Kalkan: Süreç karşılıklı adımlarla yürür

Duran Kalkan: Halihazırda iktidar tarafından bu sürecin güvenliğini dahi sağlayacak küçük bir yasal düzenleme bile yok. Fakat süreç tek taraflı adımlarla ya da sadece iyi niyet açıklamalarıyla yürümez. Karşılıklı adımların olması lazım.

DURAN KALKAN

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan'ın "Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı" sonrası PKK'nin 12'nci Olağanüstü Kongresi’nde fesih kararı almasının üzerinden 3 hafta geçti.

MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin Meclis'teki çıkışıyla başlayan, Önder Apo'nun çağrısıyla devam eden ve son olarak PKK'nin 12'nci Kongresi ve sonrasındaki gelişmelerin ayrıntılarını PKK'nin kurucu kadrolarından Duran Kalkan'a sorduk.

PKK'nin kurucu kadrolarından Duran Kalkan sürecin iç ve dış dinamikleri, Önder Apo'nun çağrısı, fesih ve silahlı yöntemin sonlandırılması kararı, yasal ve anayasal düzenlemeler, Türkiye'deki iktidar ve muhalefetin sürece yaklaşımı, süreçte yaşanan güven sorunlarını, Kürt-Türk ittifakı, Misak-ı Milli ve Lozan'a ilişkin sorularımızı yanıtladı.

PKK’nin 12’nci Olağanüstü Kongresi, 5-7 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşti. Bilindiği üzere Mayıs Ayı Şehitler Ayı oluyor. Kongre’de Ali Haydar Kaytan ve Rıza Altun gibi öncü kadroların şehadetleri ilan edildi. Böyle önemli bir ayda kongrenin yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tekrardan Şehitler Ayında gerçekleştirdiğimiz 12’nci Kongremizin halkımıza ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diliyorum. Bu kongreyi hazırlayan Önder Apo’yu saygıyla selamlıyorum. Önder Apo’nun ilk yol arkadaşlarından, partimizin öncü kadroları Fuat (Ali Haydar Kaytan) ve Rıza yoldaşları saygı, sevgi ve minnetle anıyorum. Kongre bu yoldaşlara ithaf edildi. Kongre sonuçlarını halkımız bu yoldaşlarla birlikte anlamaya, değerlendirmeye çalıştı. PKK’nin tarihe mal edilmesi kongresiydi. PKK gerçeği bu yoldaşlar gerçeğiyle değerlendirildi, ortaya kondu. Çok da önemli ve anlamlı oldu.

Gerçekten de Önder Apo’nun ilk yol arkadaşı, her dönemde mücadeleye aktif katılmış, her zaman Apocu çizgide yürümüş, partimizin şairi, edebiyatçısı, ruhu, duygusu, bilinci olan Fuat arkadaş şahsında PKK’yi değerlendirmek önemliydi. Partimizin resmi askeri komite üyesi ve büyük zindan direnişçisi, yine zindandan çıktıktan sonra hemen her alanda, Kürdistan’ın dört bir yanında öncü düzeyde çalışmalara katılmış, etkili yönetim görevleri yürütmüş Rıza yoldaş şahsında PKK’nin tanımlanması, değerlendirilmesi doğruydu. İşin gerçek özünü de verdi.

Şehitler ayı, Haki yoldaşın 18 Mayıs 1977 tarihinde Antep’te katledilmesi 1’inci Konferansımızın Şehitler Günü ilan etmesiyle başladı. Önder Apo “PKK Haki Karer’in anısının örgütlendirilmesidir” dedi. PKK’nin örgütsel yapısını feshetme, örgütsel çalışmalarını durdurma kararı yine böyle bir dönemde, böyle bir ayda verildi. Yani hem kuruluşu mayıstaki katliam sonucu büyük şehidin anısına gerçekleşti hem de örgütsel çalışmalarını durdurma aynı dönemde oldu. Aynı tarihte bir şehadetin anısıyla başlayan ve 48 yıl süren büyük özgürlük direnişi, özgürlük savaşı, tekrar aynı şehadet yıldönümünde rolünü oynamış, görevlerinin gereğini yerine getirmiş, yapacaklarını başarmış olarak sona eriyor. Bu da oldukça önemli. Anlamlı bir durum.

Bazıları PKK’nin bitişinden söz ediyorlar. Bunlar gerçeği anlamayan ve anlatmayan sözler. Boş ifadeler olarak değerlendirilebilir. Gerçek olan PKK’nin Önderlik ve Şehitler hakikati olarak tarihe mal olması, Kürt varlığını ve özgürlüğünü ifade etmesidir. Halk “PKK halktır halk burada” dedi. Önder Apo da “PKK Şehitler Partisidir” dedi. O halde halk var oldukça, onun özgürlük mücadelesi, yaşamı var oldukça şehitler yaşıyor olacak, PKK var ve yaşıyor olacak. Bunu hiçbir güç yok sayamaz, yok edemez, tarihsel etkisini de hiçbir biçimde kıramaz.

