Öcalan İmralı’yı anlatıyor - XXI

“Türkiye’nin tüm hükümlü ve tutuklularına uygulanan yönetmelik, yasa ve anayasa hükümleri dışında bir rejimle yönetilmekteyim. Bu koşullara nasıl katlanabildiğime ilişkin soruya verebileceğim yanıt: Toplumsal gerçekliğimin mahkumiyetini yaşıyorum sadece."

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, İmralı sistemini de Uluslararası Komplo’nun bir parçası olarak görüyor. Orayı salt bir ada cezaevi değil, kapitalist modernitenin kendisi şahsında Kürdistan halkını ve bölge halklarını hedefe koyduğu büyük saldırının dizayn ettiği bir mekan olarak değerlendiriyor. Öcalan, yazdıklarında ve görüşmelerinde bu sistemi çözümleyip anlatırken, nasıl büyük bir mücadele verdiğini de ifade ediyor.

Öcalan’ın ‘ORTADOĞU’DA UYGARLIK KRİZİ ve DEMOKRATİK UYGARLIK ÇÖZÜMÜ’ adıyla basımı yapılan savunmasında, komplo süreci ve İmralı gerçeği, tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriliyor. 21. bölümü paylaşıyoruz:

MERKEZİ UYGARLIK KAVRAMININ DOĞRULANMASI

Evrensel insanlık tarihinde hep odak rolünü oynamış Ortadoğu kültürünü anlamadan bireyin kendini tanımlaması çok yüzeysel kalacağı gibi anlamsızlıktan kurtulamayacaktır. Farkında olmak gerekir ki, çağdaş hegemon Avrupa kültürü bile esas itibariyle Ortadoğu kültürünün bir varyantıdır. Bilimsel açıdan gelişkin bir aşamasını oluşturmasına rağmen Ortadoğu kültürü, bu kültürün önünde hâlâ kader belirleyici bir rol oynamaktan geri durmamaktadır. Günümüzde kültür veya uygarlıklar arası çatışma ve uzlaşmadan söz edildiğinde akla hemen bu iki kültürün gelmesi boşuna değildir. Bu belirlemeler bir açıdan merkezi uygarlık kavramının doğrulanması anlamına da gelmektedir.

EVRENSELDEN KAÇAMAYACAĞIMIN FARKINA VARDIM

Savunmamın bundan önceki bölümlerinde evrenseli tanımlamaya çalışmıştım. Ortadoğu kültürü ancak evrensel anlatım içinde ifadesini bulabilirdi. Kendisi zaten evrenselin ana damarıdır. Bireysel tarih ve kültür, ancak bu evrensellik içinde anlam bulabilir. Birey derken; bir şahıstan bir ulusa kadar geniş bir yelpaze içindeki tikellikleri kastediyorum. Bir birey olarak kendimi tanımlama konusunda büyük çaba harcadım. Bu çabada yoğunlaştıkça evrenselden kaçamayacağımın daha çok farkına vardım. Liberalizmin kof bireyinin eski mitolojiler kadar bile anlam bulamayacak mitik bir değer olduğundan kuşku duymuyorum. Bunun tersi olarak en katı toplumsal kolektiflerin bireyi yutma ideaları da farklı açıdan yine mitiktir. Bu noktada eski bir deyişimi tekrarlamak durumundayım. Bireyde tarihi çözümleme potansiyeli her zaman vardır. Birey tarihin ürünüdür, tarihin somut halidir, yaşıyorsa tarihin güncelidir. Tarihi elbette tarihsel-toplum anlamında kullanıyorum.

TOPLUMU ANLAYARAK İNSANLAŞMA

Tanımlamaya çalıştığım bu tarihten çıkardığım ilk ve en önemli sonuç, bir klan düzeyinde bile olsa hem dar hem de geniş anlamda mensubu olunan toplumu çözüp anlamadan insan haline gelinemeyeceğidir. Bugün inkâr ve zora dayalı asimilasyon toplumda sürekli iş başındadır. Bu da anlam yitiminin dayanağı, kaynağıdır. Bu süreçlerden geçen birey ve topluluklara olsa olsa negatif birey ve topluluklar denilebilir. Bunlara insan topluluğu demek kanımca zordur.

