Öcalan İmralı’yı anlatıyor - XX

“Avrupa’ya adım atmamla başlayan ve İmralı’ya konulmama kadar yaşanan tüm sürecin, ABD-AB işbirliğiyle planlanıp gerçekleştirildiğinden hiç kuşkuya düşmedim.”

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İmralı sistemini de Uluslararası Komplo’nun bir parçası olarak görüyor. Orayı salt bir ada cezaevi değil, kapitalist modernitenin kendisi şahsında Kürdistan halkını ve bölge halklarını hedefe koyduğu büyük saldırının dizayn ettiği bir mekan olarak değerlendiriyor. Öcalan, yazdıklarında ve görüşmelerinde bu sistemi çözümleyip anlatırken, nasıl büyük bir mücadele verdiğini de ifade ediyor.

Öcalan’ın ‘ÖZGÜRLÜK SOSYOLOJİSİ ÜZERİNE DENEME’ adıyla basımı yapılan savunmasında, komplo süreci ve İmralı gerçeği, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. 20. bölümü paylaşıyoruz:

İKTİDAR AYGITLARI BASKI DÜZENEKLERİDİR

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) hakkımda aldığı ‘yeniden yargılama kararı’ sürecine ilişkin olarak hazırlamaya çalıştığım ana savunmamın bu üçüncü büyük bölümü, ilk iki bölümün devamı olup tamamlayıcı nitelikte olacaktır. İlk iki bölümde amaçlanan, genel olarak iktidara ve kapitalist moderniteye açıklık getirmektir. Burada iktidar, insan çabası üzerine kurulu, özünde artık-ürün ve değerleri sızdırmak amacıyla inşa edilen ‘zor aygıtları’ olarak tanımlanmaktadır. Çok çeşitli biçimlerde kapsamlı olarak inşa edilen iktidar aygıtları, son tahlilde insan emeği üzerine kurulu baskı düzenekleridir.

‘Kapitalist sistem’ olarak kavramlaştırılan modernite döneminde toplum bu düzeneklerin en gelişmiş biçimleriyle karşı karşıya kalmıştır. Küreselleşme adı da verilen günümüz koşullarındaki kapitalist sistem, geliştirmek istediğimiz modelimiz içinde genel ‘dünya iktidar veya demokrasi sistemi’nin özgün bir aşamasını teşkil etmektedir.

AVRUPA MERKEZLİ UYGARLIĞIN ÇÖZÜMLENMESİ

Sadece vatandaş olarak bireylere başvuru hakkı tanıyan AİHM’nin bir ulus-üstü yargı makamı olarak kurumsal niteliğiyle Abdullah Öcalan adlı kişinin sunduğu bu tür bir savunma arasında ne tür ilişki olabilir diye sorulabilir. İlişki vardır, hem de çarpıcı olarak vardır. Daha da önemlisi, Avrupa merkezciliği esas alan uygarlık sistemi çözümlenmeden, Avrupa’nın ‘yumuşak güç’ diye tabir edilen ideoloji, siyaset ve hukuk sistemi çözümlenemez. Bu ‘yumuşak güç’ ancak Avrupa merkezli bu uygarlık sistemi çözümlenirse daha yetkince yorumlanabilecektir.

BİREYSEL VATANDAŞLIK ÖZELLİĞİ

Avrupa uygarlık sisteminin dünyanın tüm zamanlarındakinden daha yetkin olarak bir ‘dünya uygarlık sistemi’ haline geldiği sürekli göz önünde bulundurulmak durumundadır. Bu uygarlık, en önemli boyutlarından biri olarak, bireysel vatandaşlığı gerçekleştirme özelliğine de sahiptir. Birey, bireycilik ve vatandaşlık tarihin hiçbir döneminde toplum içinde bu denli anlam bulmamıştır. Toplumun birey, bireyin ‘simgesel toplum’ içinde azami ölçülerde eritildiği bir çağ (kapitalist modernite) gerçekliği ile karşı karşıyayız.

TAM BİR HUKUK İHLALİ VE SKANDALI

Dolayısıyla bu çağ gerçekliğinden kurtulmanın çok zor (ama imkAnsız değil) olduğu bir süreçte TC vatandaşı (Türkiye Cumhuriyeti üyesi) olarak inşa edilen kimliğim konusunda içine düştüğüm ‘büyük kuşkunun’, beni tarihin en ağır yargılama ve cezalandırma sistemiyle karşı karşıya getirdiği inkar edilemez. TC’nin, AİHS’yi (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi) imzalamış bir ülke olarak, AİHM’nin hakkımda aldığı ‘yeniden yargılama’ kararını kabul etmemesi ve Avrupa Konseyi’nin de buna uyarak, dosyamı yeniden AİHM’ye iade etmesi tam bir hukuk ihlali ve skandalı olmuştur.