'SÜRECİ DEVLET BAHÇELİ'NİN ÇAĞRISI BAŞLATTI'

Konuya girmeden önce PKK’nin yaptığı 12’nci Kongre ve bugünkü sürece nasıl gelindiğinin değerlendirmesini almak isteriz. Çünkü bu noktada farklı yaklaşım ve bakış açıları var. Bazı yorumlara göre Ortadoğu'da yaşanan gelişmelere bağlı olarak iç ve dış dinamikler, bazı yorumlara göre de PKK'nin siyasi ve askeri olarak zorlanması sonucu böyle bir karar alındı. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi Önder Apo bir inisiyatif geliştirdi. Fakat süreç Önder Apo ile başlamadı. Devlet Bahçeli’nin girişimiyle başladı. 2024 Ekim’inde MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin tutumu ve söylemleriyle bu süreç başladı. Dahası Devlet Bahçeli burada sadece bir iyi niyet tutumu olarak böyle bir yaklaşım bulunmadı. Grup toplantısında Önder Apo’nun Meclis’e gelmesini, DEM Parti Grubu’nda konuşmasını, PKK’yi feshederse bunların olabileceğini, umut hakkının değerlendirilebileceğini ifade ederek çağrıda bulundu. Onun ardından bu çağrıya dayanılarak 4 yıldır görüşme yaptırılmayan Önder Apo ile görüşme yaptırıldı. 23 Ekim 2024 tarihinde yeğeni Ömer Öcalan İmralı’ya gönderildi. Önder Apo’nun cevabının ne olacağı görülmek istendi. Önder Apo da süreci, gelişmeleri, çağrıyı değerlendirdi ve “ben buna cevap verebilirim, anlamlı buluyorum” dedi. “Eğer koşullar yaratılırsa Kürt sorununu çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve demokratik siyaset zeminine taşıyabilecek teorik ve pratik gücüm var, ben bunu gerçekleştirebilirim” dedi. Bu temelde çağrıya cevap verdi. Ondan sonra da Devlet Bahçeli’nin çağrıları devam etti, buna katılanlar oldu. Önder Apo da bu inisiyatifi aldı yürüttü. Durumun bu bakımdan doğru anlaşılması lazım.

DEVLET 'BEKA SORUNU VAR' DİYEREK ADIM ATTI

Buradan baktığımızda öyle durup dururken Önder Apo’nun girişimiyle ortaya çıkmış bir süreç değildir. Tam tersine Devlet Bahçeli’nin girişimiyle ortaya çıkmış bir süreçtir. Devlet Bahçeli gitti, DEM Partililerin elini sıktı. Kardeşlik mesajları verdi. Aynı gün Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da Meclis açılış konuşmasında Türkiye’ye dönük büyük tehlikelerden, beka sorunundan, iç birliğin öneminden, kardeşlikten bahsetti. Devlet Bahçeli’nin tutumunu destekleyen çağrılar yaptı, değerlendirmelerde bulundu. Ardından bunları değerlendirerek Devlet Bahçeli “Cumhurbaşkanımız bazı tehlikelere işaret etti, devletimizin beka sorunu var” dedi. Bundan dolayı Önder Apo’ya Ankara’ya gelip DEM Parti Grubu’nda konuşması çağrısında bulundu. Yani bu düzeyde demokratik siyasete katılabileceğini, artık bunun Türkiye için zorunlu ve gerekli olduğunu değerlendirdi. Ardından direkt Önder Apo’nun şahsına dönük şu belirmeleri yaptı: “Bu insanı 26 senedir orada tutuyoruz. Bu süre zarfında halktan, ülkenin menfaatlerinden başka hiçbiri şeyi ağzından duymadık. Yani gün 24 saat tam 26 yıl bu temelde yaşadı. Bu insandan bu ülkeye, bu topluma zarar gelmez." Bunlar da Devlet Bahçeli tarafından dile getirildi. Önder Apo’nun duruşunu değerlendirdi. Ne kadar doğru, istikrarlı, Türk-Kürt kardeşliğini esas alan, Kürt sorununun çözümünü gerçekten Türkiye’nin demokratikleşmesiyle demokratik birliği temelinde gerçekleştirmeyi öngören, net, kesin kararlı bir tutumda olduğunu da ifade etti. Düşüncesi ve tutumu budur dedi. Zorluk yaşayan TC devletinin kendisiydi.

Devlet Bahçeli "Anadolu’dan kovulabiliriz" dedi. Bu sözler de tehklikenin büyüklüğünün itirafı niteliğindeydi.

Evet. “Böyle olmazsa Anadolu’da bile yaşayamayız” dedi. Gerçekten Önder Apo da bunu ifade etti. Bu tehlike, tabii ki vardı. Niye vardı? Üçüncü Dünya Savaşı’nın doksanların başından bu yana Ortadoğu’daki gelişimi geldi, Türkiye’ye böyle bir şeyi dayattı. Gazze Savaşı’yla başlayan süreç Lübnan ve Suriye savaşı ardından gelip Türkiye’nin sınırına dayandı. Kürdistan’ı savaş merkezi yaptı.

Bir de zaten Kürdistan’da Kürt inkarından doğan bir çatışma vardı. Türkiye’nin birliği yoktu. Aslında devlet, Kürtlerin ve Türklerin ortak yurdu olarak tanımlanan Misak-ı Milli’den uzaklaşmıştı. Bundan dolayı Kürtlerin yüzyıllık direnişi vardı. Son elli yılını PKK yürüttü.

