Öcalan İmralı’yı anlatıyor - XVII

“Şahsımda dışlanan ve tek kişilik bir ada cezaevine mahkum edilmek istenen esasta özgür Kürtlüktür. Tek başıma tutulduğum İmralı Cezaevi’nde günlük olarak uygulanan politikalar sistemlidir.”

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İmralı sistemini de Uluslararası Komplo’nun bir parçası olarak görüyor. Orayı salt bir ada cezaevi değil, kapitalist modernitenin kendisi şahsında Kürdistan halkını ve bölge halklarını hedefe koyduğu büyük saldırının dizayn ettiği bir mekan olarak değerlendiriyor. Öcalan, yazdıklarında ve görüşmelerinde bu sistemi çözümleyip anlatırken, nasıl büyük bir mücadele verdiğini de ifade ediyor.

Öcalan’ın “UYGARLIK-Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı” adıyla basımı yapılan savunmasında, komplo süreci ve İmralı gerçeği, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. 17. bölümünü paylaşıyoruz:

ORTADOĞU İÇİN KÜÇÜMSENEMEZ

Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkışım öyle ahım, şahım bir direnişin sonucu değildi. Bu çıkışın nedeni birkaç dogmatik sol çözümlemeyle bağlandığımız ulusal sorunun çözümü için yeni bir yaşam alanı aramaktı. Ortadoğu’daki PKK, sistemin boşluklarından bazı sonuçlar almaktan öteye bir şansa sahip değildi. Yine de sistem karşıtı bir güç olarak varlığını sürdürme ve geliştirme istemi ve çabası, Ortadoğu için küçümsenmemesi gereken bir özelliktir.

ÖZGÜR KÜRT, EZBERLERİ BOZUYORDU

PKK’nin dağlara çıkması ve kendini kalıcı bir biçimde silahlı direnişe taşıması, doğuracağı sonuçlar bakımından önemliydi. Kürtler için ise bu durum, giderek politikleşme anlamına gelmekteydi. Klasik işbirlikçi unsurlardan kopuş, ilk defa bir özgürlük alternatifini algılanır kılmaktaydı. Ne Ortaçağ’dan kalma klasik despotik rejimler, ne de onların uzantısı sözde çağdaş ulus-devletler açısından beklenebilecek ya da kabul edilecek bir çıkış söz konusuydu. Hem Kürt işbirlikçilerin hem de bölge ulus-devletleri ve emperyalist hegemonların “PKK terörist örgüttür” dayatmasında anlaşmaları bu nedenleydi. Birey ve toplumuyla özgür Kürt hepsinin tüm ezberlerini bozmaktaydı. İslâm’ın fetihçi ideolojisiyle liberalizmin milliyetçi ideolojileri, özgür Kürtlüğü çoktan defterden silmiş olup tarih dışı saymaktaydı.

İMRALI CEZAEVİ POLİTİKASI SİSTEMATİKTİR

Şahsımda dışlanan ve tek kişilik bir ada cezaevine mahkum edilmek istenen esasta bu özgür Kürtlüktür. Tek başıma tutulduğum İmralı Cezaevi’nde günlük olarak uygulanan politikalar sistemlidir. Bunlara sadece Türk cezaevi politikaları olarak yaklaşmak önemli yanılgılara yol açar. Bu da hem Kürtler hem de Türkler için politik çözümsüzlükler ve çatışmaları beraberinde getirir.

TÜRKLÜK KENDİ ADINA SAVAŞIP BARIŞAMIYOR

Fakat şunu da çok iyi algıladım ki, Türklük ne kendi adına savaşabilir ne de barışabilir. Kapitalist modernitenin ona biçtiği rol, Türk halkı da dahil tüm Ortadoğu halklarının kapitalist sistemin baskı ve sömürüsüne açık hale getirilmesinde kaba bir jandarmalık, bekçilik ve gardiyanlık yapmasıdır. Türkiye ve Anadolu kültürlerinin hem Avrupa içinde hem de dışında sağlam kazığa bağlanması onlar için çok önemlidir. Uygulanan herhangi bir politika değildir. En inceltilmiş politikalarla stratejiler büyük oranda el altından kapsamlı ve birleşik olarak yürütülmektedir. Türkiye’nin gerek NATO gerekse AB ile ilişkileri bu bağlamda daha iyi algılanabilir.

ÖZGÜR KÜRTLÜK ÇÖZÜMÜ

Buraya kadar anlatmak istediğim hususlar bile kapitalist moderniteyi derinliğine kavramadıkça anlamlı bir savunma yapamayacağımı göstermektedir. Kuru bir hukuka dayandırılarak yapılan bir savunmanın anlam kazanamayacağı açıktır. Yüzeysel bir politik ve stratejik yaklaşım ‘yeniden yargılanma’ sürecinin örtbas edilmesinin nedenini açıklığa kavuşturamayacaktır. Yeniden yargılanma algılaması, özgür Kürtlük çözümünü açıklığa kavuşturması açısından da büyük önem taşımaktadır.

