Sustam: Kürtlerin jeopolitik konumlanışı, meseleyi başka türlü okumayı sağladı

Sosyolog Engin Sustam, Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumlanışının, Kürt meselesinin bugün başka türlü okunmasına katkı sunduğunu ve artık her alanda politik bilinci ile pratiği olan bir toplumdan bahsedildiğini belirtti.

ENGİN SUSTAM

Önder Apo’nun 27 Şubat’ta yaptığı tarihi çağrının ardından PKK’nin yaptığı kongre sonucunda 12 Mayıs’ta fesih kararını açıklaması, tartışılmaya devam ediyor. Kamuoyu, fesih kararının nedenlerini, bundan sonrasını ve devletin bu adımlara nasıl bir yanıt vereceğini merak ediyor.

Devletin bu sürece yönelik yaklaşımına dair şüpheler devam ederken, PKK, silahlı mücadelenin tamamen sonlandırılması için yasal düzenlemeler yapılması gerektiğini vurguladı ve bir yüzleşme sürecinin gerekliliğini belirtti.

PKK’nin bu açıklamalarına rağmen devletin somut bir adım atmaması, kamuoyunda hem tepkilere hem de tartışmalara yol açtı. Toplumun farklı kesimleri, bu tarihi fırsatın kaçırılmaması ve devletin bir an önce adım atması gerektiğini dile getirmeye başladı.

Barış süreçleri veya silahların susması demek, politik ve çatışma risklerini içinde barındırsa da Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumlanışı, meseleyi artık bugün başka türlü okumamıza katkı sunuyor. Yani şu an, 20.yüzyıl başlarındaki entelijansiya ve kısmi bir kadro tarafından yönlendirilen isyancı Kürtlerden değil; her alanda politik bilinci ve pratikleri olan, başka bir seviyeye varmış bir toplumdan bahsediyoruz.”

Konuyla ilgili görüştüğümüz Sosyolog Engin Sustam, sorularımızı yanıtladı:

‘KÜRTLERİN BÜYÜK ÇOĞUNLUĞU ÖCALAN’IN KARARLARINI DİKKATE ALIYOR’

PKK’nin silahlı mücadeleyle yürüttüğü hak talebi sona erdi; ama hem Osmanlı hem Cumhuriyet’in kodları da göz önüne alındığında, yeni bir mücadele alanı başlıyor. Tarihsel ve yeni güncel durum olarak bu süreci nasıl okumalıyız veya yeni mücadele alanları bu dönemde nasıl olacak?

İzin verirseniz, ilkin bir sosyal bilimci olarak sorunuza hafıza yoklamasıyla bakmak istiyorum. Su çok açık ki silahlı mücadele veya literatürde işleyen durumuyla dağ gerillacılığı, belirli bir noktaya zaten gelmişti. Bu alınan karar, bugün açısından pek şaşırtıcı gelmedi.

Aslında Kürt Hareketi, 1993’ten beri savaşın en sıcak olduğu dönemlerde buna benzer birçok kararla ‘muhatap’ aramaktaydı; barış sürecini tek taraflı ateşkeslerle gündemleştirmekteydi. O dönem, Özal dönemiydi. 1993’te Lübnan’da, Bekaa Vadisi’nde YNK lideri Celal Talabani’nin de içinde olduğu bir ateşkes süreci vardı.

Sonrasında Özal’ın ölümü ve derin devlet konseptinin devreye girmesiyle başlayan silahlı çatışma süreci, ne yazık ki Kürt sorununu bir güvenlikçi sorun haline getirirken; devlet, özellikle Tansu Çiller hükümetiyle başlayarak bir özel savaş stratejini uygulamaya koydu. Suikastler, köy boşaltmalar, gözaltında kayıplar, işkenceler, yerinden etmeler ile Kürt alanı, derin devletin sömürge valileri tarafından şiddet sarmalına çevrilmişti.

Elbette bu süreçteki en önemli risk meselesi de biraz bunu barındırıyor. Yani en yakın 2015 ve 2016 şiddet sarmalını hatırladığımızda, bunun tek taraflı olması ve devlete olan güvensizlik, psikolojik bir bariyer olarak önümüzde duruyor. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu, Kürt Hareketi’nin ve Öcalan’ın kararlarını dikkate alıyor; ama devlete güvenin olmayışı ciddi bir sorun.

