Son dönemde Türkiye’de ve bölgede en çok tartışılan konuların başında Kürt meselesi, silahlı mücadelenin geleceği ve siyasal çözüm yöntemleri geliyor. Bu tartışmaların merkezinde ise PKK’nin 12. Kongre kararları ve Önder Apo’nun geliştirdiği yeni paradigmanın etkileri yer alıyor. Peki, bu süreçler sadece siyasi değil, aynı zamanda felsefi bir zeminde de tartışılabilir mi?
Bu sorudan yola çıkarak, çağdaş Fransız felsefesinin önemli isimlerinden Filozof Catherine Malabou ile konuştuk.
Prof. Catherine Malabou, özellikle “plastisite” teorisi üzerinden geliştirdiği özgün düşünceleriyle tanınıyor. Kendisiyle çalıştığı alanlarla bağlantılı olarak PKK’nin 12. Kongre kararlarını, Önder Apo’nun paradigmasını ve bu paradigmanın felsefi boyutlarını konuştuk.
Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Kısa süre önce Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 27 Şubat tarihli “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısı ile PKK’nin 12. Kongre kararlarına dönük bir destek mesajı paylaştınız. PKK’nin aldığı bu kararları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Birçok insan gibi ben de kısa süre önce PKK’nin kendini feshettiğini öğrendim. Ve bunun çok cesur, çok umut verici, yol gösterici bir adım olduğunu düşünüyorum. Bir barış yanlısı olarak bu karardan büyük memnuniyet duydum. Ancak aynı zamanda, mesajımda da belirttiğim gibi, bu jestin duyulmasını, basit bir teslimiyet olarak algılanmamasını ve Kürt siyasi öznelliği olarak adlandırdığım demokratikleşme ve tanınma sürecine gerçekten katkıda bulunmasını umuyorum.
Hiç kuşkusuz ki, bu sürecin temel mimarı 26 yıldır ağır ve tecrit koşullarında tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan. Kürt sorununun demokratik çözümü için başlatılan bu tarihsel süreci hala cezaevinden yönetiyor. Birçok kesim sürecin başarısı için kendisinin özgür olması gerektiği çağrısında bulunuyor. Siz bu çağrıya katılıyor musunuz?
Elbette, bu çağrıya katılıyorum. Ama şunu da merak ediyorum; serbest bırakılırsa güvende olur mu? Umarım özgür kaldığında güvende olur. Kuşkusuz, onun cezaevinden çıkmasını yüzde yüz destekliyorum. Elbette, özgürleşmesinin kesinlikle gerekli olduğunu düşünüyorum. Öcalan çok büyük bir siyasi lider. Çok saygı duyduğum ve hayran olduğum biri. Çünkü özellikle Bookchin (Murray Bookchin) üzerinden, ekoloji ve siyaset konularında ortak okumalara sahibiz. Yani evet, kesinlikle özgür olmasını istiyorum. Sadece tek dileğim şu ki, cezaevinden çıkarsa güvende olsun.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın paradigmasına ilişkin sorularıma geçmeden önce, çalışma alanlarınızla bağlantılı olarak PKK’nin feshiyle ilgili birkaç soru yöneltmek istiyorum. Sizce bireyler ve hareketler için “kimlik dönüşümü” ne ölçüde mümkün? Plastisite yaklaşımınız üzerinden bakarsak, ulusal kimlikler ve direniş hareketleri nasıl dönüşebilir?
Plastisite benim için, kimliğin biçimlenmesini ifade eden bir kavram -kimliğin bir heykel gibi şekillenişi- ama aynı zamanda patlamaya da imkân tanıyan bir kavram. Çünkü plastik, aynı zamanda patlayıcıdır. Yani plastisite, inşa ile yıkım arasındaki sınırda yer alan bir harekettir. Şöyle ki: Evet, bir kimlik oluşur, ama aynı zamanda bir direniş de gelişir ve bu direniş her an bir çatışmaya, bir mücadeleye, yıkım tehdidine karşı bir tepkiye dönüşebilir.
Plastisite, isterseniz şöyle de düşünebiliriz hem koruyan hem de maruz kaldığı tehlikelere göre saldırabilen bir tür silahtır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın paradigması, özellikle demokratik konfederalizm ve jineoloji gibi kavramlarla köklü bir dönüşüm öneriyor. Bu dönüşüm önerisini felsefi dönüşüm ve üzerine çalıştığınız modellerle nasıl ilişkilendirirsiniz?
