Benlisoy: AKP savaş yaparak despotik bir rejim inşa ediyor

Foti Benlisoy, Kürdistan kentlerine dönük abluka ve kolektif cezalandırma siyasetinin, ‘tek adam’ ya da partinin iktidara tutunma hedefinin ötesinde olduğuna dikkat çekti.

Foti Benlisoy, Kürdistan kentlerine dönük abluka ve kolektif cezalandırma siyasetinin, ‘tek adam’ ya da partinin iktidara tutunma hedefinin ötesinde olduğuna dikkat çekti. Bu katliamların Kürt ulusal kimliğinin inşası sürecinin vardığı aşama ve Kürtleri bölünmüş tutan devlet sisteminin çözülmesi gibi, devlet politikasını belirleyen ‘yapısal-tarihsel’ koşullarla alakalı bir durum olduğunu belirtti.

Erdoğan’ın içerde ve dışarıda savaş yaparak despotik bir rejim inşa ettiğini ifade eden Benlisoy, AKP hükümetinin karakterinin savaş aracılığıyla ve savaş yoluyla belirlendiğini vurguladı.

Benlisoy, Cizre, Sur ve Nusaybin başta olmak üzere bir çok kentte yaşanan katliamlara Türkiye’nin Batısındaki suskunluğun nedeninin genel geçer bir vicdansızlıkla açıklanamayacağını belirterek, “Önce savaşın ‘bu ülkede’ değil de başka bir ülkede, daha teknik tabirle ‘dahili sömürgemizde’ cereyan ettiğini kabul etmeliyiz. Bu kabulle birlikte savaş karşıtı tepkilerin neden bunca cılız olduğunu anlayabiliriz” dedi.

Kürdistan kentlerinde yaşanan katliamları, AKP’nin iç ve dış politikasını, ülkedeki faşizm semptomlarını ve yaşanan katliamlara Türkiye’nin Batısının sessizliğini yazar Foti Benlisoy ile konuştuk.

Kürdistan kentlerindeki askeri operasyonlar, katliamlar ve geride yıkık bir kent bırakılarak bitirilmesini devletin nasıl bir psikolojide olduğunu gösteriyor. Nasıl okumak lazım bu durumu?

Kürt ulusal kimliğinin inşası sürecinin artık geri dönülemez bir noktaya varmış olması (Çek tarihçi Miroslav Hroch’un terminolojisiyle C aşamasına, yani ulusal hareketin kitleselleşmesi ve yaygınlaşması aşamasına gelmiş olması) karşısında devletin verdiği tepkilerin, geçen yüzyıl başında Ermeni ya da Bulgar ulusal inşa süreçleri karşısında söz konusu olan beka kaygısını ürkütücü derecede hatırlatıyor olması bu anlamda tesadüf değil. Davutoğlu’nun geçenlerde yaptığı vahim “Ruslarla işbirliği yapan Ermeni çeteleri” benzetmesini hatırlamak yeter. Türk milliyetçiliği, Osmanlı İmparatorluğu’nun son devrinde, “millet-i hâkime” konumunun yitiriliyor oluşunun yarattığı bir özgüven bunalımı atmosferine reaksiyon olarak doğar. Yeni Şafak ya da Star yazarlarını okuduğunuzda o reaksiyonun, o beka kaygısının adeta günümüze taşınmış bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumuzu görürsünüz. Dolayısıyla Kürt yerleşimlerine dönük abluka ve kolektif cezalandırma siyaseti, bir “tek adam” ya da partinin iktidara tutunma hedefinin ötesinde, Kürt ulusal kimliğinin inşası sürecinin vardığı aşama ve Kürtleri bölünmüş tutan devlet sisteminin çözülmesi gibi devlet politikasını belirleyen “yapısal-tarihsel” denebilecek koşullarla alakalı bir durum.

AKP hükümeti sürdürmekte ısrar ettiği kirli savaşla neyi hedefliyor, tam olarak yapmak istediği nedir?

Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşımı” adlı eserinde, Louis Bonaparte için "iktidarı sınıf savaşını sömürerek çaldı ve onu dışarıda periyodik savaşlarla sürekli kıldı” der. Benzer sözler, Erdoğan rejiminin iç ve dış savaşla ilişkisi, daha doğrusu rejimin savaş aracılığıyla kendisini süreklileştirmesi için de pekâlâ söylenebilir. İçeride doğrudan, dışarıda (yani Suriye’de) ise şimdilik vekiller aracılığıyla sürdürülen savaş, Erdoğan/AKP’nin karşı karşıya kaldığı en ciddi krizi aşmasında belirleyici oldu. Erdoğan/AKP savaş aracılığıyla devlet katında yeni ittifaklar buldu; toplumsal düzeydeyse “millilik” ve “yerlilik” gibi temalar etrafında örülen yeni bir bütünleştirici ve seferber edici üst anlatıyı gündeme getirdi. Anayasa değişikliği, “Türk tipi” başkanlık ve şefçi bir hâkim parti rejimi, savaş içerisinde ve savaş aracılığıyla, onun “dost ve düşman” mantığını en aşırı biçim ve sonuçlarına vardırarak gündeme geldi. Erdoğan/AKP içerde ve dışarıda savaş yaparak despotik bir rejim inşa ediyor. Rejimin karakteri savaş aracılığıyla ve savaş yoluyla belirleniyor. Savaş ve savaş koşullarının kitlelerde yarattığı korku, savaş aracılığıyla Fırat’ı doğusunun “tedip”, batısınınsa “terbiye” edilmesi, başkanlık ya da militarist-despotik bir rejim yolunda en önemli iktidar stratejisi olarak devreye giriyor.

Kürdistan kentlerinde yaşanan bu katliamlara toplum olarak sessiz kalınması nasıl açıklanabilir? Genel olarak bir cinnet hali yaşanıyor diyebilir miyiz?

Hepimizin zihnindeki “bu ülkede savaş varken insanlar neden sessiz” mealindeki soru aslında baştan yanlış. Önce savaşın “bu ülkede” değil de başka bir ülkede, daha “teknik” tabirle “dahili sömürgemizde” cereyan ettiğini kabul etmeliyiz. Bu kabulle birlikte savaş karşıtı tepkilerin neden bunca cılız olduğunu önce anlayabilir, bu anlayışla birlikte de bu durumun değiştirilebilmesi için neler yapılabileceğini tartışabilir hale gelebiliriz. Yani İrlanda ya da Cezayir’deki savaş gibi, Kürdistan’daki savaş da aynı ülkedeki savaş, bir “iç savaş” değil. İngiliz toplumunun İrlanda’daki savaşa, Fransız toplumunun Cezayir’deki savaşa ya da İsraillilerin Filistin’deki savaşa karşı tepkisi de (çoğu zaman) cılız kalmıştı. Bu tepkiler geliştiği zaman bu ancak zamanla olabilmişti. Yani bu suskunluğun müsebbibi genel geçer bir vicdansızlık, bu ülkenin “bizleri öldürmek isteyenlerin ülkesi” olması değil, sömürgeleştirenle sömürgeleştirilen arasındaki asimetrik ve hiyerarşik ilişkinin yarattığı çürümedir.

Çürümeden ne kastettiğimi bir örnekle açıklayayım. Hannah Arendt daha 1948 yılında Siyonizmin, yani Filistin’i sömürgeleştirme girişiminin müstakbel İsrail halkını dejenere edeceğini, İsrail’i bir “Sparta”, yani militarist-otoriter bir rejim haline getirerek yozlaştıracağını yazıyordu. Kürt illerine dönük kolektif cezalandırmayı esas alan savaş politikalarının sömürgeci rengi pekiştikçe, yani Türkiye “İsrailleştikçe” Arendt’in kâhince öngörüsü bizler için de geçerli hale geliyor. Savaş yoğunlaştıkça Türkiye kendi nüfusu için bir hapishaneye dönüşüyor; rejim, Kürt yerleşimlerini ablukayla teslim alınacak birer gettoya dönüştürürken aslında tüm ülkeyi tepeden tırnağa silahlanmış bir gettoya dönüştürüyor. Kürtleri sindirme ve bastırma girişimi bütün ülkeyi dejenere ediyor, ülkede militarist-otoriter bir rejimin hâkimiyetini pekiştiriyor.

