Faşist ittifakın netliği kadar direnişçiler de net olmalıdır
AKP-MHP faşist iktidarının amacı netleşmiştir. Faşist cephede netlik vardır. Demokrasi güçleri ve Kürtler ezilecektir. O zaman demokrasi güçleri ve Kürt halkı da net olmalıdır.
AKP-MHP faşist iktidarının amacı netleşmiştir. Faşist cephede netlik vardır. Demokrasi güçleri ve Kürtler ezilecektir. O zaman demokrasi güçleri ve Kürt halkı da net olmalıdır.
Kürt sorunu çözülmediği müddetçe Türkiye’de sosyal ve kültürel alanda çürüme, yozlaşma ve ahlaksızlık geliştiği gibi en büyük çürüme, yozlaşma, ahlaksızlık, vicdansızlık ve utanmazlık da siyasal alan ve yazan çizen insanlarda yaşanmaktadır. Bunlara aydın ve düşünce insanları denilir mi bilemiyoruz. Ancak onlarca insan (kadın, erkek) televizyonlarda konuşarak, gazetelerde yazarak gerçekleri çarpıtma yarışına giriyor. Kürtlere karşı özel savaş yürüten sistem neye, nasıl bakıyorsa olguları ve olayları öyle ele alıyorlar. Aslında Türkiye’de bir özel savaş basını olduğu gibi özel savaş kalemşörleri ve konuşmacıları da bulunmaktadır. Televizyonda konuşan ve gazetede yazan bazılarının MİT’in ve Genelkurmay İstihbarat Dairesi tarafından bu işlerle görevlendirildiğini biliyoruz. Ayrıca son zamanlarda hiçbir düşünce gücü olmayan, entelektüel kapasiteden yoksun bazıları sadece Kürt’e karşı yürütülen özel savaşa uygun konuştukları için TV’lere çıkarılıyor, gazetelerde köşe veriliyor. Kürt’e karşı yürüttükleri kirli özel savaşın en azından yarısı algı yaratma üzerinden yürütüldüğünden şimdi böyle bir topluluk ortaya çıkarılmış bulunuyor.
Türkiye’de çözüm süreci varmış ve bu süreci PKK bitirmiş ve savaş bundan başlamış! Şu anda devletin şiddetli saldırganlığı ve her türlü faşist uygulaması bu nedenle ortaya çıkmış! Şimdi bu algı yaratılmaya çalışılıyor. Bir tane onurlu insan da çıkıp gerçek böyle değil, Tayyip Erdoğan İmralı görüşmelerini bitirdi, Dolmabahçe Mutabakatını yok saydı, İmralı üzerinde tecrit uyguladı, 7 Haziran seçimlerini yok saydı, 24 Temmuz’da topyekûn savaş başlattı diyemiyor. Çünkü gerçekleri söylerlerse bir daha televizyona çıkamaz. Nitekim eskiden TV programlarında görülen bazı sol demokratlar, aydınlar artık çıkarılmıyor ya da zevahiri kurtarmak için ayda yılda bir çıkarılıyor.
Tayyip Erdoğan ve AKP iktidarı gazetecileri ve aydınları o kadar bastırmış ve susturmuş ki artık doğruları söylemek, demokrat ve aydın olmak cesaret ve onur gerektiriyor. Yiğitliği de diyebiliriz. Çünkü artık doğruları söylemek kolay değil. Geçen gün bir televizyonda bir zamanlar Fettullahçıları ve AKP iktidarını eleştiren, iktidarın uygulamalarına karşı tutum alan Nedim Şener’in de tam özel savaşçıların hizasına girdiğini gördük. Özgürlük Hareketini de takip ettiği de anlaşılıyor. Ama buna rağmen Özgürlük Hareketi’nin söyledikleriyle söylemediklerini aynı anda ifade ediyor ve özel savaşçılar gibi İmralı görüşmelerinin ve görüşme sürecinin sonlandırılmasını PKK’ye yüklüyor. Hâlbuki bizzat AKP’liler bile İmralı görüşmelerini bilinçli yasakladık demişlerdir. Kimi bunu İmralı’yı korumak için yaptıklarını; kimi de PKK zayıflatıldıktan sonra devreye sokulmak için böyle yapıldığını söylemiştir.
