Batı Kürdistan için karar anı - Cahit Mervan

Batı Kürdistan için karar anı - Cahit Mervan

Suriye’de 15 Mart 2011’de iç savaş başladığı zaman, Kürtlerin ilk yaptığı şey bu savaştan mümkün olduğunca uzak durmak ve olası dış saldırılara karşı kendilerini korumak oldu. Kürtler arzu etmedikleri halde kendilerini savunmak için silahlanmak zorunda kaldılar. İlk başlarda küçük savunma grupları oluşturdular.

Hatırlamakta yarar var. Türkiye, Baas rejimine karşı savaşan grupları silahlandırırken, onlara her türlü askeri-politik-istihbarat desteğini sunarken, Kürtlerin kendi savunma güçlerini oluşturmalarına şiddetle karşı çıkıyordu. Batı Kürdistan halkının en örgütlü ve devrimci gücü PYD’yi bir öcü gibi gösteriyor, yalan ve yanlış bir yığın haber yayarak yıpratmaya çalışıyordu. Türk ekranlarına davet ettiği ‘eski bir genel sekreter’ aracılığıyla da sözüm ona PKK’nin bu ‘parçaya’ iki bin silahlı güç kaydırdığını bir korku filmi gibi yaymaya çalışıyordu.

Türk devletinin Batı Kürdistan halkını izole, tecrit ve kuşatma politikası tutmadı.  Baas rejiminin iç savaştaki yorgunluğu ve çaresizliği Batı Kürdistan’da erken bir devrimin patlamasına neden oldu. Kürtler çokta hazır olmadıkları halde peş peşe yaşadıkları şehir, kasaba ve köyleri rejimin kolluk kuvvetlerinden arındırdılar. Bu tarihin tanıdığı en kansız devrimlerden birisiydi.

BATI KÜRDİSTAN’I HAZMEDEMEYEN İKİ UÇ

Garip olan ise her türlü devrime övgüler yağdıranlar, onları yere-göğe sığdırmakta zorlananlar Batı Kürdistan devrimini karalamayı sürdürdüler. Ona burun büktüler. Adeta küçümsediler. Türk solunun iflah olmaz Kürt karşıtı kanadıyla, gece-gündüz bağımsızlıktan bahseden, ama bunun için  otel lobilerinde toplu yemek yemekten ve ’coşkuyla halay çekmekten’ başka hiçbir zahmete katlanmayan keskin ‘Kürt milliyetçileri’ aynı dalga boyunda buluştular.

Birinci gruba göre, Kürtlerin kendi ülkelerinde kendilerini yönetmeleri için giriştikleri kansız devrim aslında ‘emperyalizmin bir oyunuydu.’  Bizim sözde Kürt milliyetçilerimize göre ise, PKK Batı Kürdistan’ı Baas güçlerinden arındırarak orada bir diktatörlük kurmak istiyordu! Onlara göre Kürtlere PKK veya onun ekseninde duran parti öncülük etmesin, kim ederse etsin. Halbuki bu kesimler 2003 yılında Saddam rejimi çökerken ideolojik olarak ‘bir Kürdistan kurulsun da kim kurarsa kursun, nasıl olursa olsun’ diye mangalda kül bırakmıyorlardı.

Ancak bu iki zıt kutupta yer alan ve Batı Kürdistan devrimine düşmanlıkta birleşen ‘güçlerin’ ne iddiaları, ne de öngörüleri doğru çıktı.

KÜRDİSTAN HALKININ BİRLİĞİ DEVRİMİN GÜVENCESİDİR

Kürdistan’ın bütün parçalarının özgürlüğünde sayısız katkı ve emek sahibi olan Rojava Devrimi, her şeyden önce ‘emperyalizmin’ veya Suriye’ye karşı askeri bir işgal harekatının  bir parçası olmadı. Aksine bir durum ortaya çıkardı. Devrimin varlığı Türkiye’nin Suriye topraklarında bir tampon bölge oluşturma fikrini boşluğa itti. Türkiye’nin bin kilometreye varan sınırlarından askeri bir işgal operasyonunu neredeyse manasız ve anlamsız kıldı.

İkincisi ve belki de en önemlisi Baas ve çetelerden kurtarılan, özgürleştirilen hiçbir şehir, kasaba, köy veya yerleşim yerinde o kara propaganda da anlatıldığı gibi bir diktatörlük kurulmadı. Aksine Devrim Kürt parti, grup ve hareketleri yakınlaştırdı. Bunun sonucu olarak Hewler’de Federal Kürdistan Bölge başkanlığının girişimiyle yapılan toplantıda ortak mutabakata varıldı. Kürt Yüksek Konseyi kuruldu.

