Dersim dağlarında bir belgeselci
Dersim dağlarında bir belgeselci
Dersim dağlarında bir belgeselci
Caner Canerik, bağımsız bir belgesel yönetmeni. Yıllardır, Dersim'e ait, kaybolmak ile yüz yüze kalmış, özgün hikayeleri iğne ile kuyu kazarcasına beyaz perdeye taşıyarak, gün yüzüne çıkarıyor. Son belgeseli Was (Ot) da bu türden. Yönetmen Canerik, 10 yıldır Dersim'de kayıt yaptığını belirterek,' Was, Dersim ve Kürt gerçekliğini büyük oranda aktardığını düşündüğüm bir çalışmadır' diyor.
"Pirde Sur", "Bertij", "Phepuğun Sesi" ve "Was", isimli belgesellere imza atan Caner Canerik, uzun yıllar yaşadığı İstanbul'u terk ederek, Dersim'in Pülümür ilçesine bağlı bir dağ köyüne yerleşip, sinema çalışmalarını kısıtlı imkanlarla sürdürüyor. Tek başına çalışan Caner Canerik, "Dersim bu gün Kürt kimliğini dahi inkar edecek noktaya doğru hızla sürüklenirken bu bölgeyi bırakıp başka bir bölgede çalışma yürütmem sorumluluğumdan kaçış olacağı için kayıtsız kalmam imkansızdı. Yani barut kokusunu bilmeden, yasaklanmış dili hissetmeden, çatışmaları, baskıları görmeden, film yapılmaz" diyerek, İstanbul'u bırakıp, Dersim'e yerleşme gerekçesini özetliyor. Çektiği bütün belgesellerde, Dersim'in özgün ve kaybolmakla yüz yüze kalmış hikayelerini yansıtan yönetmen Canerik'in son belgeseli "Was" da bu içerikte. Belgeselinde iki yaşlı kumanın hikayesini, yaşam karşısındaki zorlukları işleyen yönetmen, sosyal bir hattan geçmişten günümüze süre gelen bir halkın, bölgenin en derin acılarını beyaz perdeye yansıtıyor. Şimdiye kadar birçok film festivalinden gösterilen ve ödüller alan "Was", 04-11 Ekim tarihleri arasında yapılacak 50.Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde, "En İyi Belgesel" için yarışacak.Yönetmen Caner Canerik ile "Was" belgeseli, Dersim'e dönüş hikayesi ve sinemasını konuştuk.
Gazetecilikten sinemaya geçiş yaptınız, sizi buna iten nedenler neydi ?
Gazetecilikte haber merkezi ve istihbarat servislerinde genellikle çalıştım. Günlük meydana gelen olayları yazar, görüntüler, izlerdim. Bir süre sonra ise günceli takip etmek, var olanı sadece aktarmak yetmiyor. Gündemi yaratmak yada kendi gündemi peşinden gitme istemi oluşuyor. Bununla paralel olarak da, 1994 yılından itibaren ayrıldığım Dersim’e dönüşlerin başlaması, kendi kültürümüzü ve değerlerimizi fark etmek ve bunların günden güne yok olduklarına tanıklık etmek bunları kayıt etme kaygısı gazetecilikten görsel ve yazılı belgeleme yapmaya yöneltti. Bunu yaparken de, güncel gelişmelerden bağımsız, belirlenen hedefler doğrultusunda çalışmak sanırım en önemli farkı oldu.
İlk olarak kameranızın yönünü ne zaman Dersim'in hikayelerine çevirdiniz?
İlk kaydı 2004 yılında yapmaya başladım. Yani yaklaşık olarak 10 yıldır, Dersim’e ilişkin kayıtlar yapıyorum.
Film biyografinizdeki listede hep Dersim’in hikayeleri var. Neden ?