Türkiye’nin Batısındaki sessizlik ve umursamazlık Kürdistan’daki yaşanan katliamların desteklendiği anlamına gelir mi?

Ülkenin batısındaki sessizlik basitçe bir duyarsızlık, bir aldırmazlık meselesi değil. Aslında tam da böylesi bir sessizliği sağlayacak, özellikle de Gezi direnişi sonrasında Kürtlerin talep ve haklarına dair “batıda” oluşmuş ilgi ve sempatiyi paralize edecek adımların yakın geçmişte bir bir atıldığını gördük. Suruç’ta 10 Ekim Ankara’da “batıdan” Kürtlere uzatılan dostluk ve dayanışma ellerinin vahşice kesilmesine dönük hamleler değil miydi? Son seçim öncesinde “batı” illerindeki HDP'ye dönük provokatif saldırılar, milliyetçi-şoven sokak eylemleri hep “batıda” savaşa karşı tepkilerin, Kürtlerin özlem ve acılarına dair sempatinin önünü almak, sokağı bunlara kapatmak için gerçekleştirilmemiş miydi? O zaman sorunumuz “doğal” bir vicdansızlık ya da duyarsızlık değil. Bir kolektif vicdan meselesiyle değil, siyasal bir sorunla karşı karşıyayız. Operasyon ve özellikle sivillere karşı saldırıların böyle “rahatça” yürütülmesine bir nebze dahi olsa mani olacak savaş karşıtı sözlerin, tepkilerin susturulması girişimlerini nasıl boşa çıkartmamız gerektiği sorunuyla. Ülkenin batısında bir savaş karşıtı hareketin olmayışı meselesiyle.

Nasıl yıkılır bu kocaman sessizlik? Ölen asker ve polis cenazelerinde hükümete karşı büyük bir tepki var. Bir savaş yorgunluğu var diyebilir miyiz?

Mevcut sessizlik öyle kolay, ha deyince kırılacak şey değil. Ancak savaşa karşı sessiz, bir dip akıntısı olarak gelişen bir “protestonun”, “savaş yorgunluğu” diye tanımlanabilecek bir ruh halinin ilk bakışta zannedildiğinden çok daha yaygın olduğu kanaatindeyim. Son seçimler öncesinde asker cenazelerinde sıkça işitilen serzenişleri hatırlayalım. “Zenginlerin”, siyasetçilerin çocuklarının savaştan mağdur olmadığına, savaşın yükünü sadece yoksulların, “sıradan” halkın çektiğine, savaşın bedelinin eşit paylaşılmadığına, gençlerin siyasal çıkar için ölüme gönderildiğine dair tepkileri hatırlayalım. Zaman zaman şoven temalara dahi bürünebilen bu savaş bıkkınlığı, şimdi sessizleşmiş görünse de aslında olduğu yerde duruyor. “Çocuklar ölmesin” demenin bile terörizm olarak yaftalanıp soruşturma konusu edilmesi, barış çağrısında bulunan akademisyenlerin bin bir türlü tehditle sindirilmeye çalışılması, aslında bu ruh halinin yaygınlaşmasından duyulan korkunun bir ifadesi. Savaş sürdükçe, genelleştikçe savaşa karşı tepkilerin artması olasılığından korkuyorlar çünkü. En küçük itirazın üzerine dahi hemen çullanmalarının nedeni, şimdi zayıf olan ama yarın pekâlâ yaygınlaşabilecek, çoğalabilecek olan savaş karşıtı tepkilere karşı bugünden ön almak arzusu aslında. Bu nedenle şimdi hayıflanmak değil, bu muhtemel artışın, savaşa karşı tepkilerin ete kemiğe bürünmesinin zeminlerini hazırlamak şart. Unutmayalım, Cezayir ya da Vietnam savaşına karşı o büyük toplumsal karşı çıkışlar da ancak zamanla, azar azar ve ısrar ederek gelişti...