Yani devletin bu konuda anayasal bir adım atmak yerine daha çok bölgenin ve etrafının askerileşmesine öncelik vermesi, hâlâ militarist dilden vazgeçmemesi ve birçok alanda çatışmaların devam etmesi -ki gerillalar çatışmanın etkisi altında 12. Kongre’yi gerçekleştirdiler- önümüzde duran en riskli durumlardan biri.

İki tarafın da barışa dair sorumluluğunu yerine getirmesi gerekiyor. Kürt Hareketi, üzerine düşen en önemli adımı attı ve sorumluluğunun gereği olarak çatışmasızlık alanına çekilmek istiyor. Peki, devlet daha öncesinde yaşananlar gibi, çekilen ve silah kullanmayan gerillalar üzerine gitmeyi bırakacak mı? Bu tür çatışma riskleri açıkçası yeniden zarar verecek potansiyelleri barındırıyor.

Örneğin bu konuda, 1998’deki FARC ve Kolombiya örnekleri üzerinden; sonrasında 2016’da Juan Manuel Santos döneminde (merkezi sağ hükümet) atılan adımlara rağmen, 2019 yılında FARC, sağcı yeni başkan Ivan Duque tarafından barış sürecinin askıya alınmasıyla yeniden silaha sarılmıştı.

‘KÜRTLER HER ALANDA FARKLI BİR BOYUTA ULAŞMIŞ BİR TOPLUM’

Barış süreci veya yeni süreç Türkiye’de nasıl işler ve bu sürecin işlemesi için neler yapılması gerekiyor?

Barış süreçleri veya silahların susması demek, politik riskleri ve çatışma olasılıklarını içinde barındırsa bile, Kürtlerin farklı alanlardaki jeopolitik konumlanışı meseleyi artık bugün başka türlü okumamıza katkı sunuyor. Yani şu an, 20.yüzyıl başlarındaki entelijansiya ve kısmi bir kadro tarafından yönlendirilen isyancı Kürtlerden değil; her alanda politik bilinci ve pratikleri olan, başka bir seviyeye varmış bir toplumdan bahsediyoruz.

Kürtlerin bu süreçte diplomatik müdahalelerde bulunarak, dil ve kimlik faaliyetlerinin yasal güvenceye alınmasını sağlamaları; meselenin bir tehdit unsuruna çevrilmemesi ve her şeyden önce, bütün gerginlikleri ve çatışmaları diplomasi yoluyla çözmeye çalışırken, uluslararası tarafsız gözlemcilerin olması şartıyla bu süreci baltalayacak herhangi bir provokatif durumun (ırkçı saldırılar vs.) önüne geçmek için müdahaleleri anayasal anlamda talep etmeleri gerekir.

Siz barışı hangi hükümetle yaptığını seçemezsiniz; sağ veya sol olabiliyor. Kolombiya’da sağ hükümetle yapıldığı gibi. Ama siz barış sürecini ve bir halkın özgürlüğü meselesini politik olarak anayasal güvence altına almayı ısrarla talep edebilirsiniz. Türkiye, sonuçta darbe veya iktidarda sürekli sağ ve aşırı sağ partilerin hakimiyetinin olduğu bir şekilde yönetilmiş ülke. Ya Kemalistler, İslamcı muhafazakârlar ya da aşırı sağcılar hep iktidarın muktedir özneleri oldular.

Şimdi tam da bu kesimle, yani Türklük ethosunun girdabından geçmiş bir kesimle barış yaparken, diyaloğun kolay olmayacağını belirtmek lazım. Elbette Kürtlerde, yaşadıkları korkunç deneyimlerinden kaynaklı olarak, şiddetin ve kolonyal baskının bilinçaltı travmaları harekete geçiyor.

Dolayısıyla yapılması gereken en önemli şey, hükümet kaynaklı olarak ilkin bölgenin demilitarize edilmesi; ardından askeri olmayan sivil siyasal faaliyetlerin önünün açılmasıdır (mesela kayyım siyasetine son verilmesi, cezaevlerinin boşaltılması). Her anlamda askeri güç kullanımından vazgeçilmesi, acil şekilde durması gereken çatışmanın olmaması için güvence ortamını sağlayacak adımların atılması ve bence uluslararası heyetler, kurumlar, aktörler de dahil bir barış konferansının hazırlanması bu sürece hızlı şekilde katkı sunacaktır.