Çatışmasızlığın sağlanması ve görüşmelerin olması ne için yapılır? Tabi ki bir mutabakat ve uzlaşma için. Yıllarca süren görüşmelerin sonucu Dolmabahçe Mutabakatı sağlanmıştır. Hatta o günkü gazetelere bakılırsa bu mutabakatı en fazla da AKP yandaşı basın ve yazarları övdükleri görülür. AKP’nin tarihi bir sonuç ortaya çıkardığını, Kürt sorunuyla ilgili çatışmaların sonuna gelindiğini vurgulu biçimde söylemişlerdir. Hem de AKP iktidarı övülerek! Bunlar gerçek mi gerçek. Peki, bu mutabakatı kim tekmeledi? Hatta Bülent Arınç bu mutabakat tekmelenmeseydi PKK Nisan’da silah bırakma kararı alabilirdi demedi mi?
Öyle yalanlar uyduruluyor ki, aslında özel savaşın savaşı başlatma nedeni PKK’nin üstüne yıkılıyor. Ne deniliyor; PKK Rojava’da güç olmuş da, burada şımarmış da, kendine güç vehmetmiş de, bu nedenle görüşmeleri ve çözüm sürecini bitirmiş, savaşı başlatmış! Bunda şöyle bir gerçeklik payı var; AKP iktidarının Türk devletinin bir çözüm politikası olmadığından PKK’nin Bakurê Kürdistan’da, Rojava’da ve Başur’da, hatta genel olarak güçlendiği görülüp bu güç ezilmek ve kırılmak istenmiştir. Nitekim çöktürme planı 2014 yazında yapılmış, savaş kararı 2014 30 Ekim Milli Güvenlik Kurulunda alınmıştır. Kobanê direnişiyle dayanışma eylemleri sonrası, yani 2014 Ekim’inde savaş kararı alınmıştır. Kürtlerin çok güçlendiği düşünülüp bu güç tırpanlanmak istenmiştir. Yalın bir gerçeklik varsa o da budur.
Kobanê direnişini destekleme eylemlerinde öldürülen kırk kişiden otuz beşi HDP taraftarları ve HDP’ye oy verenlerdir. Bu otuz beş kişiden söz etmeyen AKP iktidarı ve onun şefi her gün Yasin Börü ve iki arkadaşının ölümünden söz etmektedir. Bunlar Hüda-Par taraftarlarıdır. 6-7-8 Ekim Kobanê’yi destekleme eylemleri polisin ve askerin tutumundan dolayı çok gerilimli ve kavgalı geçmiştir. Kobanê direnişini destekleme eylemlerini bu kadar gerilimli hale getiren AKP’nin politikaları ve bu eylemlere karşı çok sert tutum göstermesidir. Öyle ki AKP toplumu Kobanê direnişini destekleyenler ve bu direnişe karşı olanlar olarak bölmüş ve germiştir. Bu ortamda halkın Hizbulkontra dediği grup ya da Hüda-Par yanlıları onlarca büyük silahla meydana çıkmışlar ve göstericilere saldırmışlardır. İşte Yasin Börü ve iki arkadaşının ölümü de bu gerilim ortamında gerçekleşmiştir. Kaldı ki hala bu olayı kimlerin yaptığı da tam kesinleşmemiştir.
Protestolar büyüyüp yayılınca AKP iktidarı hemen HDP milletvekilleri üzerinden Kandil’e başvurmuş, bu olayların durdurulmasını istemiştir. Hem de yalvarırcasına! Efkan Ala bu süreçte kime başvurulduğunu ve nasıl cevaplar verildiğini bilir. Hem Kürt Halk Önderi hem de KCK yönetimi devreye girerek olayların daha fazla büyümesinin önüne geçmiştir. Böylece AKP iktidarı derin bir nefes almıştır. Bu süreçte aracı olanlar da İdris Baluken başta olmak üzere İmralı’ya giden heyet ve HDP yönetimidir. Aracılık yapılmasını isteyen de AKP iktidarıdır. Herhalde en fazla da Erdoğan istemiştir.