TOPLUMDAN KAÇMAK, ANLAMDAN KAÇMAKTIR

Gerçeğin toplumsal olduğuna dair kanım giderek güçlenmektedir. Bir kişi ancak gerçeğin toplumsal kaynağına anlam vererek, bilmenin en üst sınırına erişebilir. Bu nedenle toplumdan kaçmak anlamdan ve bilgelikten kaçmaktır. Liberalizmin ısrarla toplumdan kaçışı, hem gerçeğe yüzeysel yaklaşımıyla hem de kapitalizmin doğasındaki gerçekliğiyle, yani kapitalizmin ideolojik ifadesi olmasıyla bağlantılıdır. Kapitalizmin ve hegemonyası altındaki toplumun gittikçe daha çok reklama sarılması ve yalana başvurması yine gerçekliğin bu yönünü vurgular.

TOPLUMSAL GERÇEKLİĞİMİN MAHKUMİYETİ

Hem teorik gelişmem hem de pratik-siyasi gelişmedeki rolüm, savunma gerçekliğini geçen her süre içinde daha aydınlatıcı kılmaktadır. Mahkumiyet koşullarımın kolay olmadığı ve mahkumiyetimin kolay geçmediği iyi bilinmektedir veya bilinmek durumundadır. Bu koşullara nasıl katlanabildiğime ilişkin soruya verebileceğim ilk yanıt yine bir deyiş niteliğindedir: Toplumsal gerçekliğimin mahkumiyetini yaşıyorum sadece.

ANLAMIN ARDINDAN ÖZGÜRLÜK YÜRÜYÜŞÜ

Önümde cennet bahçeleri de açılsa, istesem de bu gerçeklik içinde özgür yaşayamayacağımın tamamen farkındayım. Aynı gerçeklik içinde yer alıp da yaşadıklarını iddia edenler, en hafif deyimiyle kendilerini yanılttıklarından emin olmalılar. Tabii toplumsal mahkumiyetin tarihsel ve güncel nedenleri uzun bir diyalektik anlatımı gerektirir. Önemli olan bu anlama varmadır. Ancak bu anlama vardıktan sonra zaman ve mekân içinde özgürlük yürüyüşüne geçebilirsiniz. İçsel olduğu kadar dışsal, bireysel olduğu kadar toplumsal bir yürüyüştür bu.

Yaşamımı sıkça sorgularken, en çok ne tür bir direniş, kaçış veya kabulleniş içinde seyrettiğime anlam vermeye çalışırım. Savunmamın bu yaşamın öyküsü olmaktan başka bir anlamının olamayacağı açıktır. Bu öykünün oldukça ilginç ve öğretici olduğu kanısındayım. Daha da önemlisi, pratikte de toplumumla birlikte gelişmektedir. Başka türlü bir özgürlük savunmasının pek mümkün olmadığı, mümkün olsa da özgürlük savunmasından farklı bir savunma değerinde olacağı kanısındayım.

MEZOPOTAMYA TÜM GERÇEKLERİN KAYNAĞIDIR

Birey ve toplum olarak Ortadoğu’nun beşiğinde, merkezi uygarlığın beşiği olan Mezopotamya’da varlık kazanmışız. Tıpkı Fırat nehri gibi akan bu uygarlık yürüyüşü, ilgimi hep arttırarak kendine yöneltmektedir. Yönelmekten bıkmıyor, sıkılmıyorum. Jeolojisi, bitkileri ve hayvanlarıyla olağanüstü bütünleşmiş Mezopotamya insanı ve toplumu açık ki tüm gerçeklerin kaynağı durumundadır. Bu gerçeklerle sadece kendimi anlamlandırmayacağım; tüm insanlığı, evrensel insanı da en yetkin konumda ve zamanlarda tanımlamış ve anlamış olacağım. Savunmanın bu bölümü daha çok gerçeğin bu yönüne hizmet etmektedir.

Firavunlar ve Nemrutların yanından kaçan, geriye dönüp direnen Musalar, İsalar ve Muhammedler’e yaklaşmak, mesajlarının özünü anlamak, almak ve vermek az önemli ve heyecanlı serüvenler olmasa gerek.