Dersim, benim kendi memleketim olmaktan öte, birçok özgünlüğü barındıran bir coğrafya. Ekonomik olarak çok fakir olabilir ancak, kültürel olarak çok zengin. Dolayısıyla benim gibi iş yapan arkadaşlar için el değmemiş, birçok materyal barındırdığı kesin. Asimilasyon politikaları ve dışsal etkileri bir yana bırakıp kendimiz olarak bakmayı, kendimizi adeta yeniden keşfetmeyi ve kendi değerlerimizi – ki, bunlar aynı zamanda insanlık değerleridir. Bunları tanımaya ve onların evrensel kültürdeki yerlerini gördüğümüzde çalışmak için çok ideal ortam olduğunu gördüm ve bunlar her geçen gün, her ölen insanla birlikte yok oluyorlardı. Var olan ve her insanla birlikte kaybolacak olan masallar, efsaneler ya da yaşanmış olaylar, görsel açıdan da çok ilginç ve özgün karakterler, değerler ve yaklaşımlar barındırıyor. Bu işin bir tarafı. İkinci açıdan baktığımızda ise, tüm değerlerimizin çok acımasız bir saldırı altında bulunduğunu, insanların kendilerini inkar eder duruma getirildiklerini görüyoruz. Dil, kültür, inanç büyük bir saldırı altında. Kürt coğrafyasında asimilasyona dinsel farklılığından dolayı en çok maruz kalan Dersim yok olma noktasına gelmişken, yaşanmışlıklara kayıtsız kalmak imkansızdı. Geçmişle olduğu kadar, günümüzde yaşanılanları da imkanlar ölçüsünde ele alıp aktarmak gerekliydi. Çünkü Dersim yeniden dizayn edilmeye çalışılıyor ve maalesef ki, bu yeni şekillendirme içerisinde kendi özgün renkleri tasfiye edilmek üzere. Genel olarak devlet destekli yönlendirmelerde insanların geçmiş yaşam tarzını bilmeleri, ona göre şekillendirmeye müdahale etmeleri, aktif rol almalarını hedefliyorum. Maalesef ki bu bağlamda çok başarılı olabildiğimi söyleyemeyeceğim. Çünkü karşımızdaki büyük güç, tüm imkan ve olanaklarını adeta sınırsızca kullanarak asimilasyonu, yeniden dizaynı dayatıyor. Ben ve benim gibi bir grup insan da tüm bu politikalara karşı sadece kendi öz gücüne dayanarak bir şeyler yapma uğraşında. Özetleyecek olursak, Dersim bu gün Kürt kimliğini dahi inkar edecek noktaya doğru hızla sürüklenirken bu bölgeyi bırakıp başka bir bölgede çalışma yürütmem hem iş anlamında doğru değil, hemde insani sorumluluğumdan kaçış olacağı için doğru değil. Bu gün benim öncelikli görevim, atalarımdan kalan insanlık mirasını gelecek nesillere aktarmak. Bende bunu yapmaya çalışıyorum.
Sinema merkezi olarak bilinen İstanbul'u bırakıp Dersim'e yerleşmenizin nedeni bu mu?
Benim sinema yapmak, piyasa içerisinde yer almak ya da merkezde bulunmak gibi bir kaygım hiçbir zaman olmadı. “Bir şeyler yapmak” isteğinde bulunursanız, mekanın önemi büyüktür. Kendinizi, kendiniz gibi hissettiğiniz bir alanda yapacağınız üretimle, mutlu olmadığınız ve ait hissetmediğiniz mekanda bulunmanız durumunda yapacağınız üretimler farklıdır. Ben, 2006 yılında İstanbul’da tek satır bile yazamadığım bir hikayeyi, Dersim’de bir ay içerisinde kaba olarak tamamlayabildim. Bu, tercihin doğruluğunu ispatladı bir anlamda. Başka bir nokta ise politik bir tercihti. İnsanlar inandığı ve savunduğu değerleri pratiğe geçirdiği, samimi olarak uyguladığı anlamda var olabilir. Bu bağlamda Dersim gibi büyük oranda boşaltılmış bir kentte küçük bir köye gelip, kendini, savunduklarını yaşayabilmek önemli.
Son yıllarda bazı Kürt yönetmenler İstanbul’u bırakıp, Kürdistan’ın çeşitli kentlerine yerleşiyor. Sizce bunun Kürt Sineması’na katkısı ne olur?
Bu soruya biraz haddimi aşarak yanıt vermek istiyorum. Kürt sineması yapan arkadaşların önemli bir bölümünün filmlerinde diyalog eksikliği var. Adeta sessiz filmler yapılıyor. Bunun nedeni üzerine biraz düşündüğümde şu sonuca vardım. Kürt sineması yapan – ağırlıklı kısa film – teknik olarak, görsel olarak Kürt coğrafyasını yansıtsalar da, dil olarak konuşulan “Kürtçe” olsa da, bunun “Kürt filmi” ya da gerçek anlamda Kürtçe filmler, olduğunu söyleyemeyeceğimizi fark ettim. Bunun en önemli nedeni ise senarist ya da yönetmen arkadaşların ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşamalarından kaynaklı olmasıdır. Halktan, dilden, kültürden kopuk insanların Kürt filmi yapabildiklerini söylemek zor. Elbette ki, bu örneklemem geneli değil, istisnaları kapsıyor. Ele alınan konuyu gazetelerde, kitaplarda ayrıntılı okuyabilir ya da video kaydından yola çıkarak bir çok ayrıntıyı görebiliriz. Ama barut kokusunu bilmeden, yasaklanmış dili hissetmeden, çatışmaları, baskıları yörede turist ya da gazeteci, sinemacı olarak görmek imkansızdır bana göre. Ya da çok zor. Bu bağlamda bölgeye yerleşen ya da Amed de, yaşayıp sinema yapan arkadaşların tüm çalışmalarında Kürt renginin çok daha iyi yansıdığını düşünüyorum. Bu bağlamda Kürt sinemasının önümüzdeki süreçlerde kendi rengini daha çok yansıtan filmler üreteceğine inanıyorum.