ÇÖKTÜRME EYLEM PLANI ÇÖKÜNCE…

24 Temmuz 2015 tarihinden itibaren Çöktürme Eylem Planı temelinde taktik nükleer bombadan, kimyasal bombaya kadar her türlü silahı ve yöntemi kullanan, hiçbir ahlaki-hukuki kural dinlemeyen, topyekûn bir saldırı yürüttü. Bu temelde ABD ve NATO’nun desteğini aldı. Yine KDP’nin, Kürt işbirlikçiliğinin desteğini aldı. Bir iki yılda PKK’yi yok edeceğiz, ezeceğiz, çökerteceğiz, diz çöktüreceğiz iddiasıyla başlatılan savaşta sonuç alamadılar. Bu savaş 10 yıla yayıldı. Her yılın başında bu yıl bitireceğiz dendi, ama 10 yıl boyunca bir arpa boyu kadar yol alamadılar.  Planları başarısız kılındı. Çöktürme Eylem Planı'nın kendisi çöktü. Böyle bir çatışmayla Ortadoğu’da gelişen yeni hegemonya savaşında Türkiye’nin ayakta kalamayacağını, Kürtlerle savaşarak bırakın başarı kazanmayı, Anadolu’da bile kalamayacağını, Anadolu’nun da elinden gideceğini ifade etti. O ifade çok anlamlıydı.

KÜRTLERLE SAVAŞARAK ANADOLU'DA VAR OLAMAZLAR

Bu güncel tehlikeleri gördükten sonra Anadolu'ya gelme ve orada kalıcılaşma ittifaklarını mı hatırlamış oldular?

O ifade şunu içerdi: Türklere Anadolu kapısını kim açtı? Kürtler açtı. Kürt-Türk ilişkisi, ittifakı açtı. Alparslan’ın Malazgirt Zaferi tamamen Kürt-Türk ittifakı temelinde geliştirilmiş bir zaferdi. Bunu o zaman Selçuklular da söylediler. Alparslan’ın torunu Sultan Sencer ilk Kürdistan ismini kullanan oldu. Kürtlerle ilişkiyi, ittifakı tanımladı, resmileştirdi. Bu neyi gösterdi? Anadolu Türklüğü Kürtsüz var olamazdı. Kürtlerle çatışarak, savaşarak, Kürtleri yok ederek kendisi Anadolu’da var olamaz. Bunu ifade etmiş olduk. Önder Apo bunu on yıllardır söylüyor. PKK aslında bu iddia ve görüşle ortaya çıktı. Yani Kürd’ü böyle yok ederseniz Anadolu’da siz de olamazsınız diyerek gerçekten de Türklerin demokratik varlığını Kürt özgürlüğüyle gerçekleştirebileceklerini ortaya koydu.

Aslında PKK tamamıyla bu anlayış temelinde var olmuştu. Bahçeli’nin açıklamaları PKK ve Önder Apo’nun görüşlerinin doğruluğunu teyit etmiş oldu. Zaten Bahçeli Önder Apo için bu hususları belirtirken biraz da buna dayandı. Ne yaparsak yapalım Abdullah Öcalan kendi bildiğinden ve Kürt özgürlüğü temelinde Türkiye’nin demokratik birliğinden vazgeçmiyor. Bu konuda Önder Apo’nun ısrarını, kararlığını, netliğini, inancını gördü.

Sizin bu belirleme ve tespitleriniz o zaman, "Ortadoğu’da 7 Ekim'de Hamas'ın başlattığı savaşla beraber örgütler çağı sona eriyor", "PKK'nin askeri ve siyasi kapasitesi kalmamıştı" veya "PKK reformist bir çizgiye kayıyor" gibi tezlerin hepsini boşa düşürüyor.

Bir defa, PKK bir örgüt değil. Öyle görülmemeli. Biraz anlamaya çalışanlar şunu ortaya koyuyorlar; bir toplumsal hareket. Yani öyle dar, imkânları olan, hele hele silahın gücüne dayanan bir örgüt değil. Böyle olsaydı değil elli iki yıl, PKK böyle bir ortamda 52 gün bile dayanamazdı. Evet, örgütler çağı geçebilir ama PKK örgütsüzlüğü savunmuyor. PKK kendi örgütsel yapısını feshederken örgütlenmeyin, örgütleri dağıtın demiyor. Bir likidasyon geliştirmiyor, likidatör bir hareket olmuyor, tasfiyeci değildir. Bazıları PKK tasfiyeci oluyor diyor. Tasfiyecilik inkarcılıktır. PKK geçmişi inkar etmiyor. Her türlü örgüte karşı çıkmıyor. Tam tersine geçmişi değerlendiriyor, tarihsel olarak PKK’nin ortaya çıkış koşullarını değerlendiriyor, bunun ne kadar zorunlu bir durum olduğunu söylüyor, PKK’nin yürüttüğü mücadelenin büyüklüğünü, tarihselliğini, ortaya çıkardığı büyük başarıları ortaya koyuyor, bunları esas alıyor, mirası olarak görüyor, bunlara sahip çıkıyor.  Bu bakımdan geçmişini inkar eden değildir. Tam tersine geçmişine sahip çıkarak onun üzerinden bir gelecek yaratıyor.

