Hayalet göçmenler...

Hayalet göçmenler...

“Küba'nın doðusunda Haitili göçmenleri taşıyan tekne battı, 38 kişi öldü”, “Afgan, Iraklı, Ýranlı, Kürt ve Türk 250 göçmeni taşıyan gemi Endonezya açıklarında battı, sadece 49 kişi kurtarılabildi...” Her gün denizden gelen ölüm haberleri böyle…

Türkiye’de göç olgusu sadece denizden gelen ölen insanlar ile gündeme geliyor. Bu tehlikeli yolculuklara çıkmalarına yol açan bütün sebepleri bir yana bıraksak ve ilgimizi sadece ölen insanların sayıları ile sınırlasak bile bu sorun Kürt ve sosyalist hareketin en temel tartışması olabilecek boyutta iken pek gündeme gelmiyor.

Oysa denizin ferahlattıðını söylemişti Ece Ayhan, “Cemal Süreya'dan daha şanslı olduðunu” vurgulayarak. Cemal Süreya ile arasındaki farka işaret eden Enis Batur'a verdiði cevapta, kendisinin bunaldıðında, terlediðinde, çıkışsız kaldıðında Çanakkale'de denize girebildiðine dikkat çekiyordu. Dersimli Cemal Süreya ise böyle bir şanstan yoksundu; bunaldıðında, sıkıntısı boyunu aştıðında açılamıyordu, aksine kendi içine kapanıyordu. Galiba sadece şiirlerine bakılarak verilecek yargının ne kadar eksik olduðunu da hatırlatmış oluyordu böylece.

Esas olarak iki farklı coðrafyanın ürettiði farklı yaşantıların, deneyimin ve belki de şiirin varlıðından söz ediyordu. Cemal Süreya ile yoksulluklarının ortak olduðunu da söylüyordu Ece Ayhan; ama deniz ona kendi yoksulluðunu, bunaltısını giderebileceði bir sonsuzluk veriyordu, Cemal Süreya ise aşılmaz gibi görünen daðların arasında sıkışıp kalmıştı.

Denizin imkanlarından söz ediyor Ece Ayhan; her sorun, sıkıntı onu yaratan koşullardan daha büyük bir zeminde aðırlıðını, yoðunluðunu kaybeder. Sıkıntıyı çözmek, onu kendisinden daha büyük bir baðlamın içerisine yerleştirmekle mümkün olabilirdi ve deniz bu genişleme imkanını saðlıyordu. Deniz, bir anlamda Cemal Süreya'nın ve Kürtler'in bu imkandan mahrum olmalarının, sorunlarının altında iki büklüm kalmalarının da metaforik bir anlatımı olmuştur.

Oysa deniz sadece Ece Ayhan'ın söz ettiði imkanları sunmuyor; tehlikeler de içeriyor. Ece Ayhan'ı ferahlatan sulardan, artık denizle geç tanışan Kürtler'in, Afganlar'ın, Iraklılar'ın ölüm haberleri geliyor. Çanakkale'de, Bodrum'da, Fethiye'de çoðunluðu Kürtler'den, Afganlılar'dan, Ýranlılar'dan, Pakistanlılar'dan oluşan göçmenlerin doluştuðu teknelerin battıðı, insanların öldüðü haberleri çok sık işitiyoruz. Ama ne bu sorun hak ettiði ölçüde bir tartışmanın ve çözüm arayışının konusu oluyor ne de biz ilgimizi sadece ölü sayısı ile sınırlayabiliriz.

Türkiye'nin Avrupa'ya bu tür geçişlerde önemli bir merkez olduðu bilinmesine raðmen ciddi tartışmalara yine rastlayamıyoruz. Bu durumun izinsiz göç olgusunun aslında politik bir araç olarak kullanıldıðını ve sorunlarını ihraç etmenin bir yöntemi haline geldiðini göstermektedir.

Göç hareketinin bu niteliklerini sadece Türkiye ile sınırlandırabilmek de mümkün deðil. Sözgelimi Irak, Suriye, Pakistan gibi ülkelerdeki uygulamalar, göçte ulaşılmak istenen politik amaçların çeşitliliðini göstermek bakımından da ilginçtir. Bölgedeki, "yerlerinden edilmiş" insanlar yeni ve hızla büyüyen mültecilik kategorisini tartışmayı gerektiriyor. Ancak bugün sınırları ortadan kaldıran ve kapitalizmin kabusu olan mülteciler, sosyalist hareketin de gündemine pek geldiði söylenemez.

Mültecilik kategorisinin deðişmesi mültecilere yönelik ilginin artmasına yol açmıyor, hatta genellikle aksi sonuçlar veriyor. Mültecilik biçimlerindeki deðişmeyi vurgulayanlardan biri de Uluslararası Mülteciler adlı örgütün eski başkanı Lionel Rosenblatt. Eskiden yoðun mülteci akınlarında uluslararası toplumun ya da devletlerin temel refleksinin hiç deðilse insanları hayatta tutabilmek olduðunu söyleyen Rosenblatt, artık bu refleksin çok büyük ölçüde aşındıðını belirtiyor. Belki de eskiden bir trajedi olarak görülen göç hareketleri şimdi kriminal olarak deðerlendiriliyor.