Bu, Batı Kürdistan devrimi açısından tarihi öneme sahip bir adımdı. Rejim ve çetelerle işbirliğini sürdüren bazı gruplar hariç, herkes Kürt Yüksek Konseyi’ni tanıdı. Aslında bu adım Kürdistan’ın geleceği ve kaderi açısından son derece  önemli iki politik akımın -PKK ve PDK çizgisinin- ilk kez ortak bir konseyde bir araya gelmesi açısından da tarihi bir öneme sahipti. 

YPG DIŞINDA SİLAHLI GÜÇ OLUŞTURMAK İÇ ÇATIŞMAYA DAVETİYEDİR

Kürt Konseyi’nde her ne kadar gruplar, küçüklüğü ve büyüklüğüne, temsil ettikleri kitle yapısına bakılmaksızın eşit şekilde temsil edildiyseler de, bu ‘eşitlik’ sahada sağlanamadı. Sağlanamazdı da. Bu eşyanın tabiatına aykırı olurdu.

Buna rağmen PYD en büyük ve en aktif politik güç olarak konseyin önemli bir bileşeni oldu. Ve YPG güçleri de konsey kararlarını kendileri için bağlayıcı özellik taşıdığını deklere etti.  Bütün savunma güçlerinin birleştirilmesi ve tek çatı altında toplanması çağrısını yaptı. Aslında benzeri bir çağrıda KDP ve YNK çevrelerinden geldi.

Kürt Yüksek Konseyi hem YPG’yi meşru bir savunma gücü olarak kabul etti. Hem de tüm silahlı savunma güçlerinin YPG çatısı altında birleşmesi için çağrı yaptı. Ayrıca asayiş için ise, ortak bir eş güdüm komitesi kurdu.  

YPG Kobani, Afrin, Serekaniyê, Halep ve daha birçok yerde hem Baas güçlerine karşı, hem de esas olarak Türk istihbarat servislerinin eğittiği, yönlendirdiği ve kullandığı çetelere karşı gösterdiği direnişle Batı Kürdistan halkının gerçek ve tek savunma gücü olduğunu ispatladı. Hatta yer yer örneğin Hemit Derwêş’in lideri olduğu Suriye Kürtleri İlerici Demokrat Partisi militanları da YPG güçleriyle aynı cephede omuz omuza Kürtleri savunma savaşında yer aldılar.  

YPG her ne kadar PYD’nin askeri kanadı olarak ortaya çıksa da çok kısa bir zaman içinde, bütün Batı Kürdistan’ın savunma gücü olarak şekillenmeye başladı. Bir anlamda politik güçlerde bu durumu makul ve kabul edilebilir buldular.

Çünkü herkes çok iyi biliyor ki politik ve özellikle de bu koşullarda savunma güçlerindeki çok başlılık ve dağınıklık daha sonra telafisi mümkün olmayan sonuçlar ortaya çıkarabilir. Kaldı ki kural ve kaidenin olmadığı, herkesin gelişigüzel silahlandığı, eldeki silahın devrimi değil de grup ve parti çıkarlarını, hatta şahsi çıkarları koruyup kolladığı bir ortamda devrim filan olmaz. Var olan devrimde yıkılmaktan ve kazanımlarını kaybetmekten kurtulmaz.

Bu nedenle bazı kesimler için ‘şaşırtıcı’ ve ‘anti-demokratik’ görünse de Batı Kürdistan’da tek merkezli ve tek yapılı bir savunma gücü olmak zorundadır. Bu alandaki çok başlılık potansiyel olarak iç çatışma riskini beraberinde getirmektedir.  Bu alanda ‘çokluğu’ önermek demokrasi ile alakalı bir şey değildir. Hiçbir ülkede çok başlı bir savunma gücü yoktur.

Örneğin bu çok başlı savunma ve askeri güçten dolayı Güney Kürdistan halkının yaşadığı dram ve acılar hala tazedir. Bugün hala bu parçada ‘de facto’ bir devlet yapılanması olmasına rağmen Peşmerge güçleri istenilen düzeyde ortak bir savunma gücüne dönüşmüş değildir.

ROJAVA İÇİN TEHLİKE SONA ERMİŞ DEĞİL

Kaldı ki Batı Kürdistan devrimi önemli kazanımlar ortaya çıkarmış olsa da, halen işin başındadır. Halkın ve devrimin geleceği açısından tehlike bitmiş ve sona ermiş değil. Şimdi daha büyük tehlikelerle karşı karşıyadır.

