Devlet bir aileyi nasıl yok etti?

Devlet bir aileyi nasıl yok etti?

Cevahir Kılıç, eşi ve iki çocuðu PKK saflarına katıldıktan sonra 7 çocuðuyla birlikte hayatı cehenneme döndü. Mevsimlik tarım işçiliði yaparak yaşama tutunan Cevahir Kılıç için her şey 20 Şubat 1993’te askerlerin yaşadıðı köy Şehrika’nın askerler tarafından yakmasıyla başladı.

Basa (Güçlükonak) ilçesine baðlı Bana (Ormaniçi) köyü 20 Şubat 1993 tarihinde Türk devlet güvenlik güçlerinin baskınına uðradı. Saat 04.00 civarlarında köye giren askerler yataktan kaldırdıkları köy halkını, yarı çıplak, yalın ayak bir şekilde köy meydanına topladılar. Kadın, çocuk, yaşlı, hasta ayrımı yapmadan herkesi 12 saat boyunca karda beklettiler. Erkekleri ise, eşlerinin gözleri önünde, yarım metre karın içerisine karın üstü yatırdılar. Baskında, askerlerin açtıðı ateş sonucu, beş yaşındaki Abide Ekin olay yerinde öldü. 25 ev yandı, çok sayıda hayvan telef oldu. Köyde gözaltına alınan biri kadın, toplam 44 kişi ise tutuklanıp karakollara götürüldü. Ama Bana köylüleri için gün hala bitmiş deðildi…

O dönem yaşananları köy sakinlerinden Cevahir Kılıç ANF’ye anlattı. Cevahir Kılıç, eşi ve iki çocuðu PKK’ye katıldıkları için devletin ve askerin her türlü baskısına maruz kalmış. Basa’ya (Güçlükonak) baðlı Bana (Ormaniçi) köyünün 20 Şubat 1993 tarihinde yakılmasıyla başlayan acı ve ıstırabı, 1994 yılı sonuna kadar sürmüş. Bu bir buçuk yılın her anı birbirinden acı geçer. Cevahir Kılıç yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Eşim Sabri Kılıç PKK’ye milislik yapmaya başladıktan sonra fazla eve uðramaz oldu. Deşifre olmuştu. Bir gün duydum ki Sabri, Bana (Ormaniçi) köyünde. Bunun üzerine ben de oraya gitmeye karar verdim. Kızım Newroz’u ve Besna’yı yanıma alarak evden çıktım. O zaman da kış, yerde yarım metre kadar kar var. Bana’ya giden vadiye girdikten sonra fark ettim ki, operasyon var. Meðer Basa, Zeve ve Fındıke karakolları sabahın beşinde Bana köyünü basmış. Dað, taş her yer, aðaçların yaprakları bile asker.”

Henüz köye varmadan iki asker, önlerini keserek, nereye gittiklerini sorarlar. Bunun üzerine Cevahir Kılıç, kucaðındaki kızını göstererek, hastaneye gittiðini söyler askerlere. Ardından Kılıç ve küçük kızları birlikte üsteðmenin yanına götürülür. Üzerinde kar elbisesi ve ayaðında makap ayakkabı olan üsteðmen, Kılıç’ın ve kızlarının yanına halk arasında Loku Helaxi olarak bilinen Osman Ayaz isimli bir itirafçıyı vererek onları köye kadar götürmesini söyler. Köye vardıklarında her tarafta askerlerin olduðunu ifade eden Cevahir Kılıç, “Köyün bütün erkeklerini köy meydanına toplamışlar, aðız üstü kara yatırmışlar. Ölüler mi, saðlar mı bilmiyorum. Beni de kadınların bulunduðu tarafa gönderdiler” dedi.

“25 EVÝ YAKTILAR”

Askerler köylülere 3 gün süre tanıyarak, “Buradan giderseniz, gidersiniz. Yok kalırsanız, hiçbirinizi sað bırakmayız” tehdidinde bulunur. Bu tehdidin ardından askerler gaz döküp evleri ve içerisinde hayvanların bulunduðu ahırları yakmaya başlarlar. Ýçerisinde insanların bulunmadıðı evler büyük alevler içinde kalırken, yine ateş topuna dönüşen ahırlarda bulunan hayvanlar ise çıðlıklar atarak diri diri yakılır. Cevahir Kılıç, o anı şöyle anlatıyor; “Hayvanlar can havliyle kendilerini duvarlara vuruyorlar, böðürüyorlar… sonunda bazı ahırların kapıları kırıldı. Dışarı çıkmayı başaran hayvanlar da ateş topu gibi üstümüzü üstümüze saldırıyorlardı. O gece tam yirmi beş evi yaktılar. Binlerce hayvanı diri diri yakarak katlettiler.”

