CPT’nin utanç raporu ve gerçekler

İmralı’daki durumun hafife alınır yanı yoktur. Halk Önderi Öcalan üzerindeki tehdit son derece ciddidir.

Gerçekleşen onca eyleme ve yapılan pek çok çağrıya rağmen suskunluğu yeğleyen CPT, birkaç gün önce, üzerinden iki yıl geçen İmralı ziyaretine ilişkin raporunu yayınlama gereği duydu. Kürtler, ‘çöktürme planı’ çerçevesinde topyekun saldırıya geçen Erdoğan diktatörlüğünün, öncelikle kendi Önderlerine yöneleceğini iyi bildikleri için, CPT’den raporunu derhal açıklamasını talep etmişler, ancak CPT buna yanaşmamıştı. Sözüm ona bu konuda yasal engeller vardı. CPT, Türk Hükümetinin izni olmadan raporunu yayınlayamazdı. Ancak şimdi elimizde bir rapor var ve bu raporun Türk tarafının icazetiyle açıklandığı kesindir. Açıklamanın zamanlamasını belirleyen de Erdoğan Hükümeti olmuştur. Bunun altında kirli ve tehlikeli amaçların bulunduğuna kuşku yoktur. Bu yüzden açıklama Erdoğan rejimine hizmet etmiş, CPT de buna alet olmuştur.

Yüzde yüz gerçeği ifade etse bile, bir kere CPT’nin İmralı’da incelediğini söylediği koşullar iki yıl öncesinin koşullarıdır. Buna karşılık, zamanı dondurma gücü varmış gibi davranan CPT’nin raporunda İmralı’daki koşulların ‘normal’ olduğu dile getirilmektedir. Bu yaklaşımın insan aklıyla oynamak anlamına geldiği açıktır. Halbuki geçen bu iki koca yıl içinde İmralı’da neler yaşandığı hiç bilinmemektedir. Tecrit ve izolasyon akıl almaz sınırlara taşınmıştır. Avukat görüşmesi ve aile ziyaretine izin verilmemektedir. İmralı’ya egemen kılınan durum bilinmezliktir. İlk ve ortaçağın zindan mantığında bile bunun bir örneğini daha bulmak imkansızdır. Durum işkence ve kötü muamelenin katbekat ötesine geçmiştir. Görevi sözde işkenceyi önlemek olan bir kurumun bu durumu ‘normal’ diye tanımlaması utanç verici olduğu kadar, kendi kurumsal gerçeğinin de inkarıdır. CPT artık işkenceyi önlemek için çalışan değil, işkenceyi gizleyen bir kuruma dönüşmüştür.

Kuşkusuz bu utancı boynunda taşıyan asıl kurum, CPT’nin de bağlı olduğu Avrupa Konseyi’dir. Bu gerçeği görmeden sorumluluğu öncelikle CPT’ye yüklemek, cezaevlerindeki sistematik işkenceden Adalet Bakanlığını muaf tutup, bütün suçu gardiyanların üzerine yıkmaktan farksızdır. Bu anlamda Avrupa Konseyi, Halk Önderi Abdullah Öcalan’a yönelik her türlü insanlık dışı uygulamanın katıksız suç ortağıdır. Halkların bir zamanlar ilgiyle yaklaştığı Batılı değerler artık kayıplara karışmış, yerini buz gibi soğuk çıkar hesaplarına terk etmiştir. Avrupa Konseyi bir tutsağın üç yıl boyunca kimseyle görüştürülmemesini, pozitif hukuk kapsamı dışında tutulmasını ve kendisinden hiç haber alınmamasını artık işkenceden saymamaktadır. Koruyup kolladığı en acımasız koşullarda tutulan tutsakların hakları değil, insanlık suçları işleyen Erdoğan’ın faşist diktatörlüğüdür.

Cezaevi koşullarının ‘normal’ olması bir yana, Türkiye’deki yaşam koşullarına ‘normal’ demek bile ancak kör, sağır ve dilsiz olmakla mümkündür. Türkiye, Hitler ve Mussolini örneklerini aratan bir faşist diktatörlükle yönetilmektedir. İki yıla yaklaşan sıkıyönetimden farksız bir olağanüstü hal yönetimi altında, ülke açık bir cezaevine dönüştürülmüştür. Kürtlere karşı bir topyekun imha savaşı sürdürülmektedir. Cezaevleri devrimci, ilerici ve demokrat insanlarla tıkabasa doldurulmuştur. Barış talebinin bile suç sayıldığı ve tutuklama nedeni olduğu Türkiye, mevcut haliyle ‘normal’ olan her şeyin tükendiği bir ülke haline getirilmiştir. Bu tür bir ülkede norm aramak beyhude bir çabadır. Yürürlükte olan, ‘tek adam’ normsuzluğunun normlarıdır.

Soykırım amacını gizlemeyen Erdoğan diktatörlüğü, sadece Kuzey Kürdistan’da değil, Kürdistan’ın tüm parçalarında Kürtlerle savaş halindedir. Son iki yıl içinde karşımıza çıkan gerçeklik budur. Bunun en çarpıcı kanıtı, Türk ordusunun IŞİD’den farksız çetelerle birlikte Efrin’i işgal etmesidir. Kaldı ki, Efrin’e yönelik savaşı işgal olarak değerlendirmek yanlıştır. Yaşanan kesinlikle bir etnik temizliktir. Yüz binlerce Kürt kadim yurtlarından sökülüp çıkarılmıştır. Kürtlerden arındırılan Efrin’e Arapların yerleştirileceği açıkça dile getirilmektedir. BM Sözleşmelerinde bu fiilin karşılığı soykırımdır. Erdoğan diktatörlüğü ve Avrupa Konseyi’nin isterleri doğrultusunda hareket eden CPT, İmralı koşullarını ‘normal’ saymakla Efrin’deki etnik temizliği de onaylar duruma düşmüştür. Bu açıdan CPT mevcut misyonuyla Kürtler nezdinde yok hükmündedir.

Erdoğan’ın Kürtlerle savaşı soykırımcı imha çizgisiyle barışçıl ve demokratik çözüm çizgisi arasındaki savaştır. İlki soykırımcı faşist terör, ikincisi demokratik çözüm cephesini ifade etmektedir. ‘Çöktürme planı’ ile Kürtleri imha savaşına yönelen Erdoğan diktatörlüğünün ilk işi Önder Öcalan’ı tümden izole etmek olmuştur. Bunun yadırganacak bir yanı yoktur. Çünkü Abdullah Öcalan Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözüm çizgisinin temsilcisidir. Kürt sorununda ‘nihai çözüm’ü imha savaşında arayan bir rejimin Önder Öcalan’ı rahat bırakması elbette düşünülemez. PKK Yürütme Komitesi üyesi Murat Karayılan’ın açıklaması da bunu doğrulamaktadır. Nitekim televizyon cihazı ile tek kanallı radyosunun da elinden alındığı belirtilmektedir. Bütün bunlara rağmen CPT’nin mevcut durumu ‘normal’ sayması ahlaksızcadır, düşmancadır.

Özcesi, İmralı’daki durumun hafife alınır yanı yoktur. Halk Önderi Öcalan üzerindeki tehdit son derece ciddidir. Ailenin bir üyesinden 24 saat haber alamadığında kıyamet koparanların, Önder Öcalan’dan üç yıldır hiçbir haber alınmamasını sorun yapmamaları düşünülebilir mi? Üstelik Erdoğan diktatörlüğü gibi hiçbir insani ölçü ve kural tanımayan bir faşist rejimin tutsağı iken? Zaman tecridi parçalamak için kıyameti koparma zamanıdır.