Kayyımların, koruculuğun, OHAL’e benzeyen 15 Temmuz darbesi sonrası yeni yasaların lağvedilmesi ve sanırım en önemli ayaklarından biri olarak silahların susmasıyla başlayan sürecin anayasal güvencesi, en önemli demokratik reaksiyonlardan biri olarak işleyebilir.

Bu durum sonrasında; dil, kimlik, eşit yurttaşlık ve ademi merkeziyetçi yerel yönetim anlayışının sisteme dahil edilmesini sağlayacak başka bir sürece evrilmesi ise kaçınılmaz duruyor. Ama sorumuz, Türk devleti gerçekten barışmaya hazır mı?

‘TARİHSEL OLARAK DEVLETLERE GÜVEN SÖZ KONUSU DEĞİL’

O yüzden adı dahil konulmamış bu süreç, elbette psiko-politik riskleri barındırıyor.  Ve her an her şeyin belki de tersine dönebileceği tedirginliğinin dışında -ki hiç arzu edilen bir durum değil- yeniden bir çatışma riskine gebe. Elbette bu, hem yaşanılan deneyimlerle alakalı bir tespit hem de açıkçası devletin hâlâ ciddi ve güvenilir politik bir adım atmamasıyla ilgili.

Diğer nokta, daha önce dediğim gibi, Kürtlerin devlete, yasalarına, kurumsal aktörlerine, aygıtlarına doğal olarak güvenememe hali. Ki pratikte bir işlevsellik ilerlemedikçe bu riskleri barındırıyor. Zaten tarihsel olarak devletlere güven söz konusu değil. Bunun ne yazık ki dünya literatüründe çok örneği mevcut. İlla ‘devlete güvenelim’ de demiyorum. Dediğim, bu meselenin gerçekten toplumsallaşması ve kurumsal alanda güvenceye kavuşturulmasıdır.

Bu, Lozan’dan beri devam eden bir süreç. Belki de ilkin bunu kavramak, belirli paranoyalardan kurtulmak için ciddi adım olabilir gibime geliyor. Kürtlerin devlete güvenmemesini sağlayan yüzlerce şiddet pratiği, sömürgecilik deneyimi var ve devam da ediyor.

Bunlar söz konusuyken, ‘Neden fesih ilan edildi?’ veya ‘Kürt Hareketi silahlı mücadeleye neden son verdi?’ sorusu, sanırım daha çok konuşulacak gibi.

‘BU SÜREÇ BİRÇOK FARKLI DİNAMİĞİN TARTIŞMALARIYLA YÜRÜYECEK’

Bu sürecin barışa evrilme ihtimaline dahi karşı çıkanlar var, bunlara yönelik nasıl bir tutum almak gerekiyor?

Bana göre bir tutum geliştirmekten daha çok, Kürtlerin bütün dinamiklerinin demokratik şekilde dinlenilmesi; ama aynı şekilde Türk alanındaki politik paranoyalara yönelik çalışmalar yapılması gerekiyor.

Diğer yandan, elbette alışılmadık, enteresan bir dönemdeyiz ki -dikkatle gözlemliyorum- silah bırakılmasına garip şekilde karşı çıkan ve şu an aynı kampta duran Türk ve Kürt tarafında iki azınlık grup var: Birincisi, zaten Kürt nefretiyle rant sağlayan, ırkçılığı kendine ideolojik ödev edinmiş Türklük; ikincisi, aslında devlete güvenmeyen ve PKK’nin bir şey talep etmeden silah bırakmasına karşı çıkan ya da doğal Kürt Hareketi karşıtlığıyla tanınanlar.

Kürt Hareketi silah kullanırken de buna karşı olan bu taraflar, bugün halk bunu destekleyip savaşa karşı olsa bile hâlâ karşı çıkıyorlar. İnanılmaz aşırı analizlerle her gün sosyal medyada uzman kesilmiş durumdalar. Ama bunun da normal olduğunu düşünüyorum, keza bu süreç birçok farklı dinamiğin tartışmalarıyla yürüyecek.