'PKK DOGMATİK BİR ÖRGÜT DEĞİL'

Neyi değerlendiriyor? İnkarcı, likidatör değil, fakat dogmatik de değil. Eleştiri-özeleştiri yapıyor. Yani PKK’nin ortaya çıktığı dönemin siyasi-askeri koşullarını değerlendiriyor. O zaman Kürtlerin, dünyanın, Ortadoğu’nun koşulları farklıydı. Yine dünyada insanlığa hakim olan zihniyet yapıları farklıydı. Şimdi bunların hepsinde köklü değişiklikler oldu. Bu değişikliğe göre biz de değişmeliyiz diyor.

Neyi ortaya koyuyor? Eskiyi, aşılanı, tarihsel olarak ömrünü dolduranı tarihe mal ederek yenilik yapmayı öngörüyor. Yani eleştiri-özeleştiri yapabiliyor. Böylece kendisini değiştiriyor, dönüştürüyor. Yani devrimcidir. Devrimciler değişim ve dönüşüm yapabilirler. Fakat dogmatikler var olanı tekrarlar.

Devrim yıllarında Lenin’in çok güzel bir sözü var. Devrimci süreç geliştiğinde, yeni ittifaklar, yeni eylem biçimleri ortaya çıkınca eski Bolşevikler grubu çıkıyor; biz eskiden şunu demiştik, tekrar eski devam etsin diyenler oluyor. Lenin onlara şunu söylüyor: “Gençliğinde ezberledikleri cümleleri ölünceye kadar tekrarlayan dogmatikler.” Dolayısıyla bunun böyle olmayacağını, devrimcilerin her yeni durum ve gelişmeye göre kendilerini geliştirmeleri, değiştirmeleri gerektiğini, devrimciliğin gereğinin bu olduğunu ifade ediyor. Bu bizzat Lenin’in kendi görüşleridir. Ama Leninizm adına dünyanın en kalıpçı, en dogmatik düşünceleri, yaklaşımları, hareketleri ortaya çıktı ve bu temelde PKK’ye yaklaşanlar oluyor.

YENİ BİR BAŞLANGICIN ZEMİNİ…

Bu Kürt halkının mücadele kapasitesi için de geçerli. Kürt halkının mücadele kapasitesi bitmez. Evet, gücünün bir sınırı var, öyle çok zengin bir maddi imkâna sahip değil. Fakat tarihsel olarak mücadeleci bir halk biçiminde şekillenmiş. Toprakları verimli, kendini yaşatabiliyor. 5 bin yıllık devlet ve iktidar sisteminin her döneminin azgın saldırıları karşısında aşiret toplulukları olarak direnmiş ve öyle kendini var etmiştir. Böyle bir tarihe sahip. Dolayısıyla Kürt halkının savaşma, direnme kapasitesi bitti demek yanlıştır. Bitmez. PKK yeni mücadele süreçleri başlatıyor. 12’nci Kongre de bunu değerlendirdi. Biz bunu bir son olarak kararlaştırıyoruz ama bu bir bitiş değildir. Tersine yeni bir başlangıç için zemin yaratmadır, dendi ve bitiş aynı zamanda yeni bir başlangıcı ortaya çıkardı. Bu yeni bir mücadele sürecinin başlangıcıydı.

Peki, burada değişen, biten ne oldu? Mücadele süreci bitmedi. Kürt halkının mücadeleci gücü, kapasitesi bitmedi, Kürt gençlerinin, kadınlarının cesaret ve fedakârlığı ortadan kalkmadı. PKK, 15 Ağustos 1984 Eruh ve Şemdinli eylemleriyle de başlatıp ilan ettiği ulusal kurtuluş savaşı stratejisini bitirdi. Bitirdiği budur. Biten mücadele değil. Ulusal kurtuluş savaşı stratejisi temelindeki mücadeledir. Biten Kürt halkının direnme, gerektiğinde savaşma, özgürlüğü için her türlü mücadeleyi verme gücü değil, biten zamanını doldurmuş, artık aşılmış olan mücadele stratejisi ve taktikleridir. Bu bakımdan da bir değişim ve yenilenme var. Kendini sürecin gereklerine göre değiştirme var.

'BU DEĞİŞİMİ NE OLURSA OLSUN YAPACAĞIZ'

Kaldı ki bu yeni ortaya çıkan bir durum da değildir. 90'ların başından bu yana ortaya çıkan gelişmeleri değerlendirerek her fırsatta Önder Apo ve PKK strateji değişiminin gereğini gündeme getirdi. ‘93’te ateşkes ilan ederek gündeme getirdi. Yine Önder Apo bunu 1 Eylül ’98 ateşkesinde net olarak vurguladı; “bu değişikliği ne olursa olsun yapacağız” dedi. Uluslararası Komplo saldırısıyla bu değişikliği engellediler. Günümüze kadar PKK’yi başkalarının kendi çıkarları için kullanabilecekleri bir savaş içinde tutmak amacıyla böyle bir çatışmaya zorlayanlar oldu. PKK bunları aşamadı. Şimdi mevcut durumda aşıyor. Dolayısıyla o tür yaklaşımların hepsi yanlıştır.