Kobanê’deki direnişe destek olmak IŞİD’e yönelik mücadeleye destek olmaktır. Eğer IŞİD Kobanê’de başarılı olsaydı şimdi farklı Suriye, farklı Ortadoğu ve farklı Türkiye’den söz etmiş olacaktık. AKP iktidarı IŞİD ile daha fazla iç içe geçecekti. Kobanê direnişçilerinin başarısı aslında AKP’yi daha ağır suçlu duruma düşmekten kurtarmıştır. Kobanê direnişini destekleme eylemlerine bir de bu cepheden bakmak lazım.
Kobanê direnişiyle dayanışma eylemlerinin tüm Kürt toplumu tarafından desteklenmesi sonrası Kürt Özgürlük Hareketini savaş, şiddet, baskı, tutuklama ve her türlü yol ve yöntemle ezip tasfiye etme kararı alınmıştır. Çünkü Kobanê direnişini destekleme eylemleriyle birlikte Kobanê direnişinin kırılamayacağı görüldüğü gibi, Kürt’ün örgütlü gücü ve ortak tutumu da kendini açıkça ortaya koymuştur. AKP iktidarı Kobanê direnişini destekleme eylemleri ve Kobanê direnişinin Kürtleri güçlendirmesini savaş kararı yaparken, halkın neden bu düzeyde güçlü bir tepki gösterdiğini sorgulamıyorlar. Hâlbuki bu tepkiyi ortaya çıkaran da kırk insanın ölümüne yol açan da AKP iktidarı ve onun faşist şefidir. Kırktan fazla insanın katledilmesinin hesabını vereceğine, her gün o gerilim ortamında üç Hüda-Par taraftarının öldürülmesini gündeme getiriyor. Ama ne kendi politikasını ne de Hüda-Par yanlılarının onlarca ağır silahla polis gözetiminde sokağa çıkıp protestoculara saldırmasından söz etmiyor. Zaten AKP iktidarının polisi ve çeteleri tarafından katleden onlarca insanın ölümünden sanki kendi sorumlu değilmiş gibi bir pişkinlikte bulunuyor.
O dönemde sadece Kürdistan’da değil tüm dünyada Kobanê direnişine sahiplenme çağrısı yapılmıştır. IŞİD faşizmine karşı direnenleri desteklemek kadar demokratik bir hak olamaz. Eğer Selahattin Demirtaş Kobanê direnişini desteklemeseydi kendi misyonuna uygun davranmamış olurdu. Tabi ki Tayyip Erdoğan düştü düşecek dediği Kobanê düşmeyip de IŞİD’le kurduğu ortaklık kendisine ters döndüğü için Kobanê direnişini destekleyenlere öfkelenmekte ve onlara düşmanlık beslemektedir.
O güne kadar AKP oyalama, aldatma ve fırsatını bulduğunda da son darbeyi vurup Kürt sorunundan kurtulacağını hesaplıyordu. Ancak Kürtlerin güçlendiğini ve Ortadoğu’da kurulacak yeni siyasal dengelerde yer alıp özgür ve demokratik yaşama kavuşacağı görülünce saldırıya geçilmiştir. AKP iktidarı ilk yıllarında ne düşünsel, ne örgütsel ne de siyasal olarak Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı mücadele edecek konumdaydı. Öte yandan, liberal demokrat kimi kesimleri yanına alarak ve Kürtlerin bir kısmını da idare ederek iktidarını sürdürüyordu. 2014 yazında AKP’nin devlet içinde yer edindiğini düşündüğünden artık liberalleri ve bir kısım Kürt’ü yanına alarak değil de Ergenekoncular dahil tüm şovenist, milliyetçi faşistleri yanına alarak iktidarını sürdürme ve sistemi kendi hegemonik anlayışı temelinde kurma hedefine yönelmiştir. Neden İmralı görüşmeleri sonucu varılan mutabakat reddedildi, neden 5 Nisan 2015’ten sonra İmralı’da ağır tecrit uygulandı, neden 7 Haziran seçimleri reddedildi, neden 24 Temmuz saldırılarıyla savaş tırmandırıldı denilirse cevabı buradadır. Nitekim 2014 yazından itibaren her yerde kamu güvenliğini ve asayişi sağlayacağız diyerek bu saldırılarına siyasi ve psikolojik gerekçe bulma hazırlığı yapılmıştır.