Bu tartışmalar da elbette her şeyin ne çok siyah ne de beyaz olmadığı, birçok renkli veya gri alanların tonlarının olduğunu görmemizi sağlıyor. Düşünün, bir yandan Kürt nefretiyle büyümüş bir toplumsallık; diğer yandan bu nefretin altında nefes almaya çalışan ve güvenini tamamen yitirmiş bir Kürt toplumsallığı var.

İşte bu iki tarafın içinde elbette en sert tartışmalar doğal olarak vuku bulacak. Tam da İsrail’deki durum gibi; yani bütün İsrailliler savaşa taraf olmadıkları gibi, her gün gösteri yapan inanılmaz bir muhalefet var sokaklarda ve Filistinlilerle birlikte yaşamak isteyen bu kesim, aşırı ırkçılara karşı sesini yükseltebiliyor.

Bu, dünyanın şu anki haleti ruhiyesi sanırım; küresel aşırı sağa eğimli otoriter rejimler çağında yaşıyoruz. Faşizmin yeniden toplum nezdinde kurumsallaştığı bir dönemdeyiz.

Türkiye’de de son on yıldır yaşananlara baktığımızda, sonuçta demokratik bir ülkede olmadığımızı bilmekteyiz. Onun için Kürt sorununu tartışırken dikkat edilmesi gereken, birilerinin politik veya kurumsal yapısının kırılganlaşmasına dikkat etmek değil; artık kolonyalizm yüzünden kanserojen hale gelmiş bu sorunun tedavisine yönelik, radikal şekilde kurumsal, toplumsal pratik ve güvence geliştirmektir.

‘TÜRKİYE’DE BARIŞA TARAFTAR OLANLAR AZIMSANMAYACAK KADAR ÇOKLAR’

Türkiye’de şu an belki bu sisli havada pek görünmüyor olsa da barışa taraf olan ve konuşmak, diyalog geliştirmek isteyenler azımsanmayacak kadar çoklar. Sırrı Süreyya Önder bu insanlardan sadece biriydi. Aynı şekilde elbette yeni mücadele de buna göre sanırım biçimlenecek.

Kürt Hareketinin arzulanan toplumsal barışı görüp tek taraflı kendini feshetmesine inanmayı pek dikkate almak istemeyenler, Kürtler içinde de olacaktır. Sanki bu durum biraz da Kürtlerin kendi içinde tartışması, yüzleşmesi gereken politik bir durum gibi. Yani mesela her cepheden -PDK, YNK, PYD, vs.- çok olumlu tepkiler gelmesine ve bu sürece katkı olsun diye dahil olmak istediklerini belirtmelerine rağmen, soysal medyada durum sanırım belirli psişik-romantik kırılmalardan kaynaklı olsa gerek, başka türlü dönüyor.

Türklerin paranoyaları harekete geçiyor, Kürtlerin ise sisteme karşı güvensizlikleri. Yine aşırı sağın içinde, Kürt fobisiyle ve nefretiyle büyüyen Türk alanındaki kesimler, sahip oldukları Türkçü psikolojik bariyerleri yüzünden barış sürecine pek teşne değiller. Bunu MHP’ye rağmen söylüyorum; keza yeni bir aşırı sağ gençlik kuşağı var karşımızda ve bu, MHP’yi de aşan bir olgu.

Özellikle Kemalist sekülerler tarafında oluşan kabulsüzlük ise, Orta Çağ Engizisyon Mahkemeleri’ndeki karar verici papazları hatırlatacak kadar korkunç, patolojik olarak Kürt sorununun çok çetrefilli olduğunu gösteriyor.  İşin daha ironik yanı, sömürgeleştirilmiş alan Kürt alanıyken, Türkiye’nin ‘emperyalistler’ (burada aslında sadece anti-Amerikancılık var) tarafından parçalanıp sömürgeleştirilmek istendiği gibi tuhaf bir algı yaratma paranoyası, durumun vahametini çoğaltıyor.

Sanırım burada sosyal medya tarihçiliği üzerinden aşık atanlara değil de eğitim müfredatının değiştirilmesi öngörülerek, güçlü şekilde Kürt sorununun hafızasına eğilmesi gereken bilim insanlarına çok ihtiyacımız olacak. Keza bu mesele sadece iki kurumsal yapı arasında değil, bütün öznelerin ortak inisiyatifiyle yol bulabilir.