Evleri yakılan köylüler askerler tarafından akşama doðru içtimaa tabi tutulur ve tek tek kimlikleri sorulur. Kılıç, şöyle devam ediyor:

“Sıra genç bir kadına geldi, kimliðine baktılar, “gel” dediler. Gözlerini baðladılar. Birden silah sesleri gelmeye başladı. Askerlerin her biri bir yere yattı, ateş etmeye başladılar. O esnada bir mermi, götürmek istedikleri, genç kadının çocuðuna isabet etti. Mermi çocuðun karnını yırttı, geçti. Baðırsakları yere döküldü. Çocuk orada öldü. Çatışma da beş on dakika sürmedi, durdu. Ateş eden kimdi, neciydi kimse bilmedi. Sonradan, askerlerin birbirlerini vurdukları söylendi. O genç kadın çocuðunu kucaðına aldı, tam üç gün bırakmadı. Artık, kafayı yedi dedik. Üçüncü gün kucaðından çocuðu aldık, götürüp gömdük.”

“RESUL’Ü DÝRÝ DÝRÝ YAKTILAR”

Askerler arasında çıkan çatışma sona erdikten sonra bu sefer Çevahir Kılıç’ın akrabası Resul’ün elleri baðlanır ve karda sürüklenir, özel timler tarafından öldüresiye dövülür. Ardından Resul’ün üzerine bir bidon gaz yaðı dökülüp diri diri yakılır. Ateş topuna dönen Resul avazı çıktıðı kadar baðırır, çıðlıklar atar. Kadınlar Resul’ü söndürmeye yeltense de askerler buna engel olur ve kadınlara dipçiklerle vurur. Bu arada Resul kendini yerde yuvarlar ama ateşi bir süre söndüremez. Yerde çok fazla kar olduðundan bir süre sonra ateşi söndürür ancak Resul’ün bütün derisi sanki yüzülmüşçesine parça parça olur. Resul çektiði acılar hafiflesin diye bir ay boyunca yakınları tarafından kar üstünde yuvarlanır.”

Karanlık çökerken askerler köyden ayrılır. Köyün bütün erkeklerini de yalın ayak, yarı çıplak bir şekilde karda Base (Güçlükonak) karakoluna kadar yürüterek götürürler. Kadınlar ise evleri yandıðı için maðaralara sıðınırlar. Cevahir Kılıç şunları aktarıyor:

“Maðarada akşam uyurken biri geldi, “Qumri, Qumri” diye seslendi. Hemen yanımda yatan Qumri’yi kaldırdım. Qumri’yle gittik maðaranın girişine, baktım iki milisle bir arkadaş. Birisini aðaçtan bir sedyeye koyup getirmişler. Üstüne de battaniye atmışlar, kim olduðu belli olmuyordu. Battaniyeyi kaldırdılar, baktım eşim Sabri. Olduðum yerde dizlerimin üstüne düştüm. Dizimi başının altına koydum, elimi nabzına koydum. Nabzının attıðını fark etmedim. Başımı kaldırdım, milislere baktım “yaşamıyor” dedim. “Yok ana, yaşıyor” dedi içlerinden biri.”

Askerler samanlıðı ateşe verdiklerinde orada bulunan Sabri Kılıç, dumandan zehirlenmiş. Gece karanlık çökene kadar samanlıktan çıkamamış. Karanlık olunca samanlıktan çıkmış. Temiz havayı soluyunca, bayılmış. Ertesi gün köy civarında tekrar silah sesleri yükselir. Bunun üzerine milisler Sabri Kılıç’ı sedyeye koyup oradan uzaklaştırırlar…

Yarı çıplak, yalın ayak karda yürütülen 43 köylüden ise uzun süre haber alınamaz. Olayın üzerinden iki ay geçtikten sonra Ýbrahim Özkan, Mehmet Tahir Çetin ve köyden helikopterle götürülen Halime Ekin’in de aralarında olduðu birçoðu ölüme terk edilmiş bir şekilde Siirt köprüsünün altında bir çoban tarafından bulunur. Olaydan tam altmış gün sonra Nevaf Özkan, Fahrettin Özkan, Abdulselam Demir ve Resul Aslan’ın Mardin Devlet Hastanesi’nde olduðu öðrenilir. Sekiz kişinin izine ise Muş Cezaevi’nde rastlanır.

