçü, PKK’nin kararının çözüm umudunu artırdığını belirterek, “Devletin ‘Terörsüz Türkiye’ söylemi, meseleyi dar güvenlikçi çerçevede tutuyor. Yeni anayasa tartışmalarında Kürt meselesinin yok sayılması ise süreci eksik kılıyor" dedi.

ERTUĞRUL KÜRKÇÜ

Önder Apo’nun çağrısıyla başlayan ve PKK’nin silahlı mücadeleyi sonlandırmasıyla yeni bir aşamaya geçen süreci; hükümetin ve devletin yaklaşımını, bu sürecin kamuoyuna yansıtılış biçimini, Kürt sorununun çözümüne dair gelişmeleri ve yeni anayasa tartışmalarını HDP Onursal Başkanı Ertuğrul Kürkçü ile konuştuk.

PKK, son kongresinde silahları devre dışı bıraktı ve sürecin önünü açacak radikal kararlar aldı. Devlet tarafı ise bu süreci pekiştirecek mekanizmalar devreye koymak yerine, meseleyi sadece ‘Terörsüz Türkiye’ söylemiyle kamuoyuna sunuyor. Bu yaklaşım, çözüm perspektifini daraltan bir güvenlik çerçevesine sıkıştırmak anlamına gelmiyor mu? 

Elbette, bu kesin olarak böyle. İktidar, statükonun mümkün olduğu kadar az, mümkün olduğu kadar yavaş ve mümkün olduğu kadar geç değişeceği bir sürecin peşinde. Bir saatte atılabilecek bir adımın atılması, bir ay alıyor. Rejim ayaklarını sürüyor. Sonunda bir bileşkede buluşsalar da Bahçeli ve Erdoğan’ın farklı parametrelerle hareket ettikleri görülüyor.

‘İKTİDAR SAHİPLERİNİN İLİKLERİNE KADAR İŞLEMİŞ BU KONFORDAN VAZGEÇMELERİ İMKÂNSIZ’

Bahçeli, çatışmasızlığı korporatist bir devlet inşasının bir momenti olarak görürken, Erdoğan’ı asıl ilgilendiren, “Kürt Sorunu “nun demokratik ve siyasal çözümü değil; merkezinde askeri-sınai kompleksin yer aldığı, iktidarın bir sülale egemenliği şeklinde yekpare olarak muhafazasıdır.  O nedenle Erdoğan açısından, Kürt sorununda hangi adımın ne zaman atılacağı veya adım atılıp atılmayacağı, bu adımın oy olarak geri dönüp dönmeyeceğiyle veya iktidarın toplumsal desteğindeki kanamaya tampon oluşturup oluşturmayacağıyla ilgili.

Erdoğan bu sonucu, geçmişte “çözümsüzlükte ısrar”la da sağlamıştı. “Çöktürme Harekâtı” ile PKK’yi yenilgiye uğratamamıştı ama bu harekâtın merkezinde durduğu güvenlikçi stratejiyle iktidarını pekiştirebileceğini deneyimlemiş ve bundan muazzam kazançlar sağlamış bir rejimden söz ediyoruz. İktidar sahiplerinin, bunun iliklerine kadar işleyen konforundan vazgeçmeleri imkânsız.

Kaldı ki, bütün simülasyonlar bu “açılım”ın milliyetçi taban karşısında asli yükünü üstlenmiş olan MHP’nin bir sonraki seçime kadar kan kaybetmeye devam edeceğini; AKP’nin CHP’ye açtığı meydan savaşıyla birkaç puanı geri alabilse de MHP’nin gerilemeye devam ettiğini ortaya koyuyor. Bütün senaryolar, şapkadan tavşan çıkarmadıkça, “Cumhur İttifakı”nın, Anayasa değişikliği için 360 ya da 400 sandalyeyi bir araya getirmeyeceğini, iktidarı pekiştirmek veya korumak için de bu hamleden bir iktidar dinamiği üretemeyeceğini gösteriyor.

O nedenle rejimin refleksleri, bundan böyle atılması muhtemel her adımın iktidarı koruma fonksiyonu açısından test edilmesiyle daha da çok koşullu olacak. “Terörsüz Türkiye” söylemi zaten bu çerçevenin peşinen kabulüne odaklıydı.