İNTİHARIN EŞİĞİNDE TUTARAK SÖMÜRÜYORLAR

Halen aynı merkezi uygarlığın büyük takibi altındayım ve bu uygarlığın tutuklusuyum. Hem bu uygarlıktan kaçıyor hem de kendisine karşı direniyorum. Hemşerim İbrahim’in Nemrut ile kavgasının öyküsünü güncellemek önemlidir. Nemrutlar ve firavunlara karşı direniş dinin de saygı duyulacak en önemli özelliğidir. Uygarlığın Avrupa aşamasından kaynaklı soykırım ve savaş da gerçeğin diğer bir yanıdır. Ulus-devlet, endüstriyalizm ve kapitalizm Ortadoğu’da doğa ve toplumu adeta intiharın eşiğinde tutarak sömürüyorlar. Yapacağım savunma bu gerçekliği de karşılamak durumundadır. Gerçeğin özü bu iken olaysal, siyasal ve bireysel anlatımlar ancak işin edebi yanının süsü olabilir.

ULUS DEVLETLERİN KÖTÜLÜĞÜ

Savunmalarımı Türklük fenomenlerine dayalı olarak geliştirmekten hep kuşku duydum. Bir bütün olarak Ortadoğu ulusallıklarının hakikat ölçülerinin, özden son derece yoksun olduğunu ve tarihsel temelden kopuk tarzda inşa edildiğini kavramak önemliydi. Ortadoğu’da biçimlenen ulus-devletler kapitalist hegemonyanın (Avrupa’nın) imalatı olmanın da ötesinde, toplumsal tarihin keskin çarpıtmalarıdır; dolayısıyla gerçeğin büyük kısmının inkârını sağlamak anlamına da gelmektedir.

AİHM VE TÜRK YARGISI KABUL ETTİ

İmralı’ya alınmamla gelişen süreç baştan sona Avrupa uygarlığının güncel resmi temsilcileri olan ABD ve AB’nin denetiminde geliştirilmiş ve sahnelenmiştir. Türklük fenomenlerine biçilen rol bu kapsamda değerlendirilirse anlam ifade eder. Öyle yapmaya çalışıyorum. AİHM, ‘yeniden yargılama’ kararına varırken, tanımlamaya çalıştığım gerçekliği zımnen kabul etmiş olmaktadır. Yeniden yargılama cesaretini göstermeyip dosyayı AB Bakanlar Konseyi’ne iade eden Türk yargısı da benzer yaklaşım içinde olup zımnen de olsa gerçeği itiraf etmektedir.

DOĞRU DÜRÜST YARGILANAMIYORUM

Bakanlar Konseyi dava dosyamı yeniden AİHM’e iade etmiş durumdadır. Dolayısıyla dava dosyam rölantiye alınmış veya boşluğa düşmüş bulunmaktadır. Bu durum, AİHM’de yeni bir dava konusu edilmiş durumdadır. Yaklaşık on yıldır ne başlangıçta düşünüldüğü gibi Roma Ceza veya İstinaf Mahkemesi’nde ne de Strasbourg’daki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde doğru dürüst yargılanabilmekteyim. Daha da vahimi, Yunanistan Hükümeti’nin (Simitis Hükümeti) tüm ulusal hukuku ve AB hukukunu çiğneyerek beni Kenya’ya kaçırmasından kaynaklanan proto-Guantanamo süreci hakim olduğu halde, hâlâ girişimleri sürdürülen Atina Mahkemesi’ndeki dava da bir türlü açılamamaktadır.

Atina İstinaf Mahkemesi, Yunanistan sınırlarına girmemin suç teşkil etmediğini, böyle yapmakla ilticadan kaynaklanan bir hakkı kullandığımı karara bağlamıştır. Bu karara göre ben hâlâ Yunanistan sınırları içinde ve Yunan hukuku kapsamında sayılmaktayım. Gerçek olan ise NATO’nun Gladio örgütlenmesi temelinde esaretle sonuçlanan muazzam bir takip sonrasında tek kişilik çok özel proto-Guantanamo İmralı Ada Cezaevi hücresinde oluşumdur. Türkiye’nin tüm hükümlü ve tutuklularına uygulanan yönetmelik, yasa ve anayasa hükümleri dışında bir rejimle yönetilmekteyim.

ASRIN HUKUK GARABETİ

Asrın bu hukuk garabetinin arkasındaki siyasal-toplumsal, dolayısıyla tarihsel ve ekonomik gerçekleri bu nedenle açımlamak durumundayım. Bir kez daha anlaşılmalı ki, şahsımda yargılanan bir tikel halk kadar evrensel tarihtir. Evrensel tarihin yürütücü gücü olan Avrupa resmi uygarlığı, kendi mahkemesinde beni gerçekleri temel alan bir biçimde yargılamaya cesaret etmelidir. AİHM, bu görevine sahip çıkmalı ve hakkımdaki kararı daha fazla geciktirmemelidir.