Köylülerden Ýbrahim Ekinci ise bir daha eve dönmez. Olaydan tam yetmiş gün sonra cesedi bulunur. Evlerine dönmeyi başaranlar ise yara bere içindedir. Aşırı işkence ve karda uzun süre bekletilmekten oluşan kangren oluşması nedeniyle Abdulselam Demir, Nevaf Özkan, Hüseyin Yıldırım, Mehmet Tahir Çetin’in ayakları çeşitli yerlerinden kesilir.

PEŞ PEŞE PKK’YE KATILDILAR

Sabri Kılıç, PKK’ye katılınca askerler hemen hemen her gece Cevahir Kılıç’ın evine baskın düzenler. Baskıların yoðunlaşması üzerine Kılıç’ın en büyük oðlu Abdulsamet Kılıç dayanamayıp Hatay’a gider ve oradan PKK saflarına katılır. Aynı günlerde Kılıç’ın kızı Zahide Kılıç da PKK saflarına katılır. Eşi ve iki çocuðu PKK saflarına katılan Cevahir Kılıç, 7 küçük çocukla bir başına kalır. Cevahir Kılıç, o günleri şöyle anlatıyor:

“Bir gün Basa (Güçlükonak) karakolundan beni çaðırdılar. Odasına gittiðim komutan yüzüme hiç bakmadan, bekledi, bekledi. Sonra yavaşça kafasını kaldırdı, “kızın nereye gitti” dedi. Sesinin tonu sert ve öfkeliydi. O bakışları, ses tonu karşısında aklımdaki kelimeleri bir araya getirip cümle kuramıyordum. “Oduna gitmişti” dedim. Oturduðu koltuktan aniden kalkıp, baðırırcasına, “Bu nasıl oduna gitmekmiş? Neden evden çıktıðı gün gelip bize söylemedin” dedi. O öyle baðırınca dilim tutuldu sanki. Sonra “kaç gün oldu” diye sordu. Ýki akşam önce dedim. Doðrusu ise 13 gün olmuştu ve PKK’ye katıldıðını biliyordum. Ama bunu söylmeye korktum. Yalanımı fark etmiş gibi dudaklarını büküp, dik dik bana bakınca “ayıptır kız kısmının bu kadar dışarıda kalması. Başına bir şey gelmiş olabilir, bir yerden düşmüş olabilir diye ortalıðı velveleye vermek istemedim. Bu yüzden dün kendim aradım, ama bulamadım. Bugün de zaten karakola başvuracaktım. Tesadüfen siz de bugün çaðırmışsınız. Ben de hemen geldim” diyerek yalanımı gizlemeye çalıştım. Bir şeyler biliyormuş ve kendinden eminmiş gibi “kaç kişiydiler?” dedi. ‘Üç kız bir erkek’ dedim. En son “komutan bey görüyorsun her taraf kar, belki de bir kayadan düşmüştür” dedim. Birden dudaklarına bir tebessüm belirdi, “Diyorsun!” dedi.”

Karakol komutanıyla yaşadıðı bu diyalogun ardından Cevahir Kılıç’ın kapısı iki gün sonra tekrar askerler tarafından çalınır. Bu sefer askerler evin etrafını sarmıştır. Kapıdaki izbandot görünüşlü asker Cevahir Kılıç’a, “Zahide Kılıç (kızı) gelmedi mi” diye sorar. Buna karşılık Kılıç, “Hayır gelmedi” yanıtını verir. Asker ise “niye gidip getirmiyorsun’ diye sorar. Cevahir Kılıç bu diyalogu şöyle anlatıyor:

“Ben de ona, ‘Sen devletsin, askersin, sen getiremiyorsan, ben yaşlı bir kadınım, nasıl gidip getireyim?’ dedim. O da bana, ‘Sen göndermişsin, sen getireceksin’ dedi. Ben ise, ‘Hayır ben göndermedim. Amcasının cenazesini paramparça ettiniz. O cenazeyi gördü, ondan etkilendi gitti’ dedim. O da bana, ‘Sen de gitmiyor musun’ diye sordu. ‘Ben gidemiyorum, gidebilseydim bende giderdim. Çocuklarım küçük, yüküm aðır’ dedim. Söyleyecek söz bulamadı mı nedir, eliyle beni kapının aðzından kenara itip içeri girdi. Hemen peşi sıra diðer askerler onu izledi. Her yeri aradılar, her şeyi birbirine karıştırdılar.”