ADİL YARGILANAMAYAN KİŞİ

İade sürecinde küçük ülkelerden birçoğu ABD’nin baskısıyla AİHM’nin bu kararına katıldıklarını bizzat itiraf etmişlerdi. Yumuşak güç tezleriyle açıkça çelişen bir ihlal söz konusuydu. Dolayısıyla tam on yıldır ‘yargılanamaz kişi’ konumuna getirilmiş bulunmaktayım. Tek kişilik bir hücre cezaevi olan Bursa-İmralı Cezaevi’nde (Marmara Denizi’nde geleneksel olarak ağır cezalara çarptırılmış hükümlülerin ölüme terk edildiği bir ada cezaevi) halen bu ‘adil yargılanamayan’ kişi konumunu sürdürmekteyim.

TC’YE BİÇİLEN ROL GARDİYANLIK

Avrupa’ya adım atmamla başlayan ve İmralı’ya konulmama kadar yaşanan tüm sürecin ABD-AB işbirliğiyle planlanıp gerçekleştirildiğinden hiç kuşkuya düşmedim. TC’ye biçilen rolün gardiyanlık olduğundan da kuşku duymadım. Çıplak gerçeklik bu iken, neden bu kadar dolambaçlı yollar denenir? Belki bu yargımı ağır bulanlar olabilir. Yalnızca NATO’nun özel emriyle 2 Şubat 1999 günü Avrupa’nın tüm havaalanlarının içinde olduğum uçağın inişine kapatılması bile bu güçlerce kaçırıldığımı ortaya koyan ikna edici bir örnek olabilir. Zaten ABD Başkanı Bill Clinton’ın temsilcisi General Galtieri’nin Kenya’ya kaçırılmamın ve orada mutlak denetim altında (Bana ait tüm mektup ve kasetlere havaalanında el konuldu) tutulup Türkiye’ye iade edilmemin, ABD ile bağlantılı olduğunu resmen ifade etmesi de bu hususu yeterince açıklayıcı niteliktedir.

YUNAN MAKAMLARININ İHANETİ AÇIKTIR

Yunanistan makamlarının (Başta Dışişleri, Milli İstihbarat ve Nairobi’deki Büyükelçiliğin bir nolu görevlileri, özel görevli Binbaşı Kalenderidis, bizzat Başbakan Simitis) akıl almaz ihanetleri ise değinme gereği duymayacağım açık gerçeklerdir.

Madem bireysel hukuk bağlamında Avrupa hukukundan yararlanmam bir haktır; o zaman neden tüm bu gizli, karanlık ve hileli yollara başvuruldu? İşin içinde ne tür pazarlıklar vardı? Kimler nelerin karşılığında pazarlık sahnesinde yer aldı? Avrupa ve ABD’nin iktidar tarihlerinde korkunç sömürge savaşlarından cadıların yakılmasına, mezhep savaşlarından ulus savaşlarına, sınıf çatışmalarından ideolojik mücadele süreçlerine kadar yaşanan tarihin en kanlı tabloları içinde benim deneyimim belki de okyanusta bir damla sayılır. Ama yine de önemlidir ve açıklanmayı gerektirir.

KÜRTLERİ TEMSİLEN YARGILANIYORUM

Öncelikle bireyi toplumsal kimliğinden soyutlama anlayışını reddettiğimi belirtmeliyim. Israrla dayatılan ‘bireysel başvuru’ hakkı asla belirtilen anlama sahip değildir. Toplum kimliğinden soyutlanmış birey tasavvuru çok ‘bilimci’ geçinen Avrupa merkezli resmi epistemolojinin bir safsatasıdır. Kaldı ki, benim dünyanın en trajik halkı konumundaki Kürtler adına yargılandığımı sağır sultan bile duymuştur, bilir.

HALKIM BU OYUNA KARŞI AYAĞA KALKTI

Kısaca dile getirdiğim bu gerekçeler bile davamın kapsamı konusunda yeterince fikir vermektedir. ABD ve AB’nin hegemonik iktidarı önderliğindeki merkezi uygarlık sisteminin gücü ne olursa olsun, kim vurduya getirilemeyeceğim açıktır. Tutuklanmam ve yargılanmamda sistemin tüm güçlerinin faal bir rol oynadığı inkar edilemez bir gerçekliktir. Kaldı ki, bu süreçte bu büyük oyuna karşı halkım bir bütün olarak ayağa kalktı. Komployu protesto etti, yüzlerce şehit verdi, saflarından binlercesi tutuklandı. Halkım davamın kendi tarihsel trajedisiyle bağını çok iyi kavradı ve kurtuluşunun bu trajediyi bozmaktan geçtiğini bilerek sahiplendi.

Bunu açıklamanın şerefli görevi ise bana düştü. En azından beş bin yıllık merkezi uygarlık sisteminin belki de en büyük zulüm ve sömürüsüne maruz kalan halk gerçekliğimize biçim veren toplumsal kimliğimi tüm yönleriyle açıklığa kavuşturmadan, davamın konusunu aydınlatamayacağım açıktır. Savunmamı bu kapsamda ele almamın vazgeçilmez kriterleri bu gerçekliklerde gizlidir. Sıkça dillendirdiğim bir deyişimi tekrarlamak durumundayım: Öyle anlar olur ki, tarih bir kişilikte yaşanır, kişilik bir tarihte yaşar! Çok acılı da geçse, bu kişilik onurunu kısmen paylaştığım inkâra gelmez.