Her şeyden önce Suriye’nin geleceği belirsizdir. Son dönemde Washington-Moskova arasında varılan uzlaşma, bu konuda bir fikir sunsa da tarafların halen üzerinde anlaşılmış oldukları bir yol haritası gözükmüyor.  Kahire, Madrid, Amman ve en son İstanbul toplantısına rağmen çok umut bağlanan 2. Cenevre Konferansı’nın ne zaman toplanacağı kesinlik kazanmadı.

Görünüşe bakılırsa ilk kez Suriye’de direkt veya dolaylı çatışan, daha doğrusu savaşan güçler Cenevre’de bir araya gelecekler. Bunun için yoğun bir ‘çabanın’ gösterildiği gözden kaçmıyor.  Beşar Esat yönetimi de Cenevre Konferansı’na katılmak için yeşil ışık yakmış durumda.  Başından itibaren Baas rejimini destekleyen Rusya, Çin ve hatta İran katı tutumunu değiştirmiş görünüyor. Cenevre’de yapılacak olan konferansa en azından karşı çıkılmıyor.

Ancak ABD öncülüklü bu konferansın toplanması, şu an yumuşayan havaya rağmen gerçekleşme, gerçekleşirse dahi sorunu çözme şansı o kadar kesin gözükmüyor. Çünkü tarafların çözümden anladığı şey çok farklı. Kürtlerin ise çok daha farklı.

Kürtler kendi yaşadıkları topraklarda kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Bunun için Suriye’nin siyasi birliği içinde demokratik ve çoğulcu bir yapılanma arzu ediyorlar. Bu herkesin kabul ettiği bir durum değil. Baas rejiminin tutumu biliniyor. O hiçbir dönemde Kürtlerin haklarını tanıyan bir tutum içinde olmadı.  Bundan sonra da olması beklenmiyor. Bazılarının iddia ettiği gibi bugün ortaya çıkan kazanımlar Baas rejimiyle danışıklı bir dövüşün sonucu değil. Etle-tırnakla, emekle kazanılan büyük bir direnişin sonucudur.  Bu nedenle herkesin buna saygı duymasında sayısız yarar var.

İkincisi, dünyanın Batı Kürdistan’a artan ilgi ve alakasına rağmen Suriye muhalefeti hala Kürt gerçeğini tüm boyutlarıyla kabul etmeye yanaşmamaktadır. Suriye muhalefetinin ilk baştaki tutumunu terk etmiş olması sevindiricidir.

En son Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan toplantıya Yüksek Kürt Konseyi’nin katılmış olması olumlu bir adımdır.  Kulislerden sızan bilgiye göre PYD Eşbaşkanı Salih Müslim’in Türkiye’nin Kahire Büyükelçisi ile görüştüğü haberi bu olumlu daire içinde ele alınmalıdır.

Ayrıca yaptığı gerçek ve objektif haberlerle, yazı ve yorumlarıyla dikkat çeken gazeteci arkadaşımız Seyit Evran’ın  Özgür Suriye Ordusu Askeri Konsey Başkanı Mustafa Şêx ile yaptığı söyleşi oldukça önemlidir. İlk kez bu düzeyde askeri bir yetkili “Kürtler bu toprakların sahipleridir ve bütün haklarını eksiksiz almaları gerekiyor” demesi tarihi önemdedir. Bu açıklama Kürtlerle yeni bir ittifak arayışının da dışa vurumudur. Olumludur.

Ancak tüm bu gelişmeler Kürtlerin her alanda birliklerini zayıflatmayı değil, güçlendirmeyi zorunlu kılıyor. Yani Kürt Yüksek Konseyi’nin Batı Kürdistan halkının tek meşru temsilcisi olduğu, asayişin bu konseye bağlı olması gerektiği ve YPG’in tek meşru savunma gücü olduğu gerçeği her zamankinden daha önemli hale geliyor.

Her türlü bölücülük, siyasi ve askeri alanda grupçuluk, Kürt Yüksek Konseyi’nin bilgisi ve onayı olmadan oluşturulmaya çalışılan silahlı gruplar sadece devrimin kazanımlarını tehlikeye atmıyor; bir bütün olarak Batı Kürdistan halkının can ve mal güvenliğini tehlikeye atıyor. Bu bölgede istikrar istemeyen bölgesel ve uluslararası güçlere uygun provokasyon zemini sunuyor.

Şimdi karar zamanıdır. Ya devrim ileriye taşınacak ve bu süreç Batı Kürdistan halkının özgürlük ve demokratik inşasıyla taçlanacak. Ya da süreç kaybedilecek. İç çatışma ve kaos yaşanacak. Kardeş kanı akacak.