KARAKOLA SU TAŞIMA CEZASI

Kayna Hejira, Şehrıka ve Şevi köyleri için Türk devleti tarafından PKK’nin karargahı olarak görülüyordu. Bu yüzden köylüler de cezalandırılır. Ceza olarak bu köylerin Şehrıka ve Kanya Hejira’nın Basa (Güçlükonak) karakoluna su çekmesi verilmişti. Cevahir Kılıç, bunu şöyle anlatıyor:

“Biz karakolun suyunu sırtımızla çekmeye başladık. Her gün, sabahtan akşama kadar, bidonlarla bizim köyün çeşmesinden karakola su taşıyorduk. Bidonları çeşmeden doldurup, yaklaşık iki kilometre, sırtımızda karakola götürüyorduk. Yaklaşık iki ay her gün 7-8 ev sırayla karakola su çektik. Diyorlardı ‘siz PKK’ye ekmek veriyorsunuz. Bu sizin cezanızdır.’

Bir seferinde karakol komutanına dedim, “komutanım, bak sen gündüz geliyorsun, gece de onlar geliyor. Sen ne kadar silahlıysan onlar da silahlı.” Gerçekten de hemen hemen her gece Hevaller köye geliyorlardı. Gündüz de askerler. “Bak” dedim, “senin de çoluðun-çocuðun var. Benim yerimde olsan, sen de vermez misin?”

Bir başka gün karakola su taşıma sırası Kılıç ailesine gelir. Cevahir Kılıç, bunun için küçük kızını gönderir. Karakoldaki üsteðmen küçük kızın götürdüðü suyu yere dökerek, “Git anan gelsin. Gelmezse yarın gelirim onu çırılçıplak eder, ellerini baðlayıp, sürükleyerek karakola kadar getiririm” diye tehdit eder. Bunun üzerine ne yapacaðını şaşıran Cevahir Kılıç, çocuklarını da alarak babasının köyüne gider.

Ýki gün babasının evinde kalan Cevahir Kılıç’a ailesi, üçüncü gece “Seni burada aðırlayamayız, devlet fark ederse bizim evimizde yıkılır” diyerek kapıyı gösterir. “Onlar da haklılar” diyen Cevahir Kılıç, “Devletin korkusunda kim kime sahip çıkabilirdi ki” diyor. Kılıç, ardından yaşadıklarını anlatıyor:

“Baktım olacak gibi deðil, çocuklarımı aldım, çıktım evden. Ama nereye gideceðim, ne yapacaðım hiç bilmiyorum. Gittim yola, dedim ‘en iyisi Siirt’e gideyim’. Siirt’te de ne kimsem var, ne de bir şeyim. Ama en azından diyordum, belki biraz rahatlarım.

Bir minibüs geldi, bindik, Siirt’e doðru çıktık yola. Daha yarım saat kadar bir yol almamıştık ki, baktım arkadaşlar yolu kesmiş, kimlik kontrolü yapıyorlar. Ýçlerinden bazılarını daha önce görmüştüm. Şehit düşen kaynımla birlikte bizim eve birkaç sefer gelmişlerdi. Dedi “ana nereye gidiyorsun?” Anlattım, hal böyle böyledir. Dediler “bir yere gitmiyorsun”. Beni alıp Şıkeftiye köyüne götürdüler. Bir milisin evine yerleştirdiler. Orada yirmi güne yakın kaldım. Yirminci gün operasyon çıktı. Köyden ayrılmak zorunda kaldım. Oradan da Xorse’ye gittim. Orada da bir süre kaldım. Artık köyden köye sürükleniyorduk…”

ASKERLERDEN KAÇIŞ…!

Cevahir Kılıç, çocuklarıyla o köyden bu köye sürüklenirken, bu arada kendi köyünde üsteðmen birkaç kez eve baskın düzenler ancak aileyi yerinde bulamaz ve evi yakarlar. Ve Şehrıka köyündeki bütün evler de boşaltılır. Kılıç ailesi Xorse köyünde iki ay kalır. Ancak ikinci bir operasyon yapılır köye. Uçaklar köyü bombalar. Cevahir Kılıç şunları anlatıyor:

“Geceleri maðarada yatıyorduk. Bombalama sırasında da maðaralar çekildik. Biraz bekledikten sonra uçaklar gitti. O sırada iki gerilla geldi, dediler ki, ‘askerler etrafımızı sarmış, aileler hemen çıksın’ Biz de 53 kişiyiz. Bazı kadınlar hamile, bazı yaşlılar hiç yürüyemiyor, çocuklar bir dert. Bu sırada tepelerden silah sesleri de gelmeye başladı. Gerillalar askerle çatışmaya girdiler. Mecbur döndük maðaraya. Oturduk, bekliyoruz. Ama silah sesleri, bomba sesleri maðaranın içinden öyle bir duyuluyordu ki, askerler maðaranın aðzına ha vardılar ha varacaklar... Çocuklar aðlıyor… Mecburen akşama kadar bekledik.