Türkiye'de faşizmin yeni semptomlarını görüyoruz diyebilir miyiz? Türkiye'ye özgün Türk tipi faşizminden bahsetmek doğru olur mu? Hitler, Mussolini ve Franco faşizmin ortak özelliklerini taşıyor mu yaşanan şuan ki durum?

Faşizmin ne olup ne olmadığı, nasıl tanımlanması gerektiğiyle ilgili bir tartışmaya girmek istemiyorum. Ancak iki hususu bu vesileyle vurgulayayım. Birincisi “alaturka” bir fenomenle, “demokratikleşen” bir dünyanın istisnası olan bir Türkiye ile filan karşı karşıya değiliz. Otoriter popülizmin, despotik arayışların bütün dünyada yaygınlaştığı bir reaksiyoner ya da “gerici” dalgayla karşı karşıyayız. Liberal demokrasilerin değil de farklı versiyonlarıyla neoliberal otoriterizmlerin kural haline geldiği, uluslararası sistemin de giderek daha rekabetçi ve militarist bir mahiyet aldığı bir dönemdeyiz. Washington Post’un ABD’de başkan adayı Trump’ı Erdoğan’la mukayese etmesi tesadüf değil. İkincisi Hitler, Mussolini ya da Franco rejimleriyle yapılabilecek kıyaslamalar elbette önemli. Faşizmi mücadele etmezsek karşı karşıya kalacağımız bir felaket olarak akılda tutmakta, bu kıyaslarla onu bir “uyarıcı” olarak kullanmakta yarar var. Ancak bu gibi mukayeselerde fazla ısrarın bizi politik olarak zayıflatmasından korkarım. Erdoğan bir Hitler, Mussolini ya da Franco kadar güçlü değil çünkü. İtalyan faşizmi ve Alman nazizmi askerileştirilmiş muazzam bir kitle hareketinin yarattığı teröre yaslanıyordu. Her ikisi de “aşağıdan” kitlesel tedhiş hareketinin yarattığı pazarlık gücüyle sadece geleneksel siyasal güçleri işlevsizleştirmekle kalmamış, orduyu dahi önemli ölçüde teslim almayı başarmıştı. Nazi döneminde Alman askerlerinin Hitler’in adına yemin ettiğini unutmayalım. Franco yarım milyon insanın öldüğü kanlı ve uzun süreli bir iç savaşla tüm muhalefeti ezerek mutlak bir iktidar kurabilmişti. Türkiye’deyse rejimin otokratik niteliği derinleşse de Erdoğan böyle mutlak bir güce sahip değil. AKP toplumsal muhalefet güçlerini önce 10 Ekim -1 Kasım aralığında, seçim sonrasındaysa ard arda gelen şok taarruzları ve savaş siyasetiyle paralize etmeye muvaffak olmuşsa da ne devlet içinde ne de toplumsal düzeyde 1933 sonrası Hitler misali bir mutlak iktidara kavuşmuş değil. Mevcut siyasal güçler dengesine ilişkin iktidarı olduğundan güçlü gösteren ve dolayısıyla da bizi paralize edebilecek analizlerden uzak durmalı. Çok zor bir dönemden geçiyor olsak da, siyasal bir reaksiyon döneminde olsak da, baskı ve devlet terörü radikal bir biçimde artmış olsa da rejimi neredeyse “kadir-i mutlak” sayan bir yaklaşımdan uzak durmak gerektiği düşüncesindeyim. Adıyla sanıyla faşist bir rejim siyasal ve toplumsal muhalefetin kesin, ezici, geri döndürülemez bir yenilgisiyle söz konusu olabilir. Biz zor durumda olsak da (neyse ki) böyle bir yenilgi yaşamış değiliz.