Şunu da açıklayayım: Buradan kalkarak PKK 48 yıldır silahlı direniş yürütüyor, 41 yıldır 15 Ağustos temelinde gerilla savaşı veriyor. Bu kesintisiz bir savaştır. Ama esas silahlı direnişi Mayıs 1977’de katledilen Haki Karer yoldaşın intikamını almak üzere başlamıştır. O günden bu yana 48 yıldır bir silahlı direniş yürütüyor. Bu geldi ulusal kurtuluş stratejisine oturdu ve bu temelde gerilla savaşı verildi. Şimdi bu kadar savaşıldıktan sonra niye savaşı bırakıyor diyorlar? Peki, bu halk hep savaşacak mı? Kürtlerin ömrü hep savaşla mı geçecek? Bazıları çok akıllı! Bu kadar savaş istiyorlarsa kendileri savaşsınlar. O kadar savaş aşığıysalar durmasınlar, savaşsınlar, ellerinden alan mı var?

'DEVRİMCİLİĞİN ÖLÇÜSÜNÜ BELİRLEYEN İDEOLOJİK DÜZEYDİR'

Şimdi bazıları kalkmış PKK’ye savaşı anlatmaya, savaş dersi vermeye çalışıyor. Gerilla dersi vermek istiyorlar, savaşmanın ne kadar önemli, anlamlı olduğundan söz ediyorlar. Bu PKK 48 yıl silahlı mücadele yürütmüş, 41 yıldır kesintisiz gerilla savaşı yürütüyor. Herkes biraz da kendi gerçeğine bakarak bu sözleri söylemeli. Şimdi bu silahlı direnişi sona erdirmek isteyince devrimcilikten uzaklaştı diyorlar. Bir mücadele yönteminin devrimci olup olmadığını şiddet düzeyi belirlemez. “Silahlı şiddet içeren yöntem devrimcidir, silahlı şiddet içermeyen devrimci değildir, reformizmdir” diyenler yanılıyorlar. Devrimcilik ölçüsünü belirleyen ideolojik düzeydir. Bir mücadele ne kadar ideolojik derinliğe,  karşıtlığa sahipse, ne kadar ideolojik değişim yapabiliyorsa o kadar devrimcidir. Ne kadar az yapıyor, ideolojik değişim yaratamıyorsa, gerçekleştiremiyorsa ona reformizm denir, pasifizim denir, dolayısıyla devrimci değildir. Yani devrimciliğin ölçüsü hiçbir zaman silahlı şiddet değildir. Onu ölçü olarak alanlar ancak egemen iktidar ve devlet güçleri olabilir. O bakımdan o tür sözlerin hepsi boştur. Biz hareket olarak stratejik değişimde artık günün gerektirdiği mücadele yöntemlerini, araçlarını kullanmak için bir çaba, değişim-dönüşüm mücadelesi içerisindeyiz. Bu, örgütsel yapımız bakımından da geçerli olan bir durumdur.

Şimdi bu değerlendirmelerinizden sonra şu soru akla geliyor; Yeni sürecin örgütlenme modeli nasıl olacak. Çünkü bu da çok fazla tartışılıyor, merak ediliyor?

Yeni sürecin nasıl gelişeceği tartışılıyor. Onun için hemen şöyle olacak diye somut şeyler söylemek zor, ki doğru da değil. Bunu tartışmalar, mücadele, arayış belirleyecek, şekillendirecek. Fakat bu demek değil ki PKK ne yaptığını hiç bilmiyor. Muğlaklıklar, belirsizlikler içerisinde. Hayır, öyle değil. PKK, iki binlerin başından itibaren, somut tarih vermek gerekirse 2004 tarihinden bu yana bir paradigma değişimi yaşıyor. İktidarcı ve devletçi paradigmaya son verdi. Demokratik uygarlık, ya da demokratik modernite paradigmasını esas aldı. Yani ekolojist kadın özgürlükçü demokratik toplum paradigmasını esas aldı. Köklü paradigma değişimini öngören bir değişim ve dönüşüm süreci içerisine girdi. Bugün yaşananlar o zamandan başlayanlardır. Yeni gündeme gelmiyor. Bunun ne teorisi, ne tartışması, ne de pratik çabaları yeni başlamıyor. Yeni başladığını sananlar önceyi bilmeyenlerdir. Dolayısıyla 20-25 yıllık bir süreç, bu yönde atılmış adımlar, gerçekleştirilmiş, sağlanmış gelişmeler var. Fakat gerçekleştirilemeyenler de var. Şimdi 12’nci Kongre ile birlikte gerçekleştirilemeyenleri sona erdirerek paradigma değişimini tam köklü bir biçimde gerçekleştirme iradesi ve kararlılığı var.

