Öcalan İmralı’yı anlatıyor - XVI

“Beni İmralı Cezaevi’ne buyur eden yetmiş yaşındaki Avrupa Konseyi temsilcisi hanımcığın arkasındaki büyücü sistemi, yani kapitalist moderniteyi çözmedikçe kaderimi doğru çözemeyeceğim açıktır.”

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İmralı sistemini de Uluslararası Komplo’nun bir parçası olarak görüyor. Orayı salt bir ada cezaevi değil, kapitalist modernitenin kendisi şahsında Kürdistan halkını ve bölge halklarını hedefe koyduğu büyük saldırının dizayn ettiği bir mekan olarak değerlendiriyor. Öcalan, yazdıklarında ve görüşmelerinde bu sistemi çözümleyip anlatırken, nasıl büyük bir mücadele verdiğini de ifade ediyor.

Öcalan’ın “UYGARLIK-Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı” adıyla basımı yapılan savunmasında, komplo süreci ve İmralı gerçeği, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. 16. bölümünü paylaşıyoruz:

İMRALI’DA KARŞILAYAN KONSEY

İmralı Cezaevine götürüldüğümde beni ilk karşılayan kişi, Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi’nin başkanlık düzeyindeki temsilcisiydi. Söylediği ilk söz, “Bu cezaevinde kalacaksın, biz de Avrupa Konseyi üzerinden denetleyip bazı çözümler geliştirmeye çalışacağız” oldu. Tarihte eşi görülmemiş bir ikiyüzlülükle dostluğa ihanet edip beni ABD-CIA denetimine sokan Yunan ulus devletinin Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkileri çıkar denklemine eklenince, ‘çıplak krallar ve maskesiz tanrılar çağında’ İmralı kayalıklarına zincirlenip, efsanedeki Prometheus’a yaşatılana taş çıkartan bir kaderi yaşamaya mahkûm edildim.

İSRAİL İÇİN AÇIK VE HAZIR DEĞİLDİM

Suriye’den çıkışıma yol açan süreçteki denklem daha da çarpıcıdır. Beni Suriye’den çıkartan anlayış, özünde yine dostluk ilişkilerine yüksek değer biçmemin İsrail’in Kürt politikasıyla çelişmesine dayanır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kürt sorununun patronajlığına soyunan İsrail, şahsımda giderek etkili olmaya başlayan Kürt sorununda ikinci bir çözüm tarzına tahammül edemeyecek denli hassastı. Benim çözüm tarzım hesaplarına kesinlikle uygun düşmüyordu. Hakkını inkâr etmemeliyim; MOSSAD dolaylı yoldan beni kendi çözüm yoluna davet etti. Ama buna da ben hem ahlaken hem de siyaseten açık ve hazır değildim.

SURİYE TAKTİK İLİŞKİYİ AŞMAK İSTEMEDİ

Suriye Arap yönetimi, PKK Önderliği ile taktik yanı ağır basan bir ilişki biçimini asla aşmak istemedi. Kaldı ki, Hafız Esad önderliği ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki hegemonya çatışmasına dayalı olarak vücut bulmuştu. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan kritik bir aşamada hiçbir taktik ilişkiyi koruyacak durumda değildi. Benimle -PKK oluşumuyla- Türkiye’yi dengelerken, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin 1958’den bu yana devam eden Suriye üzerindeki tehdidine ve aşırı İsrail yanlısı eğilimine yanıt arıyordu. Bu konuda uygun araç olması PKK ile uzun süreli bir taktik ilişkiye imkân verdi. Bu ilişkinin ikinci bir Kürt politikasına yol açabileceği pek görülmek istenmiyor, bu anlamda Türk yönetimlerinin çabaları etkili olamıyordu.

ARALARINDA ANTİ PKK İTTİFAKI VAR

Bu kısa hatırlatma bile beni Suriye’den çıkartan esas gücün İsrail olduğunu gösterir. Şüphesiz ABD’nin siyasi ve Türkiye’nin askeri baskıları da bunda rol oynamıştır. Unutmamak gerekir ki, İsrail daha 1950’lerde Türkiye ile kapalı antlaşmalar içindeydi. İkinci kez 1996’da ‘anti-terör’ adı altında imzalanan ilave bir antlaşmayla ABD, İsrail ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki anti-PKK ittifakı tamamlanmış oluyordu.

KDP VE YNK’NİN İŞBİRLİĞİ

Bu sürece eklenmesi gereken diğer önemli bir faktör, ABD ve İsrail ile ilişki içindeki KDP ve YNK yönetiminin, diğer bir deyişle 1992’de oluşturulan Kürt Federe Meclisi ve yönetiminin Türkiye Cumhuriyeti ile geliştirdiği anti PKK temelindeki işbirliğiydi. Şüphesiz Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ve silahlı kuvvetleri o günün koşullarında taktik bir anlayışla hareket ediyorlardı. Ancak tarihin kendine has bir yürüyüşü vardı. Çok çeşitli algılamalar önemli gelişmeleri ortaya çıkarır. Türkiye’nin günümüzde çokça öfkelendiği bu tarihsel yanılgısı dar, bencil ve tek taraflı bir algıdan kaynaklanmaktadır.