Dersim’in kırsalında kaybolmakla yüz yüze kalmış hikayeleri beyaz perdeye yansıtmanızdaki amacınız ne?
Bu hikayeler bu toplumun gerçekleridir. Bu hikayeler kendi gerçeklerimizdir, bu hikayeler yok edilmek için yıllardır baskı altında tutulan insanların hikayeleridir, yok sayılanların, direnenlerin hikayeleridir. Bende bu toplumun bir parçasıyım. Onları geleceğe aktarmak benim görevim.
Genellikle hep yalnız çalışıyorsunuz. Bu yöntem ekip çalışmasından daha mı verimli sonuçlar ortaya çıkartıyor ?
Yalnız çalışmak ilk süreçlerde bir tercih değil, aksine zorunluluklardan kaynaklanan bir durumdu. Ancak daha sonra belgesel alanında bir tarz oturtunca, kaçınılmaz bir tercih oldu. Genel anlamda belgesel yada sinemada ekip kaçınılmazdır. Ancak benim yaptığım tarz belgesel sinema eserlerinde, bireylerin yaşantısını mümkün olduğunca doğal görüntülemek, dışsal etkiyi mümkün olduğunca düşürmek gerekiyor. Bir evin içerisine kalabalık bir ekiple girildiğinde kaçınılmaz olarak etkilenmeler olur ve doğal yaşam görüntülenemez. Bir kişiyle bu yapıldığı zaman üç-dört gün içerisinde hayatını görüntülediğiniz kişi sizi kanıksar ve yabancıymışsınız gibi davranmaz. Böylece gerçek hayattan görüntüler alma yüzdeniz daha yüksek olur.
Tek kişilik prodüksiyonun dezavantajları nelerdir ?
Avantajlarına rağmen senaryosu ya da çekim aşamasından kurgu ve tanıtımına kadar tüm iş yüküyle insanın tek başına uğraşmasının en büyük dezavantajı, filmin içerisinde kaybolma tehlikesidir. Bir süre sonra yaptığınızın nasıl olduğunu görememek gibi bir dezavantaj yaratıyor. İş yükünün fazla olması ve aylarca bir konu üzerinde çalışmanın getirdiği yorgunluk da, ciddi bir yıpratıcı etki gösteriyor. Bütün bunlara rağmen benim en çok zorlandığım alan, filmin tamamlanmasından sonraki süreçte. Çünkü, festivallere yollanması, tanıtım ve duyurusu konusunda tek kişinin yapabilecekleri çok sınırlı oluyor. Fiziksel olarak günde 18 saati bulan iş günleri, organizasyon ve kişisel ihtiyaçların karşılanmasının yarattığı zorluklar, film için gerekli ekonomik giderlerin karşılanması, sponsor vs. ilişkiler kurulması işin zor tarafları. Ancak, az önce de, belirttiğim gibi yapmaya çalıştığım “belgesel sinema” tarzı için tek kişilik çalışmak bir anlamda zorunlu. Bir de, ek olarak şunu söylemeliyim: Bu sektör için komik bile sayılamayacak rakamlarla film yapmaya çalışıyorum. Bir başka elemanın çalışması durumunda bu bütçelerin, bu kişilerin bir aylık maaşını bile karşılayamayacağını da, belirtmeliyim. Biraz zorunluluktan kaynaklı bir tarz seçimi diyebiliriz.
Son çektiğiniz belgesel Was – Ot'tan bahsedermisiniz?
Was, hikaye olarak çok güçlü. Bu hayatın tam içerisinden yer alan insanların hikayesidir. İnsanların içerisine düşürüldükleri durumların ot gibi basit ve ucuz bir meta üzerinden aktarılmasıdır. Var olan köy, Dersim ve Kürt gerçekliğini büyük oranda aktardığını düşündüğüm bir çalışmadır. Köyleri askerler tarafından zorla boşaltılan Beşer Demirtaş ve Fatma Bozkurt iki kuma. Fatma sağır ve dilsiz. Beşer ise fazla kilolarıyla zor hareket etmesine karşın, yaşam mücadelesini sürdüren bir kadın. Kırmızıköprü köyüne yerleştirilen kadınlar, kendilerine tahsis edilen bir göz evde, iki inek, bir buzağı ve kedi misafirleriyle yaşıyor. Belgesel bu her iki kadının yaşam mücadelesini irdeliyor.