Zaman zaman herkesi aptal yerine koyacak biçimde Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi süreci bitirdi denmektedir. Bu da bir aldatma ve kandırmadır. Kaldı ki bu olaydan önce İmralı’daki görüşme süreci bitirilmişti. Dolmabahçe Mutabakatının reddedilmesi, İmralı’da ağır tecridin uygulanması ve 7 Haziran seçimlerinin yok sayılması bu olaydan öncedir.
Ceylanpınar’daki iki polisin kimler tarafından öldürüldüğü açığa çıkmamıştır. HDP mecliste defalarca bu olayın açığa çıkarılması için önerge vermesine rağmen bu önergeler AKP oylarıyla reddedilmiştir. Olay daha yeni olmuşken, Apocu sempatizanlar yapmış olabilir denilince Ceylanpınar’a yakın HPG karargâhları kendilerinin böyle bir olayla ilişkisinin olmadığını açıklamışlardır. Kaldı ki bu olay dışında HPG iki asker ya da polis vurmuş olsaydı dahi böyle bir savaş bununla açıklanamazdı. Çünkü çatışmasızlık dönemlerinde en fazla da asker ve polis defalarca ya sivilleri katletmiş ya da gerillaların ölümleriyle sonuçlanan saldırılar içinde olmuştur. Bunlara karşı HPG zaman zaman misilleme eylemi yapmış ve bunları da açık üstlenmiştir. Ancak yıllarca ortaya çıkan bu tür olaylar çatışmaların topyekun ve kapsamlı hale gelmesi durumunu ortaya çıkarmamıştır. İsteyenler bunları araştırıp görebilir. Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesi sadece gerekçe yapılmıştır. Dolayısıyla bu düzeyde politikaların ve söylemlerin değişmesi ve savaşın yoğunlaşması tamamen yeni bir strateji temelinde olmuştur. Moda deyimle artık yumuşak güçle değil sert güçlerin kullanılmasıyla ezme ve tasfiye etme politikasına yönelinmiştir.
AKP iktidarının ilk iktidar dönemindeki söylemleriyle şimdiki söylemleri yüzde yüz değişmiştir. İktidara gelirken 12 Eylül’den o yana geçmiş yirmi iki yıllık baskı ve savaş ortamından bıkmış halkın oylarını almak için özgürlükten, demokrasiden ve refahtan söz etmiştir. Çünkü o yıllarda başka türlü iktidar olmak mümkün değildi. Demokrasi güçlerinin örgütlü ve birlik olmaması, CHP’nin hala Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı şiddetli savaş ortamındaki dili ve yaklaşımı bırakmaması AKP’nin iktidara gelme nedeni olmuştur. İktidara geldiği dönem zaten gerilla güçlerinin Türkiye sınırları dışına çıktığı ve çatışmasızlığın olduğu bir dönemdi. AKP iktidarı ve onun şefi Erdoğan çatışmasızlığın sürdüğü o dönemde “düşünmezseniz Kürt sorunu da olmaz” diyordu. Gündeminde ne Kürt sorunu vardı ne de çözüm.