KADERİN PAYINA DÜŞEN YENİLGİ OLACAKTIR

Başkalarından farklı olarak, bu trajik tarihin bir ‘kader kurbanı’ olmanın ötesinde rol oynamak istediğim için arkamda bu dolapların çevrildiğini çok iyi biliyorum. Onun içindir ki, bu davamın sloganını “Özgürlük Kazanacaktır” biçiminde belirledim.

Trajedi oyunlarında hep tekrarlanan kaderi özgürlük lehine bozmak, her acıyı katlanılır kılmaya yeterlidir. Davam ve dava arkadaşlarımla birlikte bu sefer adı gerçekliğin ta kendisi olan bir oyunu oynamada kaderin payına düşen yenilgi olacaktır.

Savunmamın bu bölümüne Özgürlük Sosyolojisi adını vermem bu nedenlerle anlaşılırdır. Her özgürlük adımı ancak bir deneme olabilir. Dolayısıyla Özgürlük Sosyolojisi Üzerine Deneme yerinde bir adlandırmadır.

DEMOKRATİK UYGARLIĞINI MİRASI

Şüphesiz merkezi hegemonik Avrupa uygarlığı madalyonun bir yüzünü temsil eder. Bu uygarlık daha çok artık-değer üzerine kurulu iktidar aygıtlarını ifade eder. Diğer yanı ise uygarlığın demokratik yüzüdür. Bu savunmaya temel teşkil eden fikirler demokratik uygarlığın mirasını esas almaktadır. Sokrates’ten davama kadar gelen sayısız fikir ve ahlak mücadelecisinin, halk ve komün savaşçısının mirasına büyük bir tutkuyla bağlıyım. Yapmak istediğim şey, deryada katre misali de olsa bu mirasa katkıda bulunmaktır. Kaynaklarımın ana bölümünü bu insanlık abideleri teşkil eder. Fakat onların temelinde de esas tarihsel zemin olarak beş bin yıllık Doğu bilgeliği ve demokratik duruş geleneği yer almaktadır. Bu zemin düşünülmeden evrensel insanlık tarihi yazılamayacağı gibi, günümüzün anlamlı bir değerlendirmesi de yapılamaz.

Savunmamın anafikri, tarihsel-toplumsal yürüyüşün demokratik uygarlık sisteminde daha özgürce yol kat etmesi, doğru temellerden kaynaklanan hayatın bireylerce daha iyi ve güzel yaşanmasıdır.

HER YASAĞA KÖLECE KATLANMADIM

Yazım tekniği konusunda da bazı hususları belirtmem aydınlatıcı ve bağışlatıcı olacaktır. Hücre koşullarında ancak birer kitap, dergi ve gazete bulundurma izni söz konusudur. Not almam ve alıntı yapmam mümkün olmadı. Önemli gördüğüm her hususu hafızama kaydetmem ve kişiliğime özümsetmem temel yöntemim oldu. Her yasağa kölece katlanmadım. Bu yasaklara verdiğim karşılık, evrenin bilgi deposu olan hafızamı giderek netleştirmek ve belirleyici önemi olan fikirleri başat kılmak oldu. Fakat bu yöntemin en büyük zaafı insan hafızasının unutmakla malul olmasıdır. Not alamamak bu açıdan engelleyici rol oynadı. Bu bölümü yazmaya hazırlanırken kalem yasağı da geldi. Ancak hücre cezasının onuncu gününde bu yasak kalkınca hemen yazmaya giriştim. Çünkü giderek gecikiyor, sözümü yerine getiremiyordum. Kalem yasağına verdiğim yanıt ana taslak üzerinde daha da yoğunlaşmak oldu.

Savunmamın bundan sonraki iki bölümü, ana fikirlerimin bir nevi somut alan uygulaması olarak, ‘Ortadoğu’da Uygarlık Krizi ve Demokratik Uygarlık Çözümü’ ve ‘Kürt Sorunu ve Demokratik Ulus Çözümü’ olarak tasarlanmaktadır. Belli bir ön hazırlığı olan her entelektüelin hazırlayabileceği bu bölümleri yazıya dökebilmem herhalde daha da uzun bir zaman alacaktır. Ama kaynayan Ortadoğu’da ve onun kalbi haline gelen Kürdistan’da tarihsel-toplumu çözümlemenin ışığında günceli tartışmak hayli heyecan verici ve sorumlu kılıcıdır.

Geçmiş, şimdi ve gelecek olanın adeta yeni bir Gordion kördüğümü oluşturduğu bu an’ı anti-İskender vuruşla (İskender gibi vuran, ama fiziki yanı az ve ancak gerekli olduğunda kullanan; anlamın ise belirleyici yanı teşkil ettiği güç) çözmek görevlerin en kutsalı ve başta geleni olmaktadır.

Devam edecek…