Türkiye'nin iç ve dış politikalarını birbirinden ayırabilir miyiz. Hükümet dış politikasını neye göre belirliyor?

Ayıramayız elbet ama bu sadece Türkiye’ye has bir durum değil. Sosyalist antimilitarizmin abidevi ismi Karl Liebknecht bu hususta şöyle yazar: “Sürdürdüğü amaçlar ve görevleri bakımından, dış siyaset iç siyasetin devamı, uzantısından başka bir şey değildir. Birbirlerini destekler ve tamamlarlar; dış siyaset iç siyasetin araçlarını ve yöntemlerini kullanır, iç siyaset de dış siyasetinkileri kullanır.” Militarizm hakkındaki yazılarında “iç” ve “dış” arasındaki sınırları bilinçli olarak silikleştiren Liebknecht’e göre militarizm sadece bir devletin rakip devletlere karşı yürüttüğü savaş siyasetinin bir ürünü değildir. Dışa yönelik militarizm içe dönük militarizmin bir devamı, tamamlayıcısıdır.

Bu anlamda Türkiye’nin “içte” ve “dışta” yürüttüğü savaşların iç içe geçtiği açık. Suriye politikası ülkedeki savaş politikalarının, Kürt illerindeki savaşsa Suriye politikasının bir uzantısı. Dış basında dahi, “Türkiye’nin kendi Kürtleriyle sorunu uluslar arası sistemi istikrarsızlaştıran bir hal alıyor” yorumlarıyla bu konuya dair çokça şey yazılıp çiziliyor zaten. Ancak burada atlanmaması gereken bir husus da şu: İç politikayla dış politika arasındaki devamlılık ve bağlantıları sadece güncel gelişmeler etrafında tanımlamak yeterli değil. Türkiye’nin iç toplumsal formasyonunda, özellikle de iktidar bloğundaki değişimlerle aktif ve daha yayılmacı bir dış politika izlenmesi arasındaki içsel bağlar üzerinde daha fazla düşünmeye muhtacız. Bu anlamda Türkiye’nin tayin edici bir “bölgesel güç” haline gelme hedefiyle giderek daha agresif hale gelen dış politikası, aslında içerideki otoriter popülizmin bir karşılığı olarak düşünülebilir. “Büyük Türkiye” hevesi, ideolojik bir tercihten, “Osmanlıcı-İslamcı” bir takıntıdan ibaret değil. Türkiye’nin emperyalist zincirde yukarıya doğru hamle etmesi, uluslararası sistemin istikrarsızlaşmasının yarattığı “boşluklardan” faydalanarak bir “alt emperyalist” güç halini alması, aslında AKP’nin temsilciliğine soyunduğu sermaye fraksiyonunun da bir sınıf stratejisi olarak değerlendirilebilir. AKP’nin Mısır ya da Suriye politikalarındaki başarısızlıkları işte bu yüzden dar anlamda dış politika yenilgileri olarak kalmamaya mahkûm. Bu içsel bağlantı dolayısıyla dış politikadaki her geri adım, Erdoğan/AKP’nin hegemonik projesine bir darbe anlamına geliyor. 

Suriye’ye harekat söylemini daha çok iç kamuoyuna dönük bir propaganda mı yoksa gerçeklik payı yüksek mi? Türkiye'nin Suriye'ye politikasını nasıl okumak lazım?