YENİ ÖRGÜTLENME SÜRECİ

Şimdi yapılan, yeni paradigmanın gerektirdiği değişim ve dönüşümü tümüyle gerçekleştirmektir. Nedir bunlar? PKK, doğuş döneminden esas aldığı teorik, programsal, stratejik ve taktik yapısını değiştiriyor. Tabii bunun gerektirdiği örgütlenme yapısını da değiştirecek. Örgüt, mücadele tarzına göre şekillenir. İşlevsel, devrimci örgütler böyle kurulurlar. Önce örgüt kurup da sonra ona strateji ve taktik belirlenmez. Önce strateji ve taktik belirlenir. Yani nelerin nasıl yapılacağı tespit edilir, sonra da onu yapacak örgütlenme ortaya çıkartılır. O görevler tamamlanırsa o örgüt rolünü bitirir. O yüzden o örgütsel yapıyı değiştirmek gerekir. Dolayısıyla PKK rolünü çoktan bitirdi diyoruz. Teorisini, programını, stratejisini, temel taktiklerini değiştiriyor. Peki, bütün bunlar değiştiğinde örgüt yapısı değişmeyecek mi? Elbette ki yeni görevlere göre yeni örgüt biçimleri, örgüt tarzları ortaya çıkartacak. Doğru olan, devrimci olan, gerçekçi olan budur.

Şimdi eski örgütlenmeyi feshederek yeni örgütlenme süreçleri başlatmayı bu temelde yapıyor.

Stratejik olarak ulusal kurtuluş savaş stratejisini değiştirdi. Onun yerine demokratik  siyaset stratejisini geçiriyor. Demokratik siyaseti esas alıyor. Ulusal kurtuluş savaşı stratejisinin temel savaş biçimi olan gerilla savaşını değiştiriyor. Onun yerine öz savunmayı koyuyor, hukuki mücadeleyi koyuyor. PKK, bütün alanlarda yaşanan bu köklü değişim ve dönüşüm sürecini son 25 yıldır yaşıyor. Şimdi bunu artık bir sonuca götürmek istiyor. Mücadelesi de, örgütü de buna göre olacak ve bu temelde ne gerekiyorsa onu yapacak.

Önder Apo 1994’te şunu demişti: “Diriliş tamamlandı, sıra kurtuluşta.” Ulus devlet paradigmasının gereklerine göre ulusal kurtuluş savaşıyla ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek gerekiyordu. O zamanki paradigmanın tanımı oydu. Şimdi paradigma değişimiyle birlikte “Diriliş tamamlandı sıra kurtuluşta” söyleminin yerini, “Diriliş tamamlandı sıra özgürlükte” aldı. Özgürlük de demokratik toplumla sağlanıyor.

Şu sorulabilir; yeni sürecin gelişimi nasıl olacak? Şöyle olacak, şu zamanda olacak, şu isimde parti kurulacak, filan yerde şu adım atılacak vs. demek zordur. Ama değişim ve dönüşümün hedefi-çerçevesi belirttiğim gibidir. 2004’te gerçekleştirilen paradigma değişimi ile başlayan bir süreçtir bu. Şimdi derinleşerek devam ediyor. Süreç bu değişim ve dönüşüm temelinde ilerleyecek ve işleyecek.

1993'ten beri girmiş olduğunuz değişim-dönüşüm sürecine yönelik engelleyici faktörlere değindiniz. Şimdi de içte veya dışta  böyle faktörler var mı?

Mevcut durumda engel çoktur. Engel var mı, demek yerine bunun gerçekleşmesinin önü ne kadar açık diye sormak daha doğru olabilir. Böyle bir soruya da "(sürecin) önü çok açık’’ diye cevap veremeyiz. "Önü açık, demokratik siyaset rahatlıkla yürütülebiliyor, demokratik siyasetin tamamen hakim olduğu bir ortamda yaşıyoruz dolayısıyla istediklerimizi rahatlıkla gerçekleştirebiliriz’’ gibi bir şey kesinlikle diyemeyiz. Böyle bir ortam yok. Engelleri aşıp zorlukları yenerek ön açma ve süreci geliştirme, demokratik siyasetin işleyeceği koşulları oluşturma mücadelesi veriyoruz. Yani öyle hazır bir durum yok.

'ÜLKEYİ DEĞİŞİM-DÖNÜŞÜME UĞRATMAK GEREK'

Bu noktada Önder Apo kendisini değiştirmiş, dönüştürmüş. Kendi değişim ve dönüşümüne dayanarak Kürt Özgürlük Hareketi’nde gerekli değişim ve dönüşümü açığa çıkarmak istiyor. Kürt Özgürlük Hareketi’ndeki değişim ve dönüşüme dayanarak da ülkeyi değişim ve dönüşüme uğratmak istiyor. Türkiye’deki faşist soykırımcı, Kürd'ü inkâr eden ve imha etmeye çalışan zihniyet ve siyasetin aşılmasını, bu kapsamda Türkiye’nin demokratikleşmesini gerçekleştirmeye çalışacak. Bu anlamda engel çok. Türkiye’de mevcut durum tümüyle engeldir. Mevcut devlet yapısı, onun siyasi partileri… Kısmen demokratikleşme deyince, kavram olarak ‘’iyidir’’ diyorlar ama demokratikleşmeden ne anladıkları tartışma götürür.

Örneğin; AKP "Türkiye hukuk devletidir, demokrasi de var, -PKK’yi kastederek- bir tek terör belası var ondan da kurtulduk mu sorun bitecek" diyor. Hâlâ mevcut durumda yaklaşımı öyle. Bunu aşabilmiş değil.