Gücünü gelecekten değil, geçmişten alan bütün sloganlar gibi, bu formülasyon da Kürtlerin hakları için değil; tahakküm için, bütün imalarıyla birlikte, Erdoğan’ın kendisi ve sülalesinin “Çöktürme Harekatı”ndan “ebedi iktidar”a yükselişi için genel rıza üretip üretemeyeceğine bağlı olarak anlam kazanıyor ya da kaybediyor.

Meclis’te süreci yönetecek bir komisyonun kurulması tartışılıyor; MHP lideri Bahçeli ve Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş tarafından bu yönde çağrılar yapıldı. Sizce bu çağrılar bir çözüm iradesi mi, yoksa iktidarın konuyu zamana yayarak yönetme biçimi mi? 

Mevcut rejim mimarisinde TBMM, güç paylaşım sıralamasında “Cumhurbaşkanı”nın altında yer alıyor ve bu hafta Genel Kurul’dan geçen yasa değişiklikleriyle TBMM, hâlâ Cumhurbaşkanı’na yetki devrine devam ediyor.  Sonuçta TBMM, “süreç yönetmekle” ne yükümlü ne yetkili. Esasen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” denen şeyin, Saray’ın yürütme yetkisini kimseyle paylaşmaması için icat edilmiş bir ucube olduğunu akılda tutmakta yarar var. 

Kaldı ki, TBMM sonuçta sadece laf çevirmekten başka bir şey yapamayacak olsa da AKP+MHP bu lafın inşası bakımından her durumda salt çoğunluğu oluşturabiliyor. Bahçeli, Kurtulmuş başkanlığında kurulmasını önerdiği “Yeni Yüzyılın Terörsüz Türkiye Stratejisi; Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu”nun da kararlarını “salt çoğunlukla” almasını istedi. Her ne kadar Bahçeli, “TBMM’de temsil edilen 16 siyasi partinin katılımıyla […] 100 üyeden oluşması”, “her siyasi partinin en az bir üyeyle temsil edilmesi”, “grubu bulunan partilerin temsil oranına göre üye vermesini” öngörse de bütün bunlar salt çoğunluğa dayanan karar alma mekanizmasıyla komisyonu, Saray’ın öngördüğü doğrultuda işleyen bir “iç parlamento” olmaktan kurtarmayacak. 

Bununla birlikte, komisyonun çalışmaya başlaması; toplumsal muhalefet odaklarının, Kürt halkının, “çözüm” paydaşlarının ve genel kamuoyunun tartışmaya dahil olması bakımından iki yanlı bir işlev görebilir: Diktatörlük partileri bu zeminde güvenlik eksenli, ultra milliyetçi fantezilerle bezeli, intikamcı bir arka plandan beslenen bir söylemi yükseltirken, hakiki bir çözümü savsaklama ve temelli değişikliklerin önünü kapatmayı meşrulaştırmanın fırsatı olarak kullanmak isteyeceklerdir.

Buna karşılık demokratik, özgürlükçü, diktatörlük karşıtı güçler de bu platformu, pekâlâ TBMM duvarlarının üstünden topluma seslenecekleri bir kürsü ve rejimin güvenlikçi tezlerinin çürütüleceği, demokratik ve sosyal bir cumhuriyet talebinin yankılanacağı bir müzakere zemini olarak değerlendirebilirler. 

Bahçeli bu öneriyi gündeme getirirken, esasen müzakereyle sorun çözmek için bir organ oluşturmaktan çok, bir gösteri mekânı inşasını hedefliyor. Bu mekân, Bahçeli’ye rejim tabanındaki milliyetçilere; PKK’nin silah bırakması ve kendisini feshiyle toplumsal-politik uzamda oluşan boşluğun Kürtlerin siyasal temsilcilerince doldurulmadığının, kendilerini “yenik” hissetmeleri için bir neden olmadığının gösterilmesini sağlamak için lazım. 

Böylece, Kürtlerin temsilcileri dahil bütün politik aktörlerin rejim çevresinde yığılmakta olduklarına ilişkin bir büyük gösterge oluşturularak, “milli birlik beraberlik havasının” yayılması ve rejim üzerindeki basınçların emilmesiyle ilgili bu önlemler. Yani sadece “dostlar alışverişte görsün” diye önerilmiyor; ama bu zeminin Kürtlerle Türkler arasında bir “müzakere masası” olması için de önerilmiyor. 