Öcalan’ın paradigmasının 18. yüzyılda Avrupa’da, ‘aydınlanma’ döneminde anlaşıldığı anlamda bir demokrasi olduğunu hiç sanmıyorum. Bu, kimliğe dair evrenselci olmayan yeni bir anlayışa dayanan yeni bir demokrasi biçimidir. Avrupa’daki demokratik anayasa düşüncesinin aydınlanma döneminde şekillenen haliyle farkı şu: Artık evrensel yurttaş fikri ya da tek tiplik anlayışı söz konusu değil. Öcalan’ın paradigmasında söz konusu olan, kişisel ve topluluk kimliklerine saygı duyan bir demokrasi anlayışıdır.
Bu yaklaşım çok önemli diye düşünüyorum. Yani Kürtler, kimliklerini soyut bir evrensellik içinde kaybetmeyecekler. Bu temelde inşa edilecek demokrasi, her bireyin ve topluluğun özgünlüğünü koruyan bir demokrasi olacak.
Felsefi olarak PKK’nin silah bırakma süreci, sadece teknik ya da politik değil, aynı zamanda ontolojik ve etik bir mesele. Şiddetten vazgeçiş öznenin kendini yeniden inşa etmesi anlamına gelebilir mi?
Evet, elbette. Ama az önce de söylediğim gibi, ben öznel kimliğin iki yapıcı yönü olduğuna inanıyorum. Biri biçimlenmeye istekli olan “plastik” yönü, diğeri ise patlama potansiyeli taşıyan yönü.
Evet, kesinlikle bu etik bir yeniden inşa sürecidir. Barışa doğru atılan her adım zorunlu olarak etik bir harekettir. Ancak aynı zamanda, bunun özel durumda bir direnç eşiği olduğunu da düşünüyorum. Şöyle ki: mücadeleyi fazla bastırır, fazla evrenselleştirirsek, bu da bir patlamayı tetikleyebilir. Bu nedenle, tüm bu sürecin her bireyin kimliğine saygı çerçevesinde yürütülmesi gerekir.
Siz özellikle Hegel üzerine çalışmalar yürütüyorsunuz, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın da referans aldığı isimlerden ve üzerine çalıştığı isimlerinden birisi de Hegel. Hegel’in tanınma (recognition) diyalektiği bağlamında düşünürsek, bastırılan bir halkın tanınma talebi ile politik şiddet arasındaki ilişkiyi nasıl anlamalıyız?
Biliyorsunuz, plastisite kavramını ben aslında Hegel’de buldum. Bu çok ilgi çekici. Hegel’de tanınma mutlaka diyalektik bir süreçten geçer. Yani bu, bir negatiflik sürecidir. Önce bir çelişkinin fark edilmesi gerekir. Bu çok önemli. Barış, çelişkisiz olmaz. Çelişki görünür hale getirilmelidir. Örneğin; Türkiye’de Kürtler baskı altındaydı. O hâlde, bu çelişkiyle ne yapılacak? Bu nasıl çözülecek? Elbette şiddet, her zaman arka planda mevcut.
Asgari düzeyde bir mücadele olmadan tanınma nasıl talep edilebilir? Ama diyalektik, bu mücadelenin aşılabileceğini söyler. Jacques Derrida’nın dediği gibi bu bir şiddetin ekonomisi meselesidir. Burada şiddeti inkâr etmek değil, bir çelişkiyi kabul etmek ve bu çelişki içerisinde bir çözüm üretmek söz konusudur.
Biraz bahsettiniz ama yine sormak istiyorum, yıkıcı dönüşüm kavramınız üzerinden sorarsak, bir özgürlük hareketi kendi tarihsel kimliğini dönüştürerek barışa evrilebilir mi, yoksa bu yıkıcı mı olur?
İşte evet, tam olarak mesele bu. Bence siz sorunun özünü gayet net ifade ettiniz. Türkiye Kürtlerinin barışçıl biçimde tanınma süreci, bu öznenin (yani Kürt kimliğinin) silinmesine, sizin de dediğiniz gibi kendi kendini yok etmesine yol açmamalıdır. İşte bu noktada, içinde bir direnç eşiği barındıran plastisite fikri çok önemli hale geliyor.
Başka bir deyişle, plastisite tekrar edeyim, hem bir inşa süreci hem de bir direniş sürecidir. Eğer kabul görme ya da uzlaşma talebi fazla ileri götürülürse, bu yeni bir patlamaya yol açabilir.
Abdullah Öcalan’ın paradigmasının en temel ayaklarından birisi kadın özgürlüğü. Jineoloji yani kadın bilimi tezini nasıl değerlendiriyorsunuz? Kadın bedeni ve politik özneleşme konularındaki çalışmalarınızla bir bağ kurabilir misiniz?