Müstakbel rejimi sağlaştırıp berdevam kılmak adına Türkiye, (bölgedeki istikrarsızlıktan da cesaret alarak) her türlü çılgınlığı deneyebilecek, uluslararası güç dengelerinde öngörülemez çıkışlar yapabilecek (Norman Finkelstein’ın zamanında İsrail için kullandığı deyimle) bir “deli/çılgın devlete” (lunatic state) dönüşüyor. Suriye’de amiyane tabirle evde yapılan hesabı pazardan dönmesi, yani Esad’ın Türkiye’ye bu ülkenin geleceğinin müzakere edileceği “masada” ciddi olanaklar sağlayacak şekilde düşürülememesi ve daha da önemlisi Kürtlerin Guardian gazetesinin geçenlerde kullandığı tabirle “Suriye’de yeni bir gerçeklik yaratması”, Türkiye’yi cidden çılgına çeviriyor. Türkiye’nin konumunun giderek zayıflayışı, onu dengeleri radikal bir biçimde lehine çevirmeyi hedefleyen “radikal” adımlar atmaya zorlayabilir. Bir “güvenli bölge” oluşturmaya dönük fiili müdahale mevcut şartlarda bedeli çok ağır olabilecek bir hamle gibi görünse de mevcut çıkışsızlık Erdoğan’ı pekâlâ böyle bir yöne sevk edebilir. Bu, Suriye’de cereyan etmekte olan ve Türkiye’nin de parçası olduğu vekâlet savaşında artık doğrudan yer almak anlamına gelecek bir olasılık. Suriye’deki vekâlet savaşında köşeye sıkışan Ankara’nın, “ileriye doğru kaçmak” diye tarif edilebilecek böyle cüretkâr bir hamlede bulunup bulunmayacağını kestirmek mümkün değil. Kesin olan iki şey var: Birincisi, Türkiye’nin Suriye’deki savaşı daha da içinde çıkılmaz hale getirecek şekilde NATO’yu Rusya karşısında yanına yedeklemeye çalışıyor olması. Yani Türkiye Rus uçağını düşürdüğünden beri Batı ittifakı ile Rusya arasındaki mevcut ihtilafları iyiden iyiye kızıştırmaya çalışan bir ülke konumunda. Türkiye’nin “eski” soğuk savaşta NATO’nun kanat ya da cephe ülkesi olduğu ve ülkenin siyasi ve askeri karar alıcılarının bu jeostratejik “avantajı” tepe tepe kullandığı bilinen bir hikâye. İşte Türkiye “yeni” soğuk savaşın Suriye cephesinde de gerilimi tırmandırmayı amaçlayarak yeniden böyle bir “cephe ülkesi” konumu edinmeye çalışıyor sanki. İhtilafın tırmanmasının onun uluslararası plandaki pozisyonunu güçlendireceği, yeniden “olmazsa olmaz” bir ülke konumuna getireceği hesabı yapılıyor muhtemelen. Kesin (ve esas tehlikeli) olan ikinci husussa, “maceracılık” ve bu maceracılığın olası insani sonuçları hakkında sorumsuzluk konusunda ancak bu ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na sürükleyen İttihat ve Terakki liderliğiyle kıyaslanabilecek bir siyasal iktidarla karşı karşıya olduğumuz.

Toplumsal muhalefet cephesindeki çabaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadınlardan, meslek örgütlerine, akademisyenlerden aydın, yazar ve sanatçılara, siyasi partilerin düzenlediği eylem ve etkinlikler hükümet üzerinde bir baskıya henüz dönüşmüyor. Nasıl güçlendirilebilir?

Savaşa karşı ses ve tepkiler aslında artıyor. Ancak bunlar süreklileşemiyor, çoğu zaman birbirinden yalıtık kalıyor. Bu tepkilerin bir dalgaya, bir harekete dönüşmesi muhtemelen belli bir zaman alacak. Sonuçta savaş tercihinin iktidar açısından siyasal anlamda "maliyeti ağır" bir seçenek haline gelmesi, ancak birleşik (yani farklı politik kaygılardan hareket etseler de barışa dönük acil-yakıcı-somut birkaç talep etrafında ortaklaşabilecek kesimleri seferber edebilecek) bir savaş karşıtı hareketinin yaratılmasıyla mümkün. Bu bakımdan “batıda” bugün savaşa karşı yapılacak en küçük işin, en zayıf gösterinin, duvar yazılamasının, bildirinin dahi bir anlamı, yarına dair işaret ettiği ihtimalleri, potansiyelleri var. Muktedirler o ihtimalleri bizden çok daha ciddiye aldıkları için en nahif barış talebinden bile ölesiye korkuyorlar.