‘TÜRK DEVLETİ KÜRTLERİN DIŞINDA, KENDİ TOPLUMUYLA DA BARIŞMAK ZORUNDA’

PKK bu yeni süreci nasıl görüyor peki, bu tepkilere rağmen nereden bakıyor yeni duruma?

Kürt Hareketi hem silahlı mücadeleyi hem toplumsal projeyi hem ulusal arzuyu hem de dünya siyasetine dair konumlanışıyla farklı çehreleri olan çoklu bir dinamik. Benim anladığım, bu barış süreci de sadece Türkiye üzerinden okunmuyor onlar açısından; Ortadoğu’yu da kapsıyor.

Mesela Rojava’daki son gelişmeler gösteriyor ki bu alanın da özgürleşmesi, sabit bir otonom pratiğe yaslanması, Türkiye’deki Kürt sorununa cevap verebilecek kapasitede duruyor. Belirli toplumsal taleplerin farklı alanlarda barışla artık onarılması gerek.

Kürt Hareketi çok açık şekilde şunu demekte zaten: Sivil barışın ve çatışmasız ortak zenginliğin olabileceği bir yaşam için gerekli koşulları tesis etmek adına silahlarımı bırakıyorum. Ama bu, şu demek değil: Thomas Hobbes’un ‘Leviathan’ında olduğu gibi bir hükümdar lehine özgürlüklerimin bir kısmından vazgeçmiyorum. Sadece Kürt halkının barışma arzusu ve şiddet koşullarının kaldırılması için ve gereken bir sivil, demokratik ortam için bu devlete yönelik herhangi bir şiddet eyleminden tasarruf ediyorum.

Bu da şu demek: Devletin artık bir saldırgan Makyavel-Leviathan gibi, şiddetin ve cezanın sultasını göstermek yerine, kendi toplumuyla ve Kürtlerle barışmasının zamanı. Kendi toplumuyla barışmak demek, çok uzun yıllardır Türk halkının nefret veya ‘iç düşman’ söylemiyle ve terörizm nutkuyla devlet sultasının egemenliği altına alınmasına son vermek demek.

Bu ise paylaşımcı veya radikal demokratik bir sürecin, toplumsal, psişik, pedagojik bir etkinliğin toplumda yer edinmesi anlamına geliyor. Bunu devlet elbette yapamaz. Devletin görevi bu süreci güvence altına alırken, kesinlikle artık cezalandırma veya tehdit etme mekanizmalarını tamamen rafa kaldırmasıdır.

Diğer yandan hak verirsiniz ki savaş, iki toplumdaki algıları çok yıprattı ve travmatik veya paranoyak bir yorgunluk hali bıraktı. En basitinden Amedspor’un Bursaspor tarafından veya Bursa’da uğradığı şiddet ve linçler gösteriyor ki, bu pek o kadar kolay olmayacak.

Kürt sorunu bu ülkenin bütün kılcal damarlarına sirayet ettiği için -ekonomiden savaşa, toplumdan eğitime kadar- Kürt sorununun çözümü, aynı şekilde bu alanların da çözümlenmesine katkı sağlayacaktır. Lakin elbette Kürt sorunu bir statü ve eşit yurttaşlık hakkı olarak, yeni bir mücadele biçimiyle devam edecek gibi görünüyor.

Demokratik sivil siyasetin yolu açılırsa ve elbette askeri veya sivil vesayet, otoriter rejim yaptırımlarından vazgeçilirse, eminim ki Kürtler kendi travmalarını, Türkler kendi paranoyalarını sağaltabilir; patolojik şekilde büyümüş ırkçı kesimler bu adı konulmamış barış sürecinde veya toplumsal ortaklıkta diyalogun yolunu aralayabilirler.

Bu elbette kolay değil, hatta silahlı mücadelenin ilk fitilinin yakıldığı dönemden belki de daha zor bir dönemdeyiz. Her alanda Kürtlere inanılmaz bir nefret ve fiziki saldırı var (özellikle Suriye İç Savaşı’nda faaliyet göstermiş cihatçı paramiliter grupları dikkate alırsak). Ama sanırım Kürt Hareketi tam da kendi içinden geçtiği hafızasının eşiğinden konumlanarak, edindiği deneyimle hareket ediyor; başka türlü bir mücadele imkânıyla toplumsal barışın yolunu ilkin açmak istiyor.

Elbette ki bu hareketin bir hafızası var. Yani demek istediğim, bir yandan Bedirhanlara, Simkolara, Seyid Rıza’ya; Osman Sebrî’den Musa Anter’e dokunurken bu hafıza, diğer yandan Wallerstein’a, Negri’ye, Bookchin’e de dokunabiliyor. Belki bu anlamda, birçok kişinin jeopolitik konumlanışı dikkate almadan konuşmasını kenara koyarsak, denilebilir ki PKK’nin kendini feshiyle bir dönem kapanırken, aynı zamanda onunla var olan farklı alanlardaki karşıtların veya bir dönemin de feshi anlamına geliyor olabilir.

‘PKK, OSMANLI’DAN BERİ DEVAM EDEN SORUNUN KONUMLANIŞINI TAMAMEN DEĞİŞTİRDİ’

Şimdi yeniden, belki daha farklı biçimde sorunuza dönersek; dolayısıyla, Türklük ethosunun yüzyıllık inkâr ve şiddet politikası sonucu olarak var olmuş Kürt sorunu, bir özgürleşme sorunu olarak, silahlı mücadeleye zorunlu başvurmuş bir örgütlü gücünden vazgeçerek, sivil demokratik yolun açılması için kendini feshetmesini sağladığı bir döneme şahit olmaktayız.

Açıkçası, birçok kuşak gibi bu dinamiğin birçok dönemine şahit olmuş bir sosyolog olarak diyebilirim ki: Herkesin kucakladığı, duygulanımlar yaşadığı, belirli itirazları olanların  da bulunduğu ama genel anlamda çoğunluğun rızalarıyla oluşmuş bir aktör olarak, barışa dair güçlü kurucu arzusu olan PKK için de aslında birçok Kürt hareketinden, izleğinden, bir halkın kendi özgürlüğünü talep etme arzusundan, eşit yurttaşlık talebinden bahsedebiliriz.

Kürdistan İsçi Partisi, son elli yılda Osmanlı’dan beri devam eden bu sorunsalın konumlanışını tamamen değiştirdi. Meseleyi hâlâ belirli kronik bakışların içinden, ’başarı ve yenilgi’ gibi değil de veya başka jeopolitik kurumsal analizler üzerinden ele alarak bakan reaksiyoner yaklaşımların, bunu analiz edemediğini görmekteyiz.

Herkesin sorduğu şu: PKK neden tek taraflı olarak silah bıraktı ve devlet nasıl bir müdahalede bulunacak? Görünen o ki duygu patlamalarını veya mesela PKK karşıtlığını dar bir ulusal duyguya sıkıştırıp, Kürt Hareketi’nin özgürleşme pratiklerini ve arzusunu hiçe sayarak (bu eleştirilmeyeceği anlamına gelmiyor), sadece Kürtlüğü kendi tekeline alarak konuşmanın burada pek de pratiksel bir şey sunmadığı açık.

Barış, iki silahlı güç, denge ve hegemonya arasında olur ve bazen barış süreçleri pek de arzulanan istemler üzerinden gitmez. En azından 2013 süreciyle karşılaştırdığımızda ve bugünkü Türkiye’nin içinde bulunduğu otoriter konumunu göz önüne aldığımızda, bu soruların elbette haklı yanı olsa da bu çağrının halkta ciddi şekilde desteklendiği gözlemlenebilir.

Çünkü Kürt halkı, 50 yıldır süren bir savaşın yorgunluğunu ve sorunun başka türlü okunması gerektiğini işaret ediyor. Ama aynı şekilde Türk halkı da bu yorgunluğun girdabı içinde sonuçta.

Kürtler bu coğrafyanın kadim halkı olarak, bu coğrafyada olan (herkes gibi) haklarını talep ediyorlar. Şu çok açık ki bu taleplerin kamusallaştırılması ve ulus-aşırı alana yaydırılması, Kürt Hareketi’nin inanılmaz mücadelesiyle bu zamanlara geldiği gibi, yeni mücadele de aynı şekilde sivil alanda daha güçlü şekilde tartışmalarla, diyalogla ve anayasal güvencelerle ilerleyebilir.

Sistem karşıtı hareket olarak Kürt siyasal yapısı, Kürtlerin de rıza göstermesiyle, fedakârlık yaparak bu süreci radikal bir şekilde başlattı.

Devam edecek…