Böyle bir ortamda iktidara gelen AKP Kürt sorunu önüne geldiğinde bir çözüm politikası yoktu. İktidara geldiği dönem ve iktidar olmak için ortaya koyduğu söylemler nedeniyle savaşla ve şiddetle çözme politikasına da yönelemezdi. Nitekim bu yönlü öneriler olduğunda; bu sorun dış kaynaklıdır, bu nedenle dışa operasyon yapalım denildiğinde, AKP yöneticileri “otuz defa sınır ötesi operasyon yapılmış ama bu sorun çözülmemiş, bu sorun içerdeki bir sorundur ve demokrasi eksikliğinden kaynaklanıyor; bu sorunu 12 Eylül ve 1990’lı yıllardaki baskılar yaratmıştır” demiştir. O yıllarda bu tür söylemler ve argümanlarla iktidarını ayakta tutuyordu. Bu tür söylemlerle demokrasi güçlerinde ve Kürtlerde beklenti yarattı. Ancak gerçek demokrasi adımları atmayınca, Kürt sorununa bir çözüm politikası olmayınca, bir çözüm politikası üretmeyince, demokratikleşme ve Kürt sorununu çözme dayatılınca klasik devlet politikalarına yönelmiştir.
Defalarca dile getirdik; Türkiye’de iktidar olmanın kanunu Kürtleri kontrol altında tutma ve soykırıma uğratma kapasitesine sahip olmadır. Ya da iktidar olmak sorunları çözecek demokratikleşme adımları atmakla sağlanır. AKP iktidarı yıllarca bizim Kürtleri kontrol altında tutma kapasitemiz vardır, bunu biz yapabiliriz diyerek iktidarda kalmayı başarabilmiştir. Ancak oyalama ve aldatmayla bunu bir süre yapmış olsa da sonradan böyle bir kapasitede olmadığı görülmüştür. Demokratik yollardan sorunları çözme anlayışında olmayınca Kürtleri kontrol etme ve soykırıma uğratma konusunda klasik devlet politikasına yönelmiştir. AKP iktidarının on dört yıllık serüveni ve bugünkü durumu böyle ele alınırsa savaşın neden şiddetlendiği, neden söylediklerinin tersine politikalara yöneldiği daha iyi anlaşılır.
Kürt sorunu diye bir sorun yok diyenler, Kürtleri soykırıma uğratmak isteyenler her zaman bugünkü AKP politikasını izlemişlerdir. Özcesi Türkiye’nin temel sorunu da Kürt sorunu olduğuna göre, AKP de 12 Eylül ve 1990’lı yıllarda ne söylenmişse aynısını söyleyip uygulamaktadır. Sadece zaman ve koşullara göre bazı rötuşlar yapılmıştır. Kürt sorununu artık dış güçler yaratmaktadır ve bu nedenle Kürt sorunuyla ilgili her talep ve örgütlenme de dış güçlerin işbirlikçiliği ve ihanettir, o zaman da ezilmelidir.
Öte yandan Kürtler sadece Türkiye sınırları içinde olmayınca dışarıdaki her Kürt oluşumu da Türkiye için tehdittir ve önü alınmalıdır. 2007 Bush-Erdoğan görüşmesine kadar Başurê Kürdistan da tanınmıyordu. 2007 5 Kasım Bush görüşmesinde PKK’ye karşı savaşta ABD’den destek alınınca ve KDP de AKP politikalarına yedeklenince Başur’daki oluşuma sessiz kalma kararı devlet tarafından alınmıştır.
Aslında 2007 yılından bu yana Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezme kararı vardır. Ancak 2014 yılına kadar yumuşak güç denilen psikolojik savaş yöntemleriyle şiddet birlikte kullanılacaktı. Ancak 2014 yılında bir sonuç vermeyince tamamen asker ve polisle ezme kararına yönelmişlerdir. AKP iktidarı bu politikasını direnişle kırılana kadar yürütecektir. Aslında bu saldırılar soykırımcı sömürgeciliğin son bir hamlesidir ya da çırpınışıdır. Bu saldırı sonuç vermediğinde bu politika kırılmaya uğrayacak, Türkiye zorunlu olarak demokratikleşme yoluna girecektir. Kürt sorunu da bu temelde çözülüp demokratik Türkiye özgür Kürdistan gerçeği somutlaşacaktır.