SURİYE’DEN ÇIKMA GEREĞİNİN FARKINDAYDIM

Aleyhteki bu faktörlerin birleşmesiyle 1998’de Suriye’den çıkışım gerçekleşti. Açıkça belirtmeliyim ki, ben de Suriye’den çıkmam gerektiğinin farkındaydım. Bu alanda aşırı bir bekleme dönemi geçirdim. Kürdistan için gelişen politik çizginin çekiciliği ve stratejik düzeye çıkartmak istediğim dostluk yaklaşımım beni âdeta tutsak etmişti. Suriye yönetimi en üst düzeyde bunun sakıncasını önemle belirtmişti. Bu gerçeği itiraf etmem gerekir. Ben halen stratejik bir halklar dostluğunun önemini ve vazgeçilmezliğini savunmak durumundayım. Beni Yunanistan’a çeken anlayış da aynıydı. Yunan devletiyle olmasa da halkıyla değerli dostluk ilişkileri geliştirmek ilgimi çeken ikinci bir husustu. Klasik kültürleri ve trajik tarihleriyle alışveriş oldukça önemliydi; dostluğun gereğini dayatıcı nitelikteydi.

KÜRDİSTAN DAĞLARINA ULAŞMAK

Diğer bir çıkış yolu Kürdistan dağlarına ulaşmaktı. Daha çocukluk yıllarında bir ismim de ‘Dînê Çolê’ idi. ‘Dağ Delisi’ anlamına gelir. Fakat iki etmeni hesaplamam bu yolu ikinci plana düşürüyordu. Dağda, ülkede bulunacağım yörenin en ağır şekilde bombalanmasının kaçınılmazlığı, bunun halk ve yoldaşlar üzerinde yaratabileceği tahribatların yanı sıra ilişki darlığı dikkate alındığında, böyle bir durumda sadece askeri yolda yoğunlaşma ve tümüyle askeri yola sapış kaçınılmazdı. Öte yandan gençliğin inanılmaz eğitimsizliği ve kendilerini mutlaka eğitme gereği beni dağa çıkıştan alıkoyuyordu.

Özcesi, Türkiye’de resmi ve gayri-resmi birçok çevrenin “Sıkıştırdık, bak nasıl sonuç aldık” biçimindeki iddiası gerçeği fazla yansıtmıyor. Nitekim aynı sıkıştırma politikası, İran ve Irak üzerinde halen yoğunca denenmesine rağmen sonuç vermek yerine kör bir saplantıya yol açmıştır. Türkiye’nin Suriye ve İran ile içine girdiği taktik ilişkilerin ne tür sonuçlara gebe olduğu ise şimdiden kestirilemez. Bu ilişkiyle çok şeye gebe bir politikaya tevessül edildiği söylenebilir. ‘Ya ABD-AB-İsrail ya İran-Rusya-Çin’ ikilemi keskinleştiğinde, Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri acaba bunun ortaya çıkaracağı her sonuca katlanmaya hazırlar mı?

ŞU ANKİ ÇÖZÜM GÜCÜNE KAVUŞMAZDIM

Atina-Moskova-Roma hattında yaşadığım üç aylık maceradan çıkardığım dersler şüphesiz tarihsel değerdedir. Bu savunmamın temel kavramı olan kapitalist moderniteyi gömüldüğü bin bir zırh ve maske içinde tanıyabilmem bu macerayla direkt bağlantılıdır. Bu macera olmasaydı, bu çözümlemeleri yapmam şurada kalsın, ya klasik bir ilkel-milliyetçi ulus-devletçilikte çakılı kalacaktım ya da daha önce yaşanan yüzlerce örnekte görüldüğü gibi, hatta devlet kuranları da dahil, klasik bir sol hareket olarak kaderimi sonlandıracaktım. Kesin konuşmamayı bir sosyal bilim ilkesi olarak hep göz önünde bulunduruyorum. Ama şu anki çözüm gücüne kavuşamayacağıma dair güçlü bir sezgim var.

Benim için açıktır: Kapitalist modernitenin asıl gücü ne parasından ne de silahından kaynaklanmakta; sonuncusu ve en güçlüsü olan sosyalist ütopya da dahil, tüm ütopyaları her renge bürünen ve en değme sihirbaza taş çıkartan kendi liberalizminde boğması onun asıl gücünü oluşturmaktadır. Tüm insanlık ütopyalarını kendi liberalizminde nasıl boğduğu çözümlenmedikçe, en benim diyen düşünce ekolü bile kapitalizmle mücadele şurada kalsın, onun en iyisinden bir hizmetkârı olmaktan kurtulamaz.

ÖZGÜRLÜK ÜTOPYALARI ÜZERİNE YOĞUNLAŞMALI

Marks kadar kapitali kapsamlı çözümleyen olmamış, çok az kişi Lenin kadar devlet ve devrim üzerinde yoğunlaşmıştır. Ama bugün açığa çıkmıştır ki, çok zıddı geçinse de Marksist-Leninist gelenek kapitalizme azımsanmayacak düzeyde materyal ve anlam hediye etmiştir. Çünkü yine tarihin farklı algılar toplamı olan iradelerimizin beklentilerinin ötesinde sonuçlar doğurması çokça rastlanan bir durumdur. Bunu bir kader ve kaçınılmaz bir diyalektik ilişki olarak belirtmiyorum. Tersine, özgürlük ütopyaları üzerinde daha yoğunca durulması gerekir diye bir sonuç çıkarıyorum.

Liberalizmin tahrik ettiği birey ve toplumunu çözümleyip insanı kendi doğal mecrasına akıtmadıkça, sonuç toplumsal kanserle gelen ölüm olmaktan öteye gidemez. Bunu uzun uzun anlatacağım.

İKİNCİ EL BÜROKRATİK HİZMETLER

Şunu demeye getiriyorum: Beni İmralı Cezaevi’ne buyur eden yetmiş yaşındaki Avrupa Konseyi temsilcisi hanımcığın arkasındaki büyücü sistemi, yani kapitalist moderniteyi çözmedikçe kaderimi doğru çözemeyeceğim açıktır. Komplo süreci baştan sona kadar İsrail-ABD-AB ve çözülmüş bir Sovyet Rusya tarafından yaratılmıştır. Suriye, Yunanistan ve Türkiye Hükümetlerinin komplodaki rolü ise ikinci el bürokratik hizmetlerden öteye gidemez.

SEVİNMELERİNİN ANLAMSIZLIĞINI SÖYLEDİM

Sorgulama sürecinde Türk yetkililerine (dört temel kurumun, yani Genelkurmay İstihbaratı, Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma İstihbaratının temsilcilerine), yakalanmama sevinmelerinin anlamsız olduğunu açıkça söyledim. Alçakça ve kalleşçe bir yönteme başvurup dost ilişkisini kullanarak, eşi görülmemiş bir komployla beni uçağın içine atıp üzerime çullanmaları yiğitçe bir savaş tarzı değildir. Bu gerçek bile ABD’nin hegemonu olduğu kapitalist modernitenin ve liberalizminin ne menem bir şey olduğunu çok çarpıcı bir örnek olarak ortaya koymaktadır: Baskı ve istismarda sınır tanımayan sistem.

KÜRTLÜK İÇİN ÖLÜM FERMANI DURUYORDU

Kendi mücadele sistemimde Türk ulus-devletçiliğini tanımıyor değildim. Tek başıma da olsa, en zayıf halimle bile kendisine karşı çıkma cesaretini gösterdim. İyi mücadele ettiğimi de tanık olan herkes bilir. Bunda yadırganacak bir yan yoktur. Orta yerde duran Kürtlük için bir ölüm fermanıydı. Bu durum karşısında ya insanlığımdan ve onurumdan vazgeçmeyip direnecektim, ya da rengi ve cinsiyeti bile belli olmayan bir kölelik içinde yitip gidecektim. Bu gerçekliği tartışmıyorum, buna öfke de duymuyorum. Öfke duyduğum temel nokta, bir türlü düşünce (ideoloji) ahmaklığının önüne geçememekti. Öyle bir sistem ki, sözde insan haklarını neredeyse yere göğe sığdırmaz. Ama gerçekte olan ise, bir grup insanın hiçbir canlı sisteminde görülmeyen bir biçimde kendi öz türüne, tüm insanlığa sömürü ve savaşı dayatması; bununla da yetinmeyip, doğanın altı ve üstü de dahil tüm çevreyi zehirleyerek insanlığa sunmasıdır.

Doğduğum toplum neolitik köyün kültürel etkileriyle yüklüydü. Bu kültürde saf bir dostluk ve kalleşçe olmayan mücadele esastır. Bu duygularla büyümüştüm. Fakat tüm uygarlık süreçlerinin dışında tutulmak ve uygarlığın en olumsuz etkilerini katı bir yabancılaşma biçiminde yaşamak yetmiyormuş gibi, kapitalist moderniteyi en sert bir muhafazakâr gelenekle birleştiren şovenizmin uç sınırındaki bir etnik milliyetçilikle ulus-devlet kuşatmasına alınmak çözülmesi en zor ideolojik tahakkümdür. Buna bir de her an eli tetikte çıplak bir zor eklenince, daha doğmadan mıh gibi yere çakılma kaderin diğer adı olmaktadır.