Bununla birlikte, DEM Parti başta olmak TBMM’deki demokratik ve toplumsal muhalefet dinamikleri, bu komisyondan toplumla sahici bir diyalog için pekâlâ bir pencere açabilirler. Asıl mesele, DEM Parti’nin mesajını TBMM dışındaki toplumun geri kalanına ulaştırabileceği kanallar açmak; yandaş ve merkez medyanın ötesinde bir iletişim ve eylem sahası yaratmakta.

TBMM komisyonu eğer kurulacaksa, bu komisyonda iş görecekler dışında, DEM Parti’nin bütün TBMM grubunu ve yerel örgütlerini olan biteni topluma kendi terimleriyle taşıyabileceği ve süre gitmekte olan sosyal ve politik mücadelelerin içinde yeniden anlamlandırabileceği bir anlatı kurmaya odaklanması gerekir. 

Kamuoyu araştırmalarına ve elbette kendi deneyimlerimize, politik faaliyetimizin yansımalarına bakarak gördüğümüz; toplumun siyasal davranışlarına yön veren önceliklerin başında ekonomi geliyor, onu adalet ve hukuk, işsizlik izliyor; güvenlik (çatışma/çatışmasızlık) ve Kürt sorunu toplumsal politik gündeme bunların ardından giriyor.

‘ÇATIŞMANIN GERÇEK ÇÖZÜMÜNÜN BİR TOPLUMSAL KARŞILIĞA KAVUŞMASI OLASILIĞINDAN SÖZ ETMEK MÜMKÜN DEĞİL’

Bütün bu nedenlerle, Bahçeli’nin ‘Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu’nun sınırları içinde kalınarak çatışmanın gerçek çözümünün bir toplumsal karşılığa kavuşması olasılığından söz etmek mümkün değil. Ama yukarıda dile getirdiğim gerekçelerle bu platform, hiç yoktan iyidir. Bu, öte yandan DEM Parti’nin TBMM’de parti parti dolaşmasındansa, TBMM’nin kendisinin bir ortak zemine yönelmesine ve böylece sürecin bir sinerjiye kavuşmasına da imkân verebilir.

Yeni anayasa tartışmaları sürerken, Önder Apo’nun Türk ve Kürt birlikteliğini yeniden tanımlayan yeni bir ‘Toplumsal sözleşme’ çağrısı neden görmezden geliniyor. Kürt meselesi anayasal zemine taşınmadan ‘Yeni Anayasa’ gerçekten yeni olabilir mi? 

Bence “Yeni Anayasa” için Kürtlerin, demokratların, sosyalistlerin, ezilen sınıfların ve halkların temsilcilerinin telaş etmesinin akla yakın hiçbir nedeni yok. Mevcut politik güç denkleminde, TBMM ve Cumhurbaşkanlığına egemen olan partilerin -toplumsal alandan baskılanmadıkça, buna mecbur edilmedikçe, topyekûn bir zihniyet değişikliğinden geçmedikçe- “demokratik” bir yeni Anayasa yapımına ortak olabilmeleri, bilinen tabirle ancak “kaplanın vejetaryen olabilmesi” olasılığı kadar.

Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamayacağını bağıra bağıra bugüne gelmiş olanların, İstanbul Büyükşehir ve ilçe belediyelerine yönelik bir “çöktürme” harekâtını sürdürürlerken, Kürt yerleşim yerlerinde öz yönetime kapı açacak bir anayasa peşinde olabileceği varsayımları ne kadar inandırıcı olabilir? 

Dahası, bugün bir demokratik anayasa kapsamında dine, dile, etnisiteye, dayanmayan bir yurttaşlık tanımını tartışmak üzere başvurulması kaçınılmaz bütün referansların ifadesini “İç Tüzük”le yasaklamış bir Meclis’te böyle bir anayasanın müzakere edilebileceğini kim iddia edebilir? 

İç Tüzüğün 161’inci Maddesi’nin 3’üncü Fıkrasında açıkça ifade edildiği şekilde, TBMM’de “Türk Milleti’nin tarihine ve ortak geçmişine, Anayasa’nın ilk dört maddesinde çerçevesi çizilen Anayasal düzene hakaret etmek ve sövmek, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü esasında Anayasa’da düzenlenen idari yapısına aykırı tanımlamalar yapmak” yasaktır. 