Eðer göç hareketleri biçim deðiştiriyorsa, ona yalnızca trajedi ya da suç kavramları çerçevesinde yaklaşmak da yetersiz olacaktır. Trajedi ve suç ikilemi bir yandan da göçü politik sorunların kaçınılmaz sonucu kabul eden ve kendisini asgari taleplerle sınırlayan bir yaklaşımın ürünü olarak görülebilir.

Göç hareketlerinin, biçim deðiştirseler bile dünyanın her tarafında devam edeceðini savunan I. Wallerstein ise bunun bir sınırlama olduðunu savunuyor. Güney'den Kuzey'e yönelen göçün aslında, Kuzey'in Güney'den artı-deðer aktarımının kaçınılmaz bir sonucu olduðunu söylüyor ve liberal ideologların maskesini indirmeyi öneriyor:

Wallerstein’e göre, "Örneðin Güney'den Kuzey'e yoðun yasadışı göç durumu karşısında sınırsız serbest piyasa ilkesini-gelmek isteyen herkese açık sınırlar- talep etmek uygun bir taktik deðil midir? Bu tür talep karşısında liberal ideologların tek yapabileceði, insan hakları konusundaki basmakalıp sözlerini bırakmak ve yerleşme özgürlüðünü kastetmediklerine göre, aslında göç özgürlüðünü kastetmediklerini kabullenmektir" diyor.

Kuzey'deki sistem karşıtı hareketlerin daha çok göçün Kuzey'de yarattıðı sosyo-politik sonuçlar üzerine (göçmenlerin insan hakları, oy hakları vs.) durmasından yakınıyor Wallerstein: "Ama hiç kimse 'izin verme' ve bunun sınırları konusuyla uðraşmış deðil. Hareket özgürlüðü üzerinde herhangi bir kısıtlama olmalı mıdır? Eðer olacaksa hangi noktada? Tamamen özgür bir göç hakkı 'anında eşiklik' talebinin bir biçimi olurdu."

Göçün dünya kapitalizminin işleyişinin bir zorunlu sonucu olduðunu hatırlatıyor Wallerstein ve böylelikle Kuzey'in muhaliflerine, sistem karşıtı hareketlerine sorunu yeniden tarif etmek gibi bir hedef öneriyor.

Aynı şekilde göç hareketi üzerinde yeni görüşler sunan Ýtalyan düşünür Antoni Negri de göçler için kaçış yolları yaratılmasını savunuyor. ‘’Göçmenler yaptıkları yolculuklar boyunca dehşetli bir durum ile karşılaşıyorlar. Ancak bu hareketler ulaştıkları yerlerde yeni bir faaliyet biçimi ve sömürüye karşı yeni özgürlük alanları yaratıyorlar. Sermayeye karşı en etkili eylemdir. Egemenler için göç felaket olarak tanımlanabilir. Çünkü emek gücünün hareket kabiliyeti ve göç hareketlerinin denetime alınamaması sistemin çöküşünü hızlandırıyor. Ulusal egemenlik sınırları delen göç akımına karşı devletler, katı yasalar hazırlıyorlar, büyük bir operasyon yürütüyorlar. Ancak hareketi durduramayacaklar. Ýşte, burada solun bu hareketi sermayeye karşı örgütleme problemiyle karşı karşıyayız’’ diyen Negri, tarihin hiçbir döneminde şimdiki gibi bir göç hareketinin oluşmadıðına dikkat çekiyor.

Peki böyle bir sorunun varlıðını ve boyutlarını görmek istemeyen, Türkiye'ye gelen göçmenlere ilişkin hiçbir hukuki düzenleme için mücadele etmeyen, herhangi bir dayanışma örgütlemeyen Türkiye'nin muhaliflerine ne önerilebilir? Belki de 1940'larda Struma gemisi için yapılan tartışmalarda Türk hükümetinin söylediði söz sanıldıðından daha etkili olmuştur: "Türkiye kendi ülkelerinde istenmeyen insanlar için bir vatan olamaz."

Kuzey'in sistem karşıtlarına, göç özgürlüðünü savunmadıkları taktirde kendi burjuvaları ile örtük bir uzlaşma içinde olacakları uyarısında bulunuyor Wallerstein.

Burjuvaların nasıl davrandıklarını da Victor Hugo'dan biliyoruz: "Burjuvalar halkın memnun edilen bir parçasıdır ancak. Burjuva artık oturmaya vakit bulmuş insandır. Sandalye toplumsal bir sınıf deðildir. Yalnız, bir an önce oturabilmek için, insanlıðın yürüyüşü bile durdurulabilir." Bilmediðimiz şey şu: Türkiye'de sistem karşıtları da sandalye mi oldular?

Ece Ayhan'a ise haksızlık edemeyiz; denizin tehlikelerini biliyor. Batırılan Struma gemisindeki çocukların oyuncaklarının Çanakkale'de kıyıya vurduðunu o yazmıştı.

ANF NEWS AGENCY