İMRALI’DAKİ YARGILAMA GÖSTERİSİ

İmralı’da gösteri niteliğindeki yargılamaya karşı ‘Demokratik Cumhuriyet’ çıkışım, AİHM’deki davaya ‘Sümer Rahip Devletinden Demokratik Uygarlığa’ ve ‘Bir Halkı Savunmak’ adı altında yaptığım kapsamlı sunumlar, özde gerçek demokrasi ve adaleti anlaşılır kılmaya çalışmaktaydı. Bu savunmalarım ise ‘kapitalist moderniteyi sorunsallaştırma ve bu modernitenin aşılması’ gereği kadar, hem demokratikleşmenin siyasi sistemini hem de onun özgürlükle bağlantısını çözüm alternatifi olarak anlam zenginliğine kavuşturmayı amaçlamaktadır. Dolayısıyla bir kez daha savunmalarımın bütünlüklü ve tamamlayıcı niteliğini ortaya koymaktadır.

SAHTE BİR HUKUK SAVUNUCUSU OLAMAZDIM

İmralı’daki ilk yargılamanın bir gösteri olduğunu söylemiştim. Gerçekten de bu süreçte hukuki savunma yapmanın koşulları yoktu. Her şey en ince detayına kadar önceden planlanmıştı. Kararın verileceği gün, seçilen baş yargıcın niteliği ve memleketinden tutun da yargılama sürecine kimlerin katılacağı, yargılama süresi ve basının (medyanın) kullanılışına kadar her şey hazırlanan planın gereklerine göre düzenlenmişti. Bu konuda ABD ve AB ile anlaşmaya varılmıştı. Bana düşen, bu durum karşısında sahte bir hukuk savunucusu olmak değildi.

POLİTİK SÜRECE KATKI

Zaten ortada hukuk diye bir şey yoktu. Aynı durum AB açısından da geçerliydi. Tüm sorun Kürt sorunu kapsamında nasıl kullanılacağıma ilişkindi. Her şey bu amaca hizmet etmeliydi! Zaten Kenya süreci baştan sona AB hukukunun çiğnenmesini ifade ediyordu. Kenya hukuku, hatta Türk hukuk sistemi bile çiğnenmişti. İdamı sürekli gündemde tutmaları davanın politik sonucuna ilişkindi. Güya korkmuştum, dolayısıyla idam tehdidinin sürekli canlı tutulması işe yarayacaktı.

Bu durum karşısında yapmam gereken, politik sürece katkı sunmaktı. Bunun için savunmaların politik mesaj niteliği önemliydi. Ayrıca yapılması gereken, olumsuz sonuçlara yol açan yanılgılara köklü yanıtlar aramaktı. Böyle yapılmaya çalışıldı. Bu süreçte tüm savunmalarıma hâkim olan anlayış bu temeldeydi. Oyuna en az alet olmak ve özgürlük mücadelesine katkı sunmak, ancak bu temelde mümkün olabilirdi.

KİRLİ PAZARLIĞIN SONUCU SKANDAL

Açıkça söylemeliyim ki, AİHM’nin tutuklanmamın hukuka aykırı olduğuna dair hüküm vereceği beklentisi içindeydim. Böylelikle adil bir yargılanma imkânı doğabilirdi. Çok açık bir haksızlıkla böyle bir karar verilmedi. Geriye kalan, mahkemenin yargılamanın adil gerçekleşmediğini söylemek zorunda olmasıydı. Zaten her şey açıkta ve seyirlik konumundaydı. Uzun süre bekledikten sonra adil yargılanmayı umut ederken, AB Konseyi’nin Türk Hükümeti ile yaptığı tek taraflı uzun görüşmeler ardından, bu kirli pazarlığın ürünü olan bir hukuk skandalıyla karşılaştık.

HUKUKİ YARGILAMA DA BİR GÖSTERİ

Bu görüşmelerde AB’nin Türkiye’den kopardığı politik tavizler karşılığında, üzerinde onlarca noktada hukuka ters düşen işlemler yapılan dosyalar, Devlet Güvenlik Mahkemelerinin kalıntısı olan Ankara 11 ve İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemeleri eliyle eskiden olduğu gibi hükme bağlandı. AB Bakanlar Komitesi’yle bu temelde uzlaşılıp dosya tekrar AİHM’e iade edildi. AİHM’in tavrı halen beklenmektedir; kendi adil yargılama kararına karşı tavrı gerçekten merak konusudur. Asıl hukuki savunmayı bu yeniden yargılama sürecinde yapmaya hazırlanırken böylece boşa çıkarıldık. Dolayısıyla hukuki yargılanma bir gösteri olmaktan öteye gidemedi.

