Felaketin eşiğinde tek çözüm: Öcalan-ANALİZ

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve Adalet Bakanı Abdülhamit Gül hakkında ABD’nin aldığı yaptırım kararı, TC-ABD ilişkilerinde niteliksel olarak yeni bir aşamaya girildiğini gösteriyor.

Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler tarihinde görülmemiş bir gelişmeyle karşı karşıyayız.

Türk yürütme organının en önemli üç-dört bakanından ikisinin ABD’ye girişi yasaklandı, mal varlıkları donduruldu…

Bunun anlamı Türk hükümetinin “yasa dışı” ilan edilmesidir. Her iki Bakan ABD’ye ayak bastıkları anda tutuklanacaktır. Erdoğan krizi biraz daha derinleştirirse, bunun sonucu Erdoğan hakkında da yaptırımlar olacaktır.

ABD’nin bu politikası, Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı izlenen politikayı andırmakla birlikte, o dönemde tek bir Sovyet Bakanı hakkında bile böyle bir “ABD’ye ve onun sözünün geçtiği ülkelere giriş yasağı” konmamıştı.

Bu da gösteriyor ki, Erdoğan başta kaldığı sürece, Türkiye’nin NATO üyeliği artık anlamını yitirmekle kalmamış, aynı zamanda Türk devleti NATO’nun en büyük gücünü oluşturan ABD’yle düşman kamplarda yer almıştır.

Bu gelişmenin sonucu ne olabilir?

ABD’nin “geri adım” atmayacağı kesin olduğuna göre, Erdoğan rejimi ya geri adım atacak ya da kriz derinleşecek. Türk Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamaya bakılırsa, Erdoğan rejimi de ABD’nin İçişleri ve Adalet Bakanları hakkında benzer bir karar alacak. Böyle bir gelişmenin sonucunda Türkiye ABD nezdinde Saddam Irak’ı, şimdiki İran ya da Kore Halk Cumhuriyeti derekesinde bir ülke haline gelecektir. Bunun sonu vahimdir.

Erdoğan geri adım atabilir mi?

Mecbur kalırsa atar.

Ancak Erdoğan’ın geri adım atması, bundan sonra sürekli olarak geri adım atmaya mecbur olmasından başka hiçbir sonuç doğurmaz. Bu iş, ABD'nin Türk devletinin boynuna bir tasma geçirip, İran'ın karşısına dikmesine kadar varır. Rejim açmaza girmiştir. Ekonomi çatırdıyor. “Dinsizin hakkından imansız gelir” sözü doğrulanıyor; dolar zengini Erdoğan’ın sırtında artık dolar sopası var.

Geçtiğimiz günlerde Türk rejimi Çin Halk Cumhuriyeti’nden birkaç milyarlık kredi aldığını açıkladı. Batı’dan koparak Doğu’ya yaklaşmak bir çözüm mü? Türk devleti bunun yanıtını Suriye ve Rusya’dan aldı bile. Suriye devleti Türkiye’nin işgal ettiği Suriye topraklarını terk etmesini talep etti ve Rusya bu talebi destekledi. Bu gelişmenin Türk-Amerikan ilişkilerindeki derin krizle doğrudan ilgisi var. Hiçbir devlet Türkiye’nin yüzü suyu hürmetine ABD’yle karşı karşıya gelmeyecektir.

“Üçüncü Dünya Savaşı” nasıl “sürünen bir savaş” ise, Türk devletinin de bu savaşta uğradığı yenilgi “sürünen bir yenilgi”dir. Şimdi bu yenilginin sonuçları, bir hayli süründükten sonra açığa çıkıyor. Mesele görünüşte Brunson meselesi gibi olsa da gerçekte büyük bir savaşta Türk devletinin Ortadoğu’da uğradığı yenilginin sonuçlarıyla ilgilidir. Türk devleti NATO üyesi olduğu halde bu savaşta DAİŞ'in, sıkıyı görünce de Rusya’nın yanında yer almıştır ve bunun bedelini ödemek zorundadır. Dünya dengeleri Rusya’nın yanında yer alarak Erdoğan rejiminin “paçayı kurtarmasına” izin vermiyor.

Buna karşılık, Kürt özgürlük hareketinin Ortadoğu politikası tahminlerin çok ötesinde muazzam bir başarı elde etmiştir. Dahiyane bir stratejiyle karşı karşıyayız. Şu anda Türk devleti, “Suriye’den çıkacaksın” diyen Rusya ve Türk Hükümetini “iki bakanıyla” yaptırıma tabi tutan ABD ile karşı karşıya iken, Kürt özgürlük hareketi hem ABD’yle ve hem de Rusya ve Suriye ile görüşme masasındadır. Şemdinli’de bir avuç fedaiyle başlatılan hareket, dünya çapında rol oynayan bir harekete dönüştü ve Türk devleti bu güç karşısında umutsuz bir savaş veriyor.

Bir zamanlar CHP’nin ve tüm ulusalcıların “şahsiyetli dış politika” şiarının Kürt özgürlük hareketi tarafından akıl almaz bir ustalıkla nasıl hayata geçirildiğini Türkiye’nin tüm milliyetçileri ibretle seyrediyor. Bu hareket tek bir gün bile “Küçük Amerika” olmaktan söz etmedi ve Barzani grubunun yaptığı gibi ABD’ye teslimiyet çizgisi izlemedi. Sonuç çok açık: ABD daha düne kadar kimliği ve varlığı dünyaya yabancı olan Kürdistan özgürlük hareketini hesaba katmak zorunda kalıyor ve Türk devletini hesaptan neredeyse düşüyor. Üstelik bu hareket yalnız Kürtleri değil, tüm Ortadoğu halklarını küresel güçlerin hegemonyasından kurtarma yolunda “şahsiyetli” bir çizgi izliyor.

Bir takım sol ve liberal politolog, HDP’nin “sınıf çizgisine” gelmesiyle ilgilene dursun, PKK Türkiye’nin içine yuvarlandığı bugünkü krizden çıkması için biricik başvurulacak özne durumuna geldi. Türk-Amerikan ilişkilerindeki krizin kaotik bir çöküşle sonuçlanmaması, Türk devletinin PKK’yle doğrudan masaya oturmasına bağlı. Öyle ki, bugün PKK Önderi Öcalan devreye girse, Türkiye karşı karşıya olduğu felaketten o anda kurtulma imkanı elde edecek.

Öcalan’la görüşmelerin yeniden başladığını düşünün. O anda Küresel güçlerin bütün merkezlerinde Türkiye’ye karşı harekete geçen bütün mekanizmalar frenlenirdi. Böyle bir masada ne yeni OHAL yasalarına yer olurdu, ne canını dişine takarak, evlatlarının ölümü pahasına insanlar Türkiye’den kaçardı. O anda Kuzey’de silahlar susar, tek bir anne ve tek bir bebek ölmezdi. Böyle bir masada ya Erdoğan “diktatörlük gömleğini” çıkardığını ilan ederdi ya da onun yerine realist bir kadro masada yer alırdı. Böyle bir masa kurulduğunda o masada Rojava devrimini yok etme politikası yerine, “federal Suriye” politikasına tek bir itiraz bile olmazdı. Böyle olduğu zaman Türkiye küresel güçler karşısında muazzam bir güç kazanırdı. Ruslar da Suriye rejimi de Amerika da İran da hizaya gelirdi. Doların ateşi düşer, Türkiye hem AB ile hem de Ortadoğu ülkeleriyle karşılıklı çıkar ve dostluk anlaşmalarıyla bugünkü krizi aşabilirdi.

Ne kadar basit değil mi?

İmralı’nın paslı kilidi kırılacak, Öcalan İstanbul’dan başlayarak, Amed’e kadar, oradan Rojava’ya, ardından Hewler’e, derken Mahabad’a yürüyecek. Milyonlar ayağa kalkacak, diktatörlük sona erecek, demokrasi gelecek, Fırat ve Dicle’nin suları Ege’ye akacak ve tüm Ortadoğu ve Kafkasya her biri birer “demokratik cumhuriyet” olarak, sınırlara dokunulmaksızın, “Konfederal Ortadoğu-Kafkasya Ortak Evi”nde, Fırat ve Dicle sularının, Kürdistan petrollerinin, insan emeğinin refahını paylaşarak birleşecek.

Faşist diktatörlük işte bu geleceği yok etmek istiyor. Kendisi yok olurken, herkesi yok etmek için.