Evet, kesinlikle. Kadın özgürlüğü, Öcalan’ın düşüncesini özellikle cazip, ilginç ve günümüzün politik gerçekliği açısından önemli kılan bir nokta. Kürt feminizmi gerçekten hayranlık uyandırıcı bir şey.
Özellikle Rojava’daki Kürt kadınlarını düşünüyorum; onlar tüm kadınlar için gerçekten birer modeldir. Kadın özgürlüğü, Öcalan’ın düşüncesinde son derece hayranlık uyandıran bir durum.
Abdullah Öcalan feodalizmi şiddetli bir şekilde eleştiriyor, siz ise günümüzün en temel sorunlarından birisini “neofeodalizm” olarak nitelendiriyorsunuz. Bu kavramdan biraz bahsedebilir misiniz?
Aslında bu konuyu, Proudhon’un (Pierre-Joseph Proudhon) “Mülkiyet nedir?” başlıklı metnini yorumlamaya çalışırken ele aldım. Bu metinde Proudhon, feodalizmi ve Fransız Devrimi'nden sonra bile onun nasıl devam ettiğini güçlü biçimde eleştirir. Günümüzde bazı iktisatçılar, bu feodalizmin kapitalizm içinde hâlâ sürdüğünü söylüyor. Buna neofeodalizm adını veriyorlar.
Örneğin bu kavram, pek çok çalışanın hâlâ adeta birer serf gibi, köleleştirilmiş bir konumda tutulduğunu anlatır — Amazon çalışanları gibi, ya da yeni kapitalist platformlarda çalışanlar gibi. Bu, kapitalizmin yeni bir aşamasını işaret eder. Bugün kapitalizmin her yerde sorunlar yarattığını görüyoruz.
Sizin de belirttiğiniz gibi Kapitalist sistemin her yerde yarattığı derin sorunlarla karşı karşıyayız. Abdullah Öcalan gibi sizde bu sistemi şiddetli bir şekilde eleştiriyorsunuz. Peki, aktüel olarak bu kapitalist sisteme karşı alternatif bir sistemin var olduğunu düşünüyor musunuz?
Bence bu soruyu sadece ekonomik düzlemde sormamak gerekir. Eğer sadece ekonomik çerçevede kalırsak, cevabım “hayır” olur. Şu an için net bir ekonomik alternatif görünmüyor. Asıl mesele politik.
Bence bugün bildiğimiz yönetim türlerine —ister demokratik ister otoriter olsun— bir alternatif mümkündür. Kapitalizm sorunu da ancak politik olarak, bireyi, özgürlüğü ve kendi kendini örgütleme ilkesini temel alan yeni örgütlenme biçimleri geliştirirsek çözülebilir. Bu nedenle anarşizmle çok ilgilendim.
Öncelikle politik öznelliklerin özgürleştirilmesi gerekiyor. Radikal biçimde eşitlikçi örgütlenme biçimlerini, paylaşım, yardımlaşma, iş birliği ve dayanışma yollarını düşünmek lazım. Ekonomik sorunları ancak politik yollarla çözebiliriz. Bu noktada, Marxsist değilim; çünkü sorunun yalnızca ekonomik değil, esasen politik olduğunu düşünüyorum.
Barış sürecine geri dönersek, bu süreçler, geçmişin unutulmasını değil, dönüştürülmesini ve yüzleşilmesini gerektirir. Sizce geçmişle nasıl barış yapılabilir? Hegelci yaklaşım bu konuda ne söylüyor?
Hegelci düşüncenin bu konuda söyleyecek çok şeyi var çünkü bu, diyalektiğin tam kalbinde yer alır. Yani başka bir şeye geçilir, daha rasyonel bir düzeye evrilir ama geçmişin izi her zaman kalır.
Geçmişin izi hep kalır. Bu, meşhur Aufhebung diyalektiğidir; yani hem ortadan kaldırmak hem de korumak anlamına gelir. Evet, bir şeyi ortadan kaldırırız, gelişiriz, ilerleriz ama geçmişin izini koruruz. Bu çok önemlidir. Bu anlamda, bu süreç sadece geçmişi unutma süreci olmamalı.
Sizce özgürlük hareketleri için dönüşüm (barış, silahsızlanma, demokratikleşme) bir son mu, yoksa yeni bir başlangıç mı?
Umarım, PKK’nin feshi yeni bir başlangıç olur. Ancak bu sadece Kürtlere bağlı değil, aynı zamanda Türk hükümetinin buna nasıl karşılık vereceğine de bağlı. Benim için bu yeni bir başlangıçtır, ama bu Türk hükümeti ve Türk toplumu tarafından nasıl algılanacak? Bu, iki taraflı bir süreçtir. Umarım öyle de olur. PKK’nin feshi ancak Türkiye'de demokratik ilkeler uygulanırsa anlam kazanır. Bu daha geniş bir vizyon, elbette.
Bu süreçte uluslararası toplumun bir sorumluluğu olduğunu düşünüyor musunuz?
Umarım vardır. Ama İsrail’de olanlara bakınca, uluslararası toplumun Filistin’i ve onun haklarını savunma konusunda pozisyon almaktan nasıl kaçındığını görünce, uluslararası iş birliğinin iyi bir şey mi kötü bir şey mi olduğundan emin olamıyorum. Belki yanılıyorum, ama Kürtlerin taleplerinin uluslararası toplum tarafından gerçekten duyulduğunu düşünmüyorum. Bence bu her şeyden önce Kürtlerin kendi içinden gelen bir direniş hareketiyle ortaya konulmalı ve savunulmalı.
Sizin bir gazeteci olarak yaptığınız şey çok önemli bence; farklı yerlerden entelektüellere sorular yöneltmek, bu konuyu onların gündemine taşımak, konunun felsefi boyutunu tartışmak çok önemli bence. Fransız cumhurbaşkanının ya da benzeri kişilerin desteklerinden çok daha değerli. Açıkçası ben artık onlara inanmıyorum.
Daha önceki sorumda Rojava sisteminin önemine değindiniz. Bu sisteme ilişkin ne söylemek istersiniz?
Çok sevdiğim bir Fransız entelektüel var, Pierre Bance, Rojava’daki Kürtler üzerine önemli bir kitap yazdı. Anarşistlere sık sık “Anarşizm yoktur, mümkün değildir, gerçekleştirilemez” deniliyor. O ise, “Hayır, Rojava’ya bakın” diyor. Bu yüzden Rojava’da anarşist sistemin nasıl işlediğini göstermek için kapsamlı bir kitap yazdı. Ben önceden hiç bilmiyordum. Bu kitabı okuyunca, işlerin nasıl yürüdüğünü öğrendim. Rojava deneyimi gerçekten çok ama çok önemli.
Feminist bir filozof olarak Kürt kadın hareketi hakkında ne söylemek istersiniz?
Ben bir kez daha Kürt kadın hareketine hayran olduğumu söylemek istiyorum. Ve onlara yüzde yüz desteğimi sunuyorum. Kürt kadın hareketinin savundukları, özellikle dünyanın bu bölgeleri için çok önemli.
İran’da ve birçok Müslüman ülkede neler olduğuna baktığımızda, Kürt feminist hareketi gerçekten bir ışık. Sonuç olarak, kesinlikle Kürt kadın hareketinin varlığı ve savundukları son derece önemli bir durum.
Bu aydınlatıcı söyleşi için çok teşekkür ederim. Son olarak eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Ben çok teşekkür ederim, bu benim için büyük mutluluktu. Sizin aracılığınızla, Kürt demokratikleşme hareketine tüm dayanışmamı ifade etmek istiyorum.
FİLOZOF CATHERİNE MALABOU KİMDİR?
1959 doğumlu Fransız feminist filozof Catherine Malabou, Londra’daki Kingston Üniversitesi’nde ve Kaliforniya Üniversitesi Irvine Kampüsü’nde felsefe dersleri vermektedir. Derrida’nın öğrencisi olan Malabou, çağdaş Fransız felsefesinin önde gelen isimlerinden biridir. Felsefe, nörobilim ve siyaset teorisi arasında köprü kuran çalışmalarıyla dünyaca tanınır. Özellikle “plastisite” kavramı etrafında geliştirdiği düşüncesiyle, Hegelci diyalektiği, beyin araştırmalarını ve toplumsal dönüşüm meselelerini özgün biçimde birleştirir.
Toplumsal cinsiyet, feminizm ve anarşizm üzerine de düşünen Malabou’nun başlıca eserleri arasında Hegel’in Geleceği (L’Avenir de Hegel, 1994), Beynimizle Ne Yapmalı? (Que faire de notre cerveau?, 2004), Yazının Akşamında Plastisite (La Plasticité au soir de l’écriture, 2004), Silinmiş Haz: Klitoris ve Düşünce (Le Plaisir effacé, 2020) ve Hırsız Var! Anarşizm ve Felsefe (Au voleur !, 2022), Devrim olmadı: Fransa'da özel mülkiyet, iktidar ve kölelik durumu üzerine düşünceler (Il n'y a pas eu de révolution : réflexions sur la propriété privée, le pouvoir et la condition servile en France), Hırsızı Durdurun! Anarşizm ve Felsefe (Stop Thief!: Anarchism and Philosophy) yer alır.