Akşam olmak üzereyken, baktık silah sesleri azaldı. Çıktık oradan. Ailelerin hemen hemen hepsinin durumu benimki gibi, askerler hangisini yakalasa, öldürmese de ölmekten beter edecekler. Korkudan, kimse askerlerin eline geçmek istemiyor. Mecburen kalktık yola koyulduk. Ama gece, karanlık çöktü. Yanımızda çocuklar, yaşlılar var. Ne biz onları taşıyabiliyoruz, ne de onlar yürüyebiliyor. Bu şekilde şafak sökmeden daðın zirvesini aştık. Bir maðara bulduk, o gün orada kaldık.”

“Gece boyunca yürümüşüz, yanımızda da ne ekmek var nede su. Çocuklar aðlamaya başladılar. Öðlene doðru, Haci Ahmet “çocuklara su getireceðim” diyerek, maðaradan çıktı. Haci Ahmet geri geldiðinde kendisiyle iki yaralı gerilla getirdi. Ýkinci gece orada kaldık. Çocuklar aç, aðlıyorlar. Silah sesleri gittikçe yakınlaşıyor. Çocukların sesleri askerlere gitse, gelip hepimizi orada imha edecekler. Mememi çocuðun aðzına koydum, ama benim de sütüm yok. Günlerdir aðzıma bir şey deðmemiş ki. Mememi çocuðun aðzına bastırdım, dedim boðulursa boðulsun. O yaralı arkadaş elimden aldı, ‘öldüreceksin’ dedi. Ya Rabbim çocuk durmuyor. Habire aðlıyor. Sonunda askerler bizi fark ettiler. Artık çocukların sesinden mi nedir, bilmiyorum. Ama, baktık askerler maðaraya doðru geliyorlar. Çocuðun aðzına mememi koydum, bastırdım. Dedim boðulursa da boðulsun. Ýyi tarafı; girdiðimiz maðaranın girişinden ancak oturarak geçilebiliyordu. Birkaç metre kaz yürüyüşü yaptıktan sonra içeri girilebiliyordu. Bekliyoruz, ha içeri girdiler ha girecekler. Girseler hepimizi elle yakalarlar. Birden maðaranın aðzında bombalar patlamaya başladı. Allahtan, maðaranın girişi koridor gibi biraz uzundu, bombaların parçaları bize ulaşmıyordu. Ama içerisi toz, duman içinde. Nefes almakta güçlük çekiyorduk. Her birimiz başımıza bir şey örttük, maðaranın o tozu, topraðı içine aðız üstü kapandık. Ama çıt, yok. Çocuklardan bile sanki ses çıkmıyordu. Çıkıyordu da ben mi duymuyordum, bilmiyorum.”

“Ne kadar sürdü bilmiyorum, ama silah sesleri bir ara kesildi. Birkaç çocuðun sesini, annelerin ‘ışşş’ deyişini duyuyorum. Hala içerde hiçbir şey tozdan dumandan görmüyordu. Askerler içeri girmediler. Birkaç bomba attılar, birkaç sefer taradılar, gittiler. Sanırım maðaranın girişi dar olduðu için içeri girmeye korktular. Onlar gitmiş ama bizim haberimiz yok. Kim yaralı, kim ölü onu da bilmiyoruz. Kendimi yokladım, baktım bende bir şey yok. Çocuklarıma seslendim, hepsi etrafımda, yerde uzanmışlar. Sonra birbirimize seslendik, baktık kimseye bir şey olmamış. Meðer, arkadaşlar ile askerler arasında tepelerde halen çatışmalar sürüyormuş, karanlık çökmek üzereyken, askerler yeniden tepelere çekilmişler. Fakat biz bilmiyoruz, karanlık çökmüş. Silah sesleri duyulmayınca, arkadaşlar maðaranın aðzına gittiler, biraz etrafı dinlediler, tekrar geldiler. Dediler, “askerler çekilmiş, hemen buradan çıkalım.” Yaralı arkadaşlar bizden ayrıldı, biz yola koyulduk.”