AKP iktidarı şiddetle ezme politikasında ısrar ederken paradokslar yaşamaktadır. Geçen günlerde düşük profilli başbakan Filistin sorunundan söz ederken İsrail’e çağrı yapıyordu. Bu tür sorunlar şiddetle çözülmez, diyalog ve müzakereyle çözülmelidir diyordu. Ama sıra Kürt sorununa geldiğinde tek yol ezme görülüyor. Kaldı ki İsrail Filistinlilerin kimliğini, dilini ve kültürünü yok saymıyor. Kendi kendilerini yönetmesini reddetmiyor. Filistinliler hem Gazze’de hem de Batı Şeria’da kendi kendilerini yönetiyorlar. Sadece Kudüs üzerinde yaşanan anlaşmazlıklar sürmektedir. Türk devleti bu sorunların müzakereyle çözülmesini isterken, kendisi Kürtlerin ne varlığını, ne kimliğini, ne dilini ve kültürünü ne de özerkliğini tanıyor. Bu çerçeveden bakıldığında Binali Yıldırım’a göre Türkiye yanlış yoldadır. Kesinlikle yanlış yoldadır ve bunun bedelini ödeyecektir.
Kürt sorunu dış bir sorun değildir, dış güçlerin yarattığı bir sorun da değildir. Türkiye’nin iç sorunudur. Çözmediği için tüm faşistler ve soykırımcılar gibi dış bir sorun olarak ele alınıyor, kamuoyuna böyle yansıtılıyor. Böylece savaş ve şiddet politikası meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
AKP iktidarı tüm faşist iktidarlar gibi dış düşmanlar algısını öyle yaratmış ki, herkesi bu algının peşine takmıştır. Çünkü buna karşı çıkanlar ya haindir ya da dış güçlerin işbirlikçisidir. Bu nedenle hiçbir kimse ya da siyasi güç neden Suriye’ye giriyoruz, neden Musul’a gidiyoruz, neden Irak’ta işimiz var diyemiyor. Çünkü hemen Türkiye’nin çıkarlarına karşı olmakla suçlanıyor. İşte bu ortam Türkiye’de aynı zamanda özgür düşüncenin ve demokratik siyasetin bittiği noktadır. Artık herkes susturulmuş ve tüm demokrasi güçlerine karşı şiddet devreye konulmuştur. Şu anda Türkiye’de devreye konulan şiddet ve zulüm 12 Eylül ve 1990’lı yılları katbekat aşan bir konumdadır. AKP-MHP iktidarı Türkiye tarihinin görüp geçirdiği en faşist iktidardır. Zaten sadece Kürtler değil hiçbir demokratik örgütlenmeye yaşam hakkı tanımıyor. Sadece kendi düşünceleri ve uygulamaları vardır. Marjinal bazı düşünce ve örgütlere ise sözde demokrasisinin parçası yapmak amacıyla fazla karışmıyor.
Bu Türkiye gerçeği nedeniyle Kürt Özgürlük Hareketi bu faşist iktidara karşı en geniş cephede demokrasi ittifakı kurulması önerisi yaptı. Bu iktidara karşı ancak bir seferberlik haliyle mücadele edileceğini ortaya koydu. Bu iki temel yaklaşım dışında bu iktidara karşı mücadele verileceğini düşünenler büyük bir gaflet içinde olanlardır, kendini kandıranlardır.
AKP-MHP faşist iktidarının amacı netleşmiştir. Faşist cephede netlik vardır. Demokrasi güçleri ve Kürtler ezilecektir. O zaman demokrasi güçleri ve Kürt halkıda net olmalıdır. Bu faşist ittifaka ve soykırım politikalarına karşı konulurken koşullar ne kadar zor olursa olsun mücadele etmesini ve kazanmasını bilmelidir. Bu faşist ittifak zayıflığın ürünüdür. Direnildiğinde bu ittifak ve iktidar çözülecektir. Türkiye demokratikleşme şafağına yakın bir andadır. Tabi ki seferberlik ruhuyla direnildiği takdirde.
KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA