Hasta tutsaklar ve devletin ideolojik inadı

Devletin politik tutsaklara tavrı, bir tür “rehine siyaseti”nin parçası olarak şekillenmektedir. Bu durum, klasik ceza hukukunun ötesine geçen niteliktedir. Serbest bırakılmamaları yalnızca bireysel bir ihmal değil, doğrudan kolektif cezalandırmadır.

HASTA TUTSAKLAR

Türkiye’de cezaevleri, devletin ideolojik reflekslerinin, güvenlikçi zihniyetinin ve siyasal krizlerle baş etme biçimlerinin yoğunlaştığı alanlar olarak işlev görmektedir. Özellikle politik tutsaklar söz konusu olduğunda, bu alanlar birer “rehine alanı”na dönüşmekte, hukuk, sağlık ve insan hakları normları çoğu zaman askıya alınmakta, yerini devletin mutlak kontrol mantığına bırakmaktadır. Son yıllarda hasta tutsakların tedaviye erişimlerinin engellenmesi ve yaşamlarının tehdit altında tutulması, bu politikanın en çıplak haliyle kendini gösterdiği başlıklardan biridir.

Uluslararası insan hakları belgelerine göre tutsaklar, sağlık hizmetlerine erişim bakımından toplumdaki diğer bireylerle eşit haklara sahiptir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 3. maddesi işkenceyi, insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleyi kesin olarak yasaklamaktadır. Avrupa Konseyi’ne bağlı İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT), yıllardır Türkiye cezaevlerindeki sistematik sorunlara dikkat çekmektedir. Özellikle politik tutsakların tedavi haklarının ihlali edilmesi, ağır hasta tutsakların Adli Tıp Kurumu (ATK) raporlarıyla cezaevlerinde tutulmaya devam ettirilmesi Türkiye’nin insan hakları sicilinde kara bir leke olarak durmaktadır.

Ancak burada yalnızca teknik bir ihlal söz konusu değildir. Devletin politik tutsaklara dönük bu tavrı, bir tür “rehine siyaseti”nin parçası olarak şekillenmektedir. Bu durum, klasik ceza hukukunun ötesine geçen niteliktedir. Hasta tutsakların serbest bırakılmaması yalnızca bireysel bir ihmal değil, doğrudan kolektif bir cezalandırma pratiğidir. Cezaevindeki her hasta tutsak hem kendisi hem de bağlı olduğu siyasal hareket için bir mesaj nesnesine dönüştürülmektedir. Devlet bu yolla karşısındaki muhataplarına açık bir şantaj uygular, itaat edilmediği sürece yaşam hakkının bile garanti altında olmadığını gösterir.

Bu politika yeni değildir. 2013’te başlatılan ve kamuoyunda “çözüm süreci” olarak bilinen dönemde de hasta tutsaklar meselesi gündeme gelmişti. Önder Apo’nun çağrısıyla silahlı güçlerin geri çekilmesi, siyasi tutsakların serbest bırakılması ve demokratikleşme adımları gibi başlıklar tartışılmıştı. Ancak dönemin AKP hükümeti, özellikle hapishaneler meselesinde hiçbir somut adım atmamıştı. Hasta tutsaklar sürecin en basit güven testi olarak görülmesine rağmen, bu test dahi geçilememişti.

O dönem hasta tutsaklara gösterilen ilgisizlik, çözüm sürecinin aslında bir “demokratikleşme” değil, kontrollü bir silahsızlanma ve zaman kazanma stratejisi olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Bugün ise aynı devlet aklı yalnızca yöntemlerini değil, bu temel zihniyetini de sürdürmektedir.

Devletin bu inadının altında sadece güvenlikçi refleksler değil, aynı zamanda derin bir ideolojik hesap da yatmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti, Kürt hareketine yalnızca bir güvenlik sorunu olarak değil, aynı zamanda bir “meşruiyet tehdidi” olarak yaklaşır. Bu nedenle, cezaevlerinde bulunan Kürt siyasetçilerin, aydınların, akademisyenlerin ya da gerilla geçmişine sahip bireylerin serbest bırakılması, devlete göre yalnızca bir af değil, aynı zamanda “ideolojik bir teslimiyet” anlamına gelecektir. Bu anlayış, özellikle sembolleşmiş tutsaklar söz konusu olduğunda daha da katılaşmakta; hasta olsalar bile bu isimlerin tahliyesi bir zaaf olarak görülmektedir.

Bu politikanın doğrudan hedefi yalnızca cezaevlerindeki bireyler değildir. Aynı zamanda onların ait olduğu siyasal topluluklara da gözdağı verilmek istenir. Her ölüm, her geciken tedavi, her ret cevabı, aslında bir kolektif mesajdır. Devlet şunu söylemektedir: “Siz bizimle masaya oturamazsınız. Talepleriniz gayrimeşrudur. Ölüme razı olun.” Bu mesajı dağıtmak için hasta tutsakların bedeni üzerinden sürdürülen bu siyaset, yalnızca hukuk dışı değil, ahlaki açıdan da iflasa uğramış bir yaklaşımdır.

Bu tablo karşısında demokratik kamuoyunun görevi yalnızca “duyarlılık” geliştirmek değil, bu meselenin politik niteliğini açıkça teşhir etmektir. Hasta tutsakların serbest bırakılması bir merhamet çağrısı değil, bir hak mücadelesidir. Bu mücadele yalnızca hukuki kanallar aracılığıyla değil, aynı zamanda toplumsal ve uluslararası düzlemde güçlü bir politik baskı oluşturularak verilmelidir. Hasta tutsakların özgürlüğü, yalnızca onların yaşam hakkı için değil, aynı zamanda Türkiye’de hukukun, adaletin ve demokrasinin çıtasının yeniden kurulabilmesi için de elzemdir.

“Cezaevleri bir toplumun aynasıdır” derler. Türkiye bu aynaya baktığında gördüğü şeyden utanmıyorsa, bu o aynayı kırmaya çalışanların varlığı sayesindedir. Hasta tutsaklar, yalnızca devletin zulmüne değil, halkın vicdanına da seslenen bir turnusol kâğıdıdır. Bu ses duyulmadıkça gerçek bir barışın, adaletin ve özgürlüğün tesisi mümkün olmayacaktır.