'CHP YÖNETİMİNİN TUTUMU ÖNEMLİ, AMA…'

Mevcut CHP yönetimi, geçmişi aşan bir düzeyde. Onlar da diyor ki,  "Kürt vatandaşlarımız ‘sorun var’ diyorsa sorun var demektir ve ne zaman ‘çözüldü’ derlerse, sorun ancak o zaman çözülmüş olur." Biz bunu oldukça önemli ve anlamlı bulduk. Ama bu doğrultuda bir program oluşturma, bir proje geliştirme, bunun ısrarlı mücadelesini yürütme yönünde pratik adımlar gelişmedi. Bir de mevcut CHP’nin üst-yönetim kadrosu bunu söyledi. Diğer yönetimler ve çevresi ise tam tersine Kürd'ü inkâr eden, imhayı öngören dar ulusalcı yaklaşımlarını olduğu gibi sürdürüyor ve bu değişim sürecine en çok onlar karşı çıkıyorlar.

Örneğin birçok konuda, hala 1989 raporunun gerisinde bir duruş var.  

Çok geri bir duruma düştüler tabii. Bu nedenle Önder Apo CHP’ye selam gönderirken "Erdal İnönü’yle bir şeyler yapmak istedik, ama yapamadık, onu burada devam ettirmek istiyorum’’ dedi. Tabii oradan daha geriye düşen bir çevresi var (CHP’nin). Ama mevcut yönetim biraz daha geçmişi aşan bir tutum ortaya koydu. Meclisteki diğer partiler ‘’destekliyoruz’’ diyor ama neyi destekliyorlar? Türkiye’nin demokratikleşmesi derken ne anlıyorlar? Kürt sorununu nasıl tanımlıyorlar? Ne tür çözümler öneriyorlar? Hangi çözümlere katılacaklar? Tüm bu konulardaki tutumları muğlaktır.

Sol, sosyalist çevrelerde de de anlamaya çalışan bir kesim var. Bu olumludur. Ama orada da bir muğlaklıktan söz edilebilir. Kimisi "savaş niye bırakılıyor" diyor, kimisi ‘’niye savaş vardı’’ diye karşı çıkıyor. Karmakarışık bir durum var. Kürt halkının özgür iradesini tanıma kabul etme diye bir yaklaşım yok. "Ulusların kendi kaderini tayin hakkı Kürtlerin sorunlarının çözümüdür" diyorlar, ama yine de çözümün ne olacağını ve nasıl çözüleceğini kendileri belirlemek istiyorlar. Müsaade edin de Kürtler belirlesinler.

Kürt cephesinin yekpareliğine karşı, diğer cephede yekpare bir duruşun olmadığını belirtiyorsunuz.

Karşımızda karışık bir yapı var.

Bu aynı zamanda tehlikeli bir yapı, tehlikeli bir durum da değil mi?

Evet, çok karışık, muğlak, bir de iç iktidar çatışması çok yoğun. Çıkar çatışmasına alet etmek isteyenler de var. Şunu gördük aslında, ki kongre sonrası tartışmalarda daha net ortaya çıktı, Kürt sorununun içerdiği çatışmadan nemalanan ve bu savaştan beslenen o kadar çok rantçı kesim varmış ki "biz teröre karşıyız, barış istiyoruz’’ demelerine bakmamak lazımmış. Şimdi PKK "ben böyle bir savaş yürütmüyorum’’ deyince şaşkına döndüler. Çeşitli biçimlerde bunu engellemeye çalışıyorlar. Savaştan beslendikleri, rantçı oldukları ortaya çıktı.

'PKK 'ARTIK SAVAŞMIYORUM' DEYİNCE BOŞA DÜŞTÜLER'

Kürt meselesinin bu şekilde sorun olarak kalmasını kendi çıkarlarına gören güçlerin olduğu biliniyor. Onların bu süreçteki yaklaşımlarını nasıl görüyorsunuz?

Kürt sorunu, Lozan’da Kürdistan’ın bölünmesi ve Kürt halkının yok sayılması sonucunda yok edilmesine dayalı bir sömürgeci-soykırımcı saldırı sorunudur. Bunu kapitalist modernite sitemi küresel hegemonik yapı kazanırken ortaya çıkardı. Birinci Dünya Savaşı içinde ve ardında şekillenen iktidarcı-devletçi dünya Kürdün inkârı ve imhası üzerine oluştu. Bu bir gerçek. Bunu TC devletiyle, İran’la, bazı Arap devletleriyle uygulamaya koydular ama aslında Kürdistan üzerinde sömürgeci-soykırımcı saldırı yürütüp egemenlik oluşturan güçler bu devletlerle sınırlı değildir. Sistemin kendisi, bütünü bu sorunun sorumlusudur. Bir defa bunu görmek lazım. Bu öyle sıradan bir egemenlik durumu değil. Kapitalist emperyalist sistemin temel yönetme tarzı olan böl-yönet politikasının gereği olarak bir parçalama-çatıştırma yöntemi.