Belgesel şimdiye kadar birçok yerde gösterildi. Şuanda da 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde 'En iyi belgesel' adayı olarak yarışıyor. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Festivallerde ödül alıp almaması çok önemli olmadı benim için. Önemsediğim nokta bugünün, insanlarımızın içerisine düşürüldükleri durumun kayıt edilip gösterilmesidir. Elbette ki, Van’dan en iyi belgesel ve en iyi senaryo ödülü alması, 50. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivalinde “En iyi belgesel" adayı filmlerden bir tanesi olması, vermek istediğimiz mesajın da, görüldüğü anlamına gelmesi bağlamında anlamlıdır, moral vericidir. Sinemada da, kendimiz olarak var olmamız durumunda başarının da, kaçınılmaz olacağının göstergesidir. Kürt sinemasının en büyük başarısı da, bunu tam olarak sağlayabildiğimiz anda gelecektir.
Dersim gibi politik atmosferin çok ağır olduğu bölgede neden sıradan ve sosyal içerikli hikayeler çekiyorsunuz...
Evet politik atmosfer çok yoğun. Birçok olgu da, bu hareketli ortamın içerisinde kaybolup gidiyor. Ama bu belgeselin politik olmadığını iddia edemeyiz. Yaşamın kendisi politik zaten. "Was", üst politikayla şekillendirilen toplumun yaşantısının, tabandaki yansımasını aktarıyor. 1990'lı yıllardaki çatışmalı süreç ve ardından köylerin zorla boşaltılması, göç eden insanların öylece ortada bırakılması ve verdikleri yaşam mücadelesidir. "Was", hayatın içerisinde çok önemli bir yeri olmayan bir metadır. Ucuz ve bol bulunur. Ancak, yaşanılan olaylar insanları bir bağ ota muhtaç hale getirdi. Yoğun politik atmosfer içerisinde pek dikkat çekmeyecek olsa da bu günü anlatan en iyi örnek olarak, düşündüğüm için bu bölgeseli çektim. "Was" aynı zamanda tüm zorluklara rağmen Dersim'i terk etmeyen insanların verdikleri yaşam mücadelesinin belgeselidir.
Oradaki insanların yaşantısı gerçekten belgeseldeki gibi zor mu?
Pülümür, aslında ekonomik olarak Dersim'in diğer ilçelerine göre daha iyi şartlara sahip. Halkın sosyal dayanışmaya verdiği önem, yaşlılık maaşı, akraba destekleri gibi unsunlar iyi kötü insanların idare etmesini sağlıyor. Ancak bu insanların rahat ettiği ve hak ettikleri yaşam standardında bulundukları anlamına gelmiyor. Barınacak bir evleri var ama o evlerin içlerini sadece içerisinde girenler görür. Bu insanlar kaç yaşında ve hangi şartlarda olurlarsa olsunlar, sürekli çalışmak zorundalar. Dil bilmiyorlar, konuşacak, dertlerini anlatacak muhatap bulmakta zorlanıyorlar. Hepsinden de önemlisi güvenlik gerekçesiyle köylerinden kopartılan insanlar, kendi memleketlerinde mülteci hayatı yaşıyorlar. Aidiyet duygusu olmadan devam ettirilen yaşamın ne kadar anlamlı olabileceğinin takdirini belgesel izleyicisine bırakıyorum.
Belgeselin ana karakteri olan yaşlı kadınlar kamerayı gördüklerinde ilk tepkileri nasıl oldu?
Oldukça ilginç yaklaşımları oldu. Ana karakterlerden Beşer Demirtaş, ilk kamerayı gördüğünde, tenekeye benzettiğini söyleyebilirim. Çünkü gerçekten kamera onlar için sadece bir tenekeden ibaretti.
Yeni bir proje var mı?
Evet bir belgesel üzerinde çalışıyorum. Çekimlerine bir süre önce başlamıştım fakat ekonomik nedenlerden dolayı ara verdim. Dağlarda gezen ve politik olmayan, 13 kez yakalanmasına rağmen kaçmayı başaramamış bir asker kaçağının hikayesi. Laze Qeme Beze olarak tanınan Dersim'in son eşkiyasının belgeselini çekiyorum.