Alışkanlık mı akışkanlık mı?

Tüm değişim süreçlerinin zorlukları vardır. Alışılmış bir yaşam ve mücadele biçiminden başka bir mücadele biçimine evirilme olacaktır. Kuşkusuz bu durum alışkanlıkların değiştirilmesini gerektirecek.

HİWA AZAD

Alışkanlığı dogmatizm, akışkanlığı ise değişme ve gelişme olarak ele alırsak toplumsal özgürlük için hangisi tercih edilmelidir diye sormadan edemiyoruz.

Çoğu insan alışkanlığı akışkanlığa tercih eder. Alışılmış olanın verdiği güven ve konfor içinde yaşamak ister. Bu nedenle “insan alışkanlıklarının çocuğudur” der İbn-i Haldun. “Neye alışırsa doğru ve doğal olan oymuş gibi gelir ona.”

Bu durum Din ve Devletler için de böyledir. Din ve Devletler kendilerini tek gerçeklikmiş gibi topluma dayatırlar. Kendilerini toplumların zihinlerine vazgeçilmez olgularmış gibi sunarak toplum ve bireylerin düşünce dünyasını adeta işgal ederler. Din ve devlet dışında kalan tüm toplumsal form ve seçenekleri yadırgar ve yargılamaya yeltenirler.

Tarih boyunca toplumların kendilerini yönetme ihtiyacı bu ikili eliyle sürekli biçimde manipüle edilmiş ve çarpıtılmıştır. Toplumlar arasındaki ilişki ve çelişkiler iktidar aygıtlarınca hep biçimlendirilmeye çalışılmıştır. Buna mukabil farklı seçenekler olduğunu dilendiren, onun için mücadele eden sayısız düşünce akımı ve direniş hareketi ya imha edilmiş ya da teslim alınarak sisteme eklemlenmişlerdir.

Günümüz ulus-devletleri, dinciliği, milliyetçiliği ve mezhepçiliği tek gerçek seçenek gibi sunmaya çalışarak toplumsal farklılıkları yok saymaktalar. İktidar aygıtları özgür ve demokratik toplum seçeneklerini görmezden gelerek devletleşmemiş halklara teslimiyeti dayatarak, baskın ulus ve kültür içinde erimeyi tek seçenek olarak sunmaktalar. Bu anlamda tarih boyunca mevcut ulus devletler daima homojen toplumlar yaratma eğiliminde olmuştur. Homojen toplum yaratma maksadıyla halklara benzersiz acılar yaşatmışlardır.

Tekçi, mezhepçi katı ulus-devlet paradigması nedeniyle yıkılan rejimlerin yıkıntıları üzerinde yeniden aynı tekçi anlayışla devletleşmeye meyletmeye çalışanlar sanki ders alacakları bir geçmişleri yokmuş gibi bilindik alışkanlıklarla hareket ediyorlar.

Suriye devleti bu konuda en bariz örnek olarak karşımızda durmaktadır. Tekçi merkezi anlayışın neden olduğu yıkım gözler önündeyken yeniden “merkezi ulus-devlet inşa edeceğim, diğer halkları, dinleri ve mezhepleri tanımayacağım” demek yıkıcı alışkanlığın darlığına hapsolmaktır.

Yeni Suriye devleti Kürtlere, Alevilere, Dürzilere, seküler düşünen ve yaşayan topluma rağmen tekçi ve mezhepçi anlayışla inşa edilebilir mi? Tekçi, mezhepçi bir yaklaşımın yakın tarihten ders çıkartmamak olacağı açıktır. Bu anlayışın esas alınması büyük çatışmalara yol açar. Bu durum ise, Suriye halklarının ve Ortadoğu halklarının başına gelebilecek en kötü felaket olur.

Ortadoğu’da Kürt halkı ve coğrafyası dört devlet arasında bölüştürülerek Kürtler tanımsız acılara ve katliamlara maruz bırakıldılar. Tarihin yaratığı trajediye bakın ki, Kürt halkına acı ve katliam yaşatan devletlerin hiçbiri son yüzyılda huzur bulamadı. “Başka bir ulusu ezen ulus özgür olamaz” sözü kendini gerçekleştiren kehanet gibi ezen ulusları da adeta tutsak etti.

Kürt halkının en temel haklarını, özgür yaşama istemlerini insanlık dışı yol ve yöntemlerle, katliamlarla bastırmak istedikçe egemen devletler çürüdüler. Zaten kirli savaş araçları ve yöntemlerini kullanarak temiz kalmak varlığın doğasına aykırıdır.

Başta Türk devleti olmak üzere Kürt halkını ezmek isteyen İran, Suriye ve Irak devletlerinin içinde bulundukları krizli durumun nedeni Kürt halkına ve diğer halklara karşı uyguladıkları baskılardır. Demokrasi ve özgürlüklerden Kürt halkı da yararlanacak endişesiyle adına devlet kurdukları halklarını bile özgürlüklerden mahrum bıraktılar. Sonuç itibariyle “ihtişamıyla” övündükleri devletleri ahlaki olarak yozlaşmış, toplumsal olarak çürümüş, ekonomik olarak çökme noktasına gelmiştir.

Peki bu devletler kendilerini demokrasiye duyarlı hale getirerek söz konusu sistemsel krizlerini aşabilecekler mi, yoksa çökene dek bu alışkanlıklarını sürdürecekler mi?

Irak ve Suriye’deki BAAS partisi çürüyüp yıkılıncaya kadar tekçi, mezhepçi ulus-devlet alışkanlıklarında ısrar etiler.

Türkiye ve İran devletlerinin bu yakın tarihten ders almadıkları görülüyor. Demokratik değişim ve dönüşüm seçeneğine yanaşmamaktadırlar.

Önder Apo katı ulus devlet anlayışını aşmak, Türk devletini Kürtlerle barış yapmaya zorlamak için “tarihsel sorumluluğu üzerime alıyorum” diyerek yeni bir süreç başlattı. Devleti demokratik temelde değişime teşvik ederek, Kürt sorununu demokratik toplum paradigması temelinde çözmenin olanaklarını oluşturmaya çalışıyor.

Bunu başarabilmek için değişimi kendinden başlatıyor. Adeta önce kendimi değiştirerek sizleri de değişime uğratacağım demek istiyor. Bu temelde 27 Şubat çağrısını yaptı. PKK‘nin feshedilmesiyle Kürdistan özgürlük mücadelesini yeni bir boyuta taşıyacağını ilan etti. Kürdistan Özgürlük mücadelesi farklı yol, yöntem ve araçlarla sürdürülmeye devam edecek. Bu bir değişim önerisi, bir seçenek, demokratik bir seçenek. Sadece savaşmaya ve birbirimizi yok etmeye mahkûm değiliz önermesidir. Demokratik alanda halkların kendilerini özgürce ifade edip örgütleyebildikleri, yönetip yaşayabilecekleri imkanları yaratılarak özgürlük ve güvenlik sağlanabilir. Devlet demokrasiye duyarlı hale getirilirse tüm toplumsal sorunlar demokratik ilkeler temelinde çözüm imkanına kavuşmuş olacaktır.

Aksi taktirde savaş ve çatışma durumu tekrar kaçınılmaz hale gelecektir ki özgür yaşam istemiyle Kürt halkı mücadelesini başarıya ulaştırmak için farklı seçenekleri değerlendirmekten kaçınmayacaktır. 

Tüm değişim süreçlerinin zorlukları vardır. Alışılmış bir yaşam ve mücadele biçiminden başka bir mücadele biçimine evirilme olacaktır. Kuşkusuz bu durum alışkanlıkların değiştirilmesini gerektirecek. Belki de herkesi en çok zorlayacak olan süregelen alışkanlıkların değiştirilmesi olacak. Bu sadece Kürtler için değil Türk devleti için de geçerli olacak. Sadece Kürtler alışkanlıkların değiştirmeyecek, Türk devleti de yeni mücadele yöntemi karşısında kendini değiştirmek durumunda kalacak. Etki-Tepki yasasından hareketle söylersek, etkileyenin tavırları değiştiğinde tepkileşenin de tavırlarında bir değişimi meydana gelecektir.

Kuşkusuz bu kolay olmayacaktır. Alışılmış olanın dışına çıkmak, güvenli limanlardan ayrılmak, fırtınalı denizlerde yol almak, yeni yerler, yeni yollar keşfetmek, dünyanın türlü zenginliklerini deneyimlemek maceracı hayalperest insanların işi olarak görülmüştür. Ne enteresandır ki, dünyaya yön veren tüm büyük değişimler aykırı görülen bu insanların düşünce ve deneyimleri neticesinde meydana gelmiştir.

Toplumlar alıştıkları şeylerden kolay vazgeçmezler. Yaşama ve çalışma rutinlerini edindikleri alışkanlıklar üzerine kurarlar. Çünkü alışılan şeyler insanların eylemlerinde ve söylemlerinde bir rahatlık yaratır. Alışkanlıklar bağımlılık yapar, insanlara sürekli biçimde bildiklerini tekrarlatır.

Hareket ve akışkanlık varlıkları diri tutar, onları yeniler ve çürümelerini engeller. Suyun kirlenmeden temiz kalmasının sırrı sürekli akması ve kendini yenilemesidir. Akan su kendini hep kirden arındırır. Durgun suların ise bir süre sonra kirlenerek, kokuşacağını herkes bilir.

Elbette değişeceğiz, değiştikçe değiştireceğiz. Ulus-devletlerin elinden Kürtleri yok sayma gerekçelerini alırken, var oluş ve özgür yaşama dair mücadelemizi daha çok büyüteceğiz. “Hiçbir devlet Kürtleri inkar etme gücünü ve kudretini kendinde göremeyecek.”

Varlığını koruma ve özgürlüğünü sağlama kararlılığı Kürt halkını Ortadoğu’da önemli bir aktör haline getirmiştir.

Kürt halkı Ortadoğu’da demokratik değişim ve dönüşümün dinamosu olduğu kadar yeni oluşumların da etkin aktörü konumundadır. Ortadoğu’daki halklar, devletler ve siyasal sistemler Kürt halkının özgür varlığıyla demokratik değerlerle buluşacaklardır.