“Hakaret” tanımının diktatoryal bağlamdaki en dar yorumunda -örneğin Türkiye’deki rejimin bir “diktatörlük” olduğuna, “ortak geçmiş”imiz kapsamında 1915-18 arasında bir “soykırım” yaşandığına, 1921-37 arasında “Kürt katliamları gerçekleştiğine” atıfta bulunmayı, “Türkiye’nin idari yapısının kolektif haklar temelinde değiştirilmesi gerektiğinden” bahis açarak demokratik yeni bir Anayasa yapımını gerekçelendirmeyi resmen yasaklayan- bir İç Tüzük varken, böyle hayallerle avunmak abesle iştigalden öteye geçebilir mi? 

Elbette bedeli göze alındığında bunların tümünü TBMM kürsülerinden dillendirmek mümkündür ve elbette TBMM’deki demokratik, devrimci ve sosyalist güçler TBMM zemininin yasaklardan arındırılmasını sağlamak amacıyla bu yordamları nasıl değerlendireceklerini tartışabilirler. Oysa TBMM’nin ve toplumun dili; bir Anayasa değişikliği gerektirmeyen, salt çoğunlukla hemen yarın çıkartılması mümkün bir yasalar dizisiyle bir anda çözülebilir. Türkiye ve Kürdistan’ın geleceğine ilişkin bütün varsayımlar derinliğine ve genişliğine tartışılabilir; toplumsal gündem berraklaşabilir.

‘BİR ANAYASA YAPMAK İSTİYORSANIZ, ÖNCE AVRUPA KONSEYİ’NİN KARARLARINI UYGULAYIN’

Hemen yarın yapılması mümkün olanlar için parmağını kıpırdatmadan, hasta tutsakları olsun özgürleştirebilecek bir iyileşmeye el atmadan ortaya atılan bir “sivil” yeni Anayasa teklifi, esasen teklif sahiplerinin gerçek bir çözümü değil, sadece Anayasa’nın Cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili maddelerini anket sonuçlarına uydurmayı hedeflediklerini ele verir. 

Gerçekten “sivil” bir Anayasa mı yapmak istiyorsunuz? Önce Avrupa Konseyi’ne dönerken üstlendiğiniz taahhütleri yerine getirin: İfade ve örgütlenme özgürlüğünü artırmaya yönelik yasal değişiklikleri, tutuklulara yönelik muamelede iyileştirmeleri ve Kürtlerin kültürel haklarının güvenceye alınmasını sağlayın. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarını uygulayın.

Bu kapsamda, neden Öcalan’ın “Kürt Sorunu”nun çözümüne yönelik sunduğu “toplumsal sözleşme” önerisi ve TBMM kanunlar-kararlar arşivinde DEP’ten bu yana yığılmış bulunan Anayasa değişikliği teklifleri yokmuş gibi davranıldığını kavramak hiç zor değil. Ancak dediğim gibi, varsın bu “komisyon” başka amaçlarla kurulmuş olsun. TBMM’ye gönderdiğimiz vekillerin, bu komisyonda kendilerini seçenlerin işitmek istedikleri kavram ve terimlerle halkların davasını gündeme getirmek üzere, öncelikle ifade özgürlüğü önündeki engelleri parçalayarak işe başlayacaklarına güveniyorum. 

CHP ve diğer muhalif partiler, Anayasa tartışmalarında güçlü, demokratik bir siyaset geliştirebilirler mi? Muhalefet, Kürt sorununda devletin sınırlarını aştı mı ya da aşabilecek mi? Bu koşullarda demokratik/sol ve değişim isteyen güçler, DEM Parti ve bileşenleri nasıl bir siyasal strateji izlemeli?

CHP’nin üzerine yönelen baskılarla son derece zorlu bir çatışmayı sürdürdüğünü ve bunlara azimle göğüs gerdiğini görüyorum. Bu mücadele; dilden, söylemden, söz dağarcığından hal ve tavra, duruşa kadar pek çok yönden CHP liderliğini, üyeleri ve tabanı değiştiriyor. 19 Mart İBB darbesinden bu yana CHP çok esaslı bir dönüşüm yaşıyor ve bu tek yanlı da değil. Direnenler, çelikleşenler, rejime diklenirken muhalefetin diğer sektörleriyle diyaloğu canlı tutma gayretinde olanlar çoğunlukta olsa da diktatörlükle iletişim arayanlar ve cephe değiştirenler de var.

Ama ben CHP’de Cumhuriyet’in, Kürtlerin ve Alevilerin haklarını kapsayarak yeniden kuruluşuna yönelik damarın kuvvetlenmekte olduğunu, Kürt halkının da bu gelişmeyi dikkat ve ilgiyle izlediğini görüyorum. CHP’lilerin de İstanbul’un orta yerinde zulmü tenlerinde yaşarken, Kürtlerin son kırk yıldır gözden ve gönülden uzak bölgelerde bunların misline ah etmeden nasıl göğüs gerdiğini daha iyi hissedebileceklerini düşünüyorum. Şimdi dayanışma zamanı. Bunları kimseye yapamazlar, yapamamalılar.

Yüz yıla yakın bir geçmişe, fikri mirasa, alışkanlık ve teamüllere yaslanan bir politik geleneğin kısa sürede kökten başkalaşmasını düşünmek hayal olur. Türkiye ve Kürdistan’ın toplumsal ve demokratik güçleri, modern sosyalist ve sosyal demokrat geleneklerin içinden doğmadı. Modern Türkiye’nin üst yapısı, devletin her şey, toplumun hiçbir şey olduğu bir siyaset geleneğinin içinde kuruldu. Ama siyaset topluma devlet kisvesiyle giderken, toplum da kırlardan kentlere, gecekondulara, siyasal partilere, sendikalara, bin yıllardan beri Anadolu ve Mezopotamya’nın sınıf mücadelelerinin içinden akıp gelen isyancı demokratik geleneklerini taşıdı.

CHP bu akış içinde bir metamorfoz geçirmeye devam ediyor. Bu Anadolu isyanı aşısı aşağıdan, küresel sosyal mücadele deneyimlerinin dersleri yukarıdan, eldeki insan malzemesiyle yoğruluyor. Bu değişime şans vermek gerekir, çünkü CHP bir varlık-yokluk meydan okumasıyla karşı karşıya. Nasıl ki diktatörlük, Nizamülmülk’ten bu yana biriktirdiği ezme-ezilme kültürünün hiçbir “kazanımını” ziyan etmeden saldırısını sürdürüyorsa, bu meydan okumaya muhatap olanlar da onu ancak tarihteki yerel ve evrensel bütün direniş ve isyan bilgisi ile kültürünü bir araya getirerek aşabilirler. Bunu onlar yapacak. Ancak kaybederlerse, herkes kaybedecek. O nedenle bu çatışmayı kenardan izlemek bizim harcımız olamaz.

Bugün, 12 Eylül 1980’den beri aralıksız süren darbeler altında çok güçlü siyasal yapılarla donanmış olmayabiliriz; ama bu isyan mirasından beslenen çok güçlü bir devrimci kültürümüz, güçlü sosyal mücadele ve dayanışma geleneklerimiz var. PKK’nin kendini feshi ve silahlı mücadeleyi geride bırakmasının, esasen Kürt halkının devrimci enerjisinin de serbestçe akışının önünü açmak gibi bir yan kazanımı oldu.

‘SON ON YILIN MUHASEBESİNİ YAPMALIYIZ’

Doğrusu, son on yıldır Türkiye ve Kürdistan faşizme teslim olmadıysa, muhalefet devam edebildiyse, bunların tamamını Kürt halkının ve Türkiye’nin toplumsal ve demokratik muhalefet dinamiklerinin tarihsel görgü ve bilgileriyle, müttefiklerini arayıp bulmalarına ve ortak yürüyüşe imkân veren söylem ile davranışlarla geliştirdikleri mevzi savaşı taktiklerine borçluyuz.

Büyük bir güvenle söyleyebiliriz: “Çöktürme saldırısı”nın sivil ve sosyo politik ayağı, esasen halkların görgü ve bilgisi, öz deneyimi, ortak akıl ve sabırla sürdürdüğü politik ısrarla kaydırıldı. 

Her şeyden önce, bu on yılın bir muhasebesini yapmalıyız. Her kritik rejim saldırısı ve çökertme teşebbüsü anında, metropollerdeki Kürt ve Türk emekçilerinin izledikleri “esnek mukabele” taktiğinin çözümlemesinin hakkını vermeliyiz. Politik güçler arası anlaşmalar çok önemli olsa da toplulukların birbirleriyle ittifak ve dayanışmasının önünü açmalıyız. 

Halkların -diktatörlükle meydan muharebesine tutuşmasalar da- onun iğvasına hiçbir zaman kapılmayan kül yutmazlığından hissemizi almalıyız. 

Bugün en önemli mesele, çatışmasızlığın diktatörlüğün tırmanması için bir imkana dönüşmesinin önünü kapatmak ve “terörsüz bir devlet” için toplumsal ve demokratik muhalefet güçlerinin ittifakının önünü açmak.