“ÇOCUÐUMU KUCAÐIMDAN ALIP YERE FIRLATTI”

Maðaradan çıkıp yollarına devam eden köylüleri fark eden askerler ateş ederler. Yaşanan panikte herkes bir yere daðılır. Ardından korucular köylülerin yanına gelir. Köylüler bir araya toplanınca fark edilir ki gruptan bir anne ve iki çocuðu yaralanmıştır. Çocuklardan birinin yarası ise aðırdır. Daha sonra askerler gelip köylüleri üsteðmenin yanına götürür. Buradaki taburda kurulan çadırlara aileler tıkıştırılır. Nezarethane görevi gören çadırlarda kadınlara sürekli ‘kocalarınız nerede’ sorusu yöneltilir. Cevahir Kılıç devam ediyor:

“13 gün o çadırlarda kaldık. Tam 13’üncü gün bir asker geldi, “Cevahir Kılıç kim?” dedi. “Benim” dedim. “Albay seni istiyor.” O öyle söyleyince ‘valla ben gittim’ dedim. Belki vicdana gelir diyerek, çocuðumu kucaðıma alıp öyle gittim. Çıktım karşısına. Albay döndü, yüzüme baktı. “Sabri senin kocan mı?”, “evet...” “Samet senin oðlun mu?” “evet...” “Zahide senin kızın mı?” “evet...” Parmaðıyla tehdit eder gibi “Doðruyu söyle, neredeler?” dedi. Adam birden burnundan solur gibi üzerime yürüdü. Çocuðu elimden aldıðı gibi yere fırlattı. Ben kendimi çocuðun üzerine attım, tekmelerle bana vurmaya başladı. Arada da “sana doðru söyle diyorum, sen hala aynı yalanı tekrarlıyorsun. Sen bizi geri zekalı, ahmak mı sanıyorsun?” diye konuşuyordu. Albay biraz sakinleşince, kapıda bekleyen askerlere “bunu götürün” dedi. Beni aldılar bir helikoptere bindirdiler, çocuðum orada kaldı. Artık beni kesin öldürmeye götürüyorlar’ diyordum. O yüzden de çocuðun orada kalmasına seviniyordum da. Ama helikopter kalkınca, yukardan çadırlara derin derin baktım. Belki son bir defa çocuklarımı görürüm diye, baktım, baktım, hiçbirini göremedim. Onları düşündükçe aðlıyordum.”

“Xorse’ye gelince helikopter yere indi. Beni köyün arkasındaki maðaraya doðru götürdüler. Maðaranın önüne vardıðımızda, dışarıda beklediler, bana “git bak hele mayın var mı?” dediler. Gittim, baktım, bir şey yoktu. Onlar da geldiler. Beni, orada eskiden açılmış bir çukura, başım tek dışarıda kalacak şekilde gömdüler. Bunu yapanlardan ikisi Mehmet Ali, diðeri Ahmo adında iki korucu. Askerler beni helikopterle indirdikten sonra gittiler. Mehmet Ali’liyle Ahmo, habire bana konuş diyorlardı. Ben susmaya devam ettikçe, küfür ediyorlardı. Dedim, “nasıl olsa öldüreceksiniz, bari bir bardak su verin.” Mehmet Ali su verdi, Ahmo durmadan küfür ediyordu. Bir süre sonra bir üsteðmen geldi. Ýsminin Şefik olduðunu sonradan öðrendim. Dedi “niye PKK’ye sıðındın?” PKK’lilerin yerlerini sordu. Daðda gördüklerimi, operasyondan önce köye gidip geldiklerini söyledim. Dedi “uçaksavarı nereye sakladınız?” Benim de uçaksavardan haberim yok, meðer bir süre önce arkadaşlar bir karakolu basmışlar, oradan bir uçaksavar almışlar. Kocamın sakladıðını söylüyorlardı. “Madem söylemiyor, oðlunu getirin” dedi. Baktım, Lokman’ı da getirdiler. Yanımda bir çukur kazdılar, onu da kafası tek dışarıda kalacak şekilde gömdüler.”

“Üç gün üç gece o çukurun içinde gömülü kaldık. Susuzluktan dilim kurumuştu, tek kelime edecek gücü kendimde görmüyordum. Üçüncü günün sonunda çukurdan bizi çıkardılar. Derin bir çukurun üzerine götürdüler. Kuyunun dibi görünmüyordu. Mehmet Ali’yle Ahmo, ayaklarımdan tutup, baş aşaðı kuyuya sarkıttılar. ‘Ya konuşursun yada seni buradan aşaðıya atarız’ dediler. Üsteðmen de onları izliyordu. Baktılar konuşmuyorum, tekrar üsteðmenin yanına götürdüler. Bir asker çocuðun kolundan tutup, dışarı doðru çekmeye başladı. Asker çocuðu çekerek, maðaranın dışına çıkardı.”