Öte yandan, bugün siyasetin Türkiye’de işleyiş biçimi her şeyi birbiriyle doğrudan bağlantılı hale getirmektedir. Makrodan mikroya kadar neredeyse her türden karar despotik merkez ve onun siyasal aygıtı AKP tarafından alınmaktadır. Dolayısıyla siyasal ve toplumsal muhalefetin bu bütünsellik içerisindeki geçişleri dikkate alması gerekir: Barışa giden yol Cerattepe’den ya da Renault’dan geçebilir. Fırat’ın batısında bir toplumsal kabarış yaşanması, korkunun, ataletin alt edilmesi, barışın da önünü açma imkânlarını büyük ölçüde artıracaktır. İnsanların aktif direniş içerisine girmesinin yaratacağı zincirleme fikri reaksiyonlar bugün siyasetin gidişatını değiştirecek olan en önemli husustur.

Hükümetin “çözüm” planına ve diğer tüm pratiklere baktığınızda, yakın zamanda çatışmasızlığa yeniden dönüşü mümkün görüyor musunuz? Kurulacaksa nasıl bir masa olmalı, hangi özellikleri barındırmalı?

Mevcut güçler ilişkisinde ciddi bir değişiklik olmadığı takdirde böyle bir “dönüşün” gündeme gelmesi zor gibi görünüyor. Olur da bir gün bu ihtimal gerçekleşirse “masanın” geçmiştekinden çok farklı olması bir zaruret. Geçmişte, kabul edelim, Kürt meselesinin çözümüne, yani ister istemez mevcut sosyal-siyasal ilişki ve değerlerde topyekûn bir dönüşümü gündeme getirmesi gereken bir çözüme dönük iradenin olmadığı zaten açıktı. AKP’nin “çözüm” ya da “süreç” derken kastettiği, böylesi bir radikal dönüşümü gündeme getirerek eşitlik temelinde kalıcı bir barışı mümkün kılacak bir dönüşüm, bir “alt üst oluş” falan değildi. Onlarınki mümkün mertebe teknikleştirilmiş, kısmileştirilmiş bir “çözüm” versiyonuydu. Olabildiğince az şeyi değiştirecek ya da aslında çoğu şeyin aynı kalmasını temin edecek bir “değişimi” arzu ediyorlardı. Bunun için de “çözümün” ahalinin gözünden ırak bir biçimde “yukarıda” kotarılmasını makul ve gerçekçi buluyor ve bunun böyle olmasını dayatıyorlardı. Müzakerelerin kitlesel bir barış seferberliğine dönüşmesi ihtimalinden çekiniyorlardı. Bu koşullarda gerçekleşecek “sürecin” AKP iktidarı bakımından temel gayesi, Kürt hareketinin yarattığı ciddi toplumsal radikal birikimi soğurmak, onu akamete uğratmaktı. Dolayısıyla ileride olur da bir tür müzakere başlarsa barışın asla bir “sessizlik kumpasının” eseri olamayacağını, barışın istihbarat servisi elemanlarının eline teslim edilemeyecek kadar ciddi bir mesele olduğunu ve ancak geniş yığınların bu süreçte sesini duyurmasıyla süreğen bir barış ortamının oluşabileceğini ısrarla vurgulamamız gerekiyor. Şeffaf bir biçimde cereyan eden, toplumsallaşmış, talep ve hedeflerin açıkça konuşulup “milli birlik ve bütünlük projesi” gibi laf oyunlarına yer bırakmayan, siyasal ve toplumsal denetime açık bir müzakere süreci söz konusu olmasa “masanın” ne kadar kolay devrilebildiğini gördük. Aynı suda bir daha yıkanmanın alemi de mümkünatı da yok, olmamalı.