KİRLİ UZLAŞMANIN KILIFI

Bu süreçte daha iyi anlaşılan husus PKK, şahsım ve Kürt sorununun geneli konusunda ABD, AB ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yoğun bir iletişim ve uzlaşma arayışında olduklarıdır. Türkiye geniş ekonomik tavizler karşılığında Türkiye’deki Kürt sorununu tasfiye etmeyi kararlaştırırken, Irak’taki Federe Kürt Devleti oluşumunda da şartlı bir destekleme tutumunda ısrarlıdır. Bu konularda çok yoğun görüşmelerin yapıldığı her geçen gün daha iyi açığa çıkmaktadır. ABD ile bu taviz ve uzlaşmalar zaten açıktan yürütülmüştü. Bu uzlaşmalardan en önemlisi tutuklanmam, yargısız infaz altında tutulmam, Türkiye’de Kürt sorununun tasfiyesi ve PKK’nin ‘terörist örgüt’ ilan edilmesiydi. IMF ve AB Kopenhag Kriterleri ise kirli uzlaşmanın iyi birer kılıfıydı.

KAPİTALİST MODERNİTE AB’Yİ BAĞLAMIŞ

Açıkça belirtmeliyim ki, AB kurumlarından bu denli kirli ve kuşkulu tavırlar beklemiyordum. Bu gerçekler beni AB’nin esas aldığı insan hakları ve demokratik normlar konusunda derin bir sorgulamaya itti. Bu konularda yoğunlaşmam, sorunların daha köklü olduğunu ve aşılmalarının da o denli köklü yaklaşımlar gerektirdiğini gösterdi. Şüphesiz insan hakları ve demokrasi konusunda AB ileri bir hamleye sahiptir. Bu yönüyle dünyamızın umut kapısıdır. Ama temelindeki kapitalist modernite onu adeta zincirle bağlamış olup, daha ileri hamleler yapabileceği konusunda karamsar kılmaktadır.

KÜRESEL DEMOKRATİKLEŞME ARAYIŞI

Rus devrimcileri kendi devrimlerinin zaferinin Avrupa’nın en azından bir bölümünde yaşanacak devrimlerle garanti altına alınacağını düşünüyorlardı. Bu beklentilerinin gerçekleşmediği bilinmektedir. Tersine, Avrupa liberal karşı devrimi, Sovyet Rusya’yı ve öncülük ettiği tüm sistemi kendi içinde eritti. Aynı şey günümüzdeki demokratik devrimler için de söz konusudur. Avrupa’dan beklentinin aynı sonuca yol açmaması için küresel sermayenin en gelişkin çağında küresel demokratikleşme arayışında olmak daha gerçekçi bir yoldur. Avrupa’daki demokrasi, insan hakları ve özgürlükler katkılarını ancak bu paradigma altında anlamlı kılabilir.

SAKINCALARI GÖZE ALMAK GEREKİR

Ana hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız bu gerekçeler ‘adil yargılanmanın’ neden gerçekleştirilmek istenmediğini temel kategoriler üzerinde derinliğine çözmeyi gerektirmekte, savunma gerçekliğimde daha önce işlediğim ana hususları esas kaynaklarına indirgemeyi gerekli kılmaktadır. Aşırı indirgemecilik her ne kadar algılamada ciddi yanılsamalara yol açsa da sorun modernite kaynaklı olduğundan, bu sakıncaları göze almak gerekir. Zaten çözmeye çalıştığımız ana bölümler iç bütünlüğe sahip olup, indirgemeciliğin sakıncalarını asgariye indirecektir.

ANCAK ÖZGÜRLÜK ÜTOPYALARIMIZA SARILARAK

Kapitalist modernite koşullarında ne kendim ne de öncüsü kılındığım halkımız, diğer birçok kişilik ve halk grubu için adil bir yargılanmanın gerçekleşmeyeceği anlaşılır bir husustur. Toplum içinde ve dışında sürekli savaşla beslenen bir sistemi ancak özgürlük ütopyalarımıza sarılarak, her yerde bulunan istismar ve iktidara karşı yine her yerde anlamlı direniş ve adalet odakları oluşturmakla aşabiliriz. Diğer tüm yolların yaşam için bir kısırdöngüde ömür tüketmekten öte bir sonucu, hedefi yok gibidir.

TECRİT KOŞULLARINDA SAVUNMA

Bu savunmayı İmralı Adası’nda mutlak tecrit koşullarında yazıyorum. Alışılagelen inceleme ve araştırma olanaklarım olmadığı gibi, bu tercih edeceğim bir yol da değildir. Adlarını ve eserlerini sıralamayı anlamsız bulduğum, hep birbirine katkı sunan insanlık öncüleri benim için de ana kaynaklardır. Büyük düşünce ve eylem savaşçıları -özgür yaşam için- nicelikleştirilemez. Bu yönüyle de modernitenin bilim yapılanmasına karşıyım. Hiçbir sesin ve özgür yaşam iradesinin yaşadığım tecrit koşullarındaki kadar özgürlük yanlısı ve adil olamayacağına inanarak, bu savunmamı dostça ve yoldaşça yürümesini bilmiş ve bilecek olanlara adıyorum.

Devam edecek…