“KONUŞMAZSAN DÝLÝNÝ KESERÝZ”

“Beni mevzilerin arasında bir kayanın üzerine götürdüler. Ellerimi ayaklarımı sıkıca baðlayıp, o kayanın üstünde bıraktılar. Yaðmur da bardaktan boşalırcasına yaðıyordu. Taş da buz gibiydi. Her tarafım uyuşmuş, dişlerim zangır zangır birbirine çarpıyordu. Saat kaç olmuştu bilmiyorum, ama gece baktım, bir asker bir parke getirdi üzerime örttü. Ama yaðmur öyle yaðıyordu ki, parke beş-on dakikada suya koyulup çıkarılmış gibi oldu. Ýyi olan tek tarafı, başımda parkenin altında olduðu için nefesim beni biraz ısıtıyordu. Sabah beni yine sorguya götürdüler. Şefik üsteðmen eline bir bıçak aldı, “ya uçaksavarın yerini söylersin ya da dilini keseceðiz” dedi. Ben yine bilmediðimi söyledim. Adam “bu kadın demir gibi, ama ona gününü göstereceðiz” diyordu. Oðlumu sordum “öldürdük” dediler. Bunu duyunca, yaşama dair içimde kalan son istekte kayboldu, gitti. Akşam, yine aynı taşın üzerine götürüp baðladılar. Hava buz gibiydi. Daha sonraki günlerde Lokman’ımı da getirip, yan tarafımdaki mevzide baðladılar. Bir gece yine ayaz, hava buz gibi. Tir tir titriyordum. Baktım, bir el bana dokundu. Ýrkildim. Döndüm, Lokman. Ellerimi boynundan aşırıp kucaðıma aldım, o da bana sıkıca sarıldı. Baðlı olduðu askeri beklemiş, o yatınca kendin çözüp yanıma gelmiş. Lokman o geceden sonra da birkaç sefer kendini kurtarıp geldi yanıma.”

“O kayanın başında baðlıyken, karakolda ne oluyor, bitiyor izliyordum. Bir gün, yine kayanın başındayken, baktım altı kişi getirdiler. Ama insanlıktan çıkarmışlardı. Ýçlerinden tek birini tanımıyordum, o da sanırım arkadaşlardan biriydi. Diðer beşini tanıyordum. Hepsi Xorse köyündendiler. Sanırım arkadaşlara erzak götürürken, yakalanmışlardı. Ýsmet’in oðlu Ýlhan, Ýbrahim ê Xane’nin oðlu Fikri, Haci Muhammed’in oðlu Ahmet, Ramazan’ın oðlu Bahri, bir de Ahmet Özdemir’di. O kadar işekence yapmışlardı ki, hepsi ölü gibiydi. Fikri yürüyemiyordu bile. Onu yerde sürükleyerek helikoptere bindirdiler. Götürüp Fındık daðında Deşta Bîra’da Şeş Çala’ya attılar.”

“HELÝKOPTER 6 CESET ATTI”

Olay 1993 yılı sonbaharında meydana geldi. Fakat olayın görgü tanıðı bir tek Cevahir Kılıç deðildi. Operasyondan kaçıp, Gabar daðına sıðınmış Ömer Güler de olaya tanık olmuş. Ömer Güler ise şunları aktarıyor; “Biz operasyonda saklanıyorduk. Baktık helikopter geldi, Fındık’ta Şeş Çala’da indi. Baktım, bir şeyler atıp, gittiler. Ne olduðunu anlamadık, ama tahmin ettik yine birilerini öldürmüşler. Gittik baktık. Altı cenazeydi. Ýçlerinden Fikri’yi tanıdım.” Cevahir Kılıç, altıncı kişinin kim olduðunu bilinmese de diðer beş kişinin Benati köyünden Ahmet Özdemir ve soyadlarını bilmediði Fikri, Ahmet, Bahri ve Ýlhan olduklarından emin. Ki, o günden sonra hiçbiri hakkında haber alınamamış. Her beş kişi kaybolduktan sonra aileleri onlardan uzun süre haber alamadı. Bunun üzerine aileleri aramaya çıktılar. Bahri’nin kardeşi Hasan da bunlardan bir tanesiydi. Fakat Bahri’de aynı günlerde kayboldu. Bir süre sonra cesedi Desta Haser’de bulundu.

Cevahir Kılıç, 25 gün boyunca aç susuz uykusuz o kayanın üzerinde tutulur. Bu arada tekrar üsteðmen Şefik’in yanına götürülür. Aynı sorular yöneltilir. Şefik, bu sefer askerlerine “tuvalete kilitleyin” emrini verir. Bunun üzerine Cevahir Kılıç, askerlerin tuvalet diye kullandıkları bir kayanın altına kapatılır. “Koku adeta beynime işliyordu. Ne oturabiliyorum, ne yatabiliyorum, öylece sürekli ayaklarımın üzerinde duruyordum. Sonunda dayanamadım. Oturdum o pisliðin içine. Altı gün de orada kaldım” diyor.

Altı gün sonra ‘tuvaletten’ çıkarılan Cevahir Kılıç’ın yanına oðlu Lokman da getirilir. Ancak Lokman bitlenmiştir ve her tarafında bıçak izleri vardır. Daha sonra Kılıç ve oðlu Şefik üsteðmen tarafından, “Şimdi kalk, köye git. Ama her gece bir evde kalacaksın. Duysam iki gece bir evde kaldıðını, seni alır tekrar tıkarım o tuvalete” denilerek, Sofi Ömer denilen bir adamla Hirareş köyüne gönderilir. Uzun süre sonra rahat bir şekilde daldıðı uykusundan Sofi Ömer’in karısının “kalk, üsteðmen seni istiyor” sesiyle uyanır. Cevahir Kılıç, devamla şunları anlatıyor:

“Karakola gidince, baktım Haci Ahmet, elleri ayakları baðlı, orada. Sakalları tek tek yolunmuş. Yüzü gözü morarmış, toz toprak içinde. Beni görünce aðladı. Benden tek beklentisi akıbetinin ne olduðunu dışarıya duyurmam olabilirdi. Üsteðmen kafasıyla Haci Ahmet’i gösterip bana, “bak, bu sizin temsilciniz” dedi. “Bak, onu tanıyor musun?” O zaman anladım, Haci Ahmet’in yüzündeki ifadeyi. ‘Tanıma beni’ diyen halini. “Tanımıyorum” dedim. “Nasıl tanımazsın, sizin temsilciniz deðil mi?” diye üsteledi. Dudaðımı büküp tanımadıðımı söyledim. Biz oradan ayrıldık, tekrar köye döndük. Ýkinci gün yine çaðırdılar. Karakola girerken, etrafa göz gezdirdim, belki Haci Ahmet’i görürüm diye. Ama görmedim. Sonradan duydum ki, o gün biz karakoldan ayrıldıktan sonra helikopterle götürüp, bir yerden helikopterden atıp öldürmüşler. Bu kez Celal isminde bir gerillayı çıkardılar karşıma. Ona da çok işkence yapmışlardı. Yüzü gözü morarmış, tanınmaz bir halde. Üsteðmen yine “tanıyor musun?” dedi.”

“BEN NE OLACAÐIM?”

Karakol komutanı tarafından korucu köyüne yerleştirilen ancak, köydeki hiçbir ailenin barındırmak istemediði Cevahir Kılıç, Kış mevsimi başladıðından seyyar olan Xorse karakolu taşınma hazırlıkları yaparken, gidip karakol komutanı Şefik’e ‘ben ne olacaðım’ diye sorar. Cevahir Kılıç, şunları aktarıyor:

“Üsteðmen Şefik geldi, korucuları topladı beni barındırmak isteyip istemediklerini sordu. Hepsi beni köylerinde görmek istemediklerini söylediler. Üsteðmen de “götürün Siirt’e bırakın” dedi. Burada bulunduðum 7 ay boyunca çocuklarımdan hiç haber alamamıştım. Siirt’te bildiðim tek tanıdık vardı. O köylerde yaşadıklarımdan sonra o aile de beni kabul eder mi, etmez mi bilmiyordum. Mecbur kaldım, o evin yolunu tuttum. Gittim baktım, çocuklarımı da almış yanına.”

Bu olaydan sonra Cevahir Kılıç çocuklarını alıp, Ýzmir’in yolunu tuttu. Fakat köyünden çıkarıldıktan sonra bir daha köyüne dönmedi. Çocuklarıyla birlikte kah Çukurova’da pamuk, kah Karadeniz’de fındık toplamaya gitti. Bir gelecek hayali kurduðu topraklardan koparılıp göç yollarına düşürüldükten sonra hiç durmadı. Hala göç ve mültecilik yollarında…

ANF NEWS AGENCY