Kürt sorunu, Kürtleri, egemenlik altına alan devletlerle, dolayısıyla bütün Ortadoğu’yla savaştırma, çatışma içine sokma sorunu. Dünya sistemi böyle kurulmuş. Herkes bu çatışmadan beslenmiş. Bunu çok net bir biçimde gördük. PKK öncesi Kürt isyanlarını da inceleyince, Kürtlerin bu temelde bir durumu yaşadığını değerlendirdik. PKK mücadelesiyle ilerleyip gelişme sağladıkça bunu daha net olarak gördük. Öyle bir şey ortaya çıktı ki, PKK öncülüğündeki Kürt halkıyla bütün iktidarcı-devletçi sistemin çelişki ve çatışma yaşadığı bir durum ortaya çıktı. Herkes bir biçimde bu çatışmanın içinde; buradan ekonomik-siyasi çıkar sağlıyor. Şimdi bu çatışmanın sona erdirilmesinden ekonomik ve siyasi zarar göreceklerini değerlendiriyorlar. Sözde hep ‘’teröre karşıyız’’ dediler, ama açığa çıktı ki hep terörden beslenmiş kendileri. Yürütülen savaştan beslenmişler. Şimdi PKK ‘’ben artık savaşmıyorum’’ deyince telaşa düştü hepsi. Böyle bölgesel güç de çok, küresel güç de çok.

'ÖNDER APO'NUN KÜRT KAPANI DEDİĞİ BUYDU'

Telaşa düştü birçok çevre. Niye? Çünkü çatışmadan elde ettikleri ekonomik-siyasi çıkarı kaybedecekler. Tam bir kaygı ve korku içerisindeler. El altından bir yığın girişimde bulunuyorlar. İnsan şaşırıyor gerçekten. Şimdiye kadar neredeydiniz, diye sormak lazım. PKK 48 yıldır savaşıyor, 41 yıldır kesintisiz gerilla savaşı veriyor. Peki bu kadar savaştan yanaydınız da neredeydiniz ve ne kadar destek verdiniz PKK’ye? PKK’ye mi destek verdiniz, yoksa PKK’nin imha edilmesi için hep karşıtlarına mı destek verdiniz? Şunu gördük ki aslında tam bir savaş kışkırtıcılığı yapılıyor. Önder Apo ‘’Kürt Kapanı’’ demişti. Kürtler böyle bir kapana kıstırılmışlar; direnmeseler asimile olup yok oluyorlar, savaşsalar, onun bunun birbiriyle çatışmasına hizmet eder hale geliyorlar. Kendileri bir kazanıyorsa, diğerleri beş kazanıyor. Herkes bunun içine giriyor ve kendi çıkarları doğrultusunda bu savaşı yönlendirmeye çalışıyor.

Böyle bir kapan. Şunu hiç kimse görmek ve anlamak istemiyor: Kürtler de bir halk, bir toplum, onların da bir varlık ve özgürlük gerçeği var. Özgürce var olmak ve yaşamak istiyorlar. Bunun için mücadele ediyorlar. Şimdiye kadar 26 yıldır İmralı’daydı Önder Apo, hâlâ TC devletinin birçok şefi ‘’dış güçlerin maşası’’ diyordu. Böyle bir tutum takınınca da dışarıdan bazı güçler ‘’teslim oldu’’ diyorlar. Size bir şey belirteyim mi; eğer basıncı olarak bir şeyleri inceleyecekseniz, İmralı yargılama sürecini inceleyin. 1999’da İmralı’da yapılan yargılamalar Mayıs ve Haziran aylarında yürütüldü. Kaç yıl geçti üstünden ve şimdi de yıl dönümünü yaşıyoruz. O zaman net gördük; dünyanın birçok yerinden, güya TC dostu görünen, kendini büyük devlet olarak ortaya koyan devletler gördük ki Önder Apo’nun barış ve çözüm isteyen tutumuna her türlü yakıştırmada bulundular. ‘’Teslim oluyor’’ dediler. Her türlü tahrik edici açıklamada bulundular. Bunların başında da Almanya geliyordu. Almanya’nın sağcıları da solcuları da aynısını yaptılar. Basın arşivlerinden araştırılsın, neler söyledikleri ortaya çıkar. Şimdi de benzer durumu yaşıyoruz.

'KEMALİST HAREKET MİSAK-I MİLLİ'DEN TAVİZ VERDİ'

Bu bağlamda Lozan tartışmalarını da sormak gerekir. Türkiye'de belli bir kesim, Lozan'ın alternatifinin Sevr Anlaşması olduğunu söylüyor. Lozan'a yönelik eleştirileri bertaraf etmek için Serv Anlaşması’nı gündeme getirerek yanıt veriyorlar. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Hiçbir alakası yok. Süreçleri birbirinden koparmamak lazım. 16 Mayıs 1916’da Sykes-Picot Antlaşması imzalandı. İngilizler ve Fransızlar arasında imzalanan bir antlaşmaydı. Sonradan Ruslar da dahil edildi. Ekim Devrimi’nden sonra Lenin başkanlığındaki yönetim bu antlaşmayı ifşa etti. Osmanlı topraklarının İngiltere, Fransa ve Rusya arasında paylaşıldığını öğrendi, tüm dünya. Tüm bunlar Birinci Dünya Savaşı içinde oldu. Savaştan sonra Mudanya Mütarekesi’nin ardından Sevr’i geliştirdi, aynı güçler. Sevr onun bir devamıydı. 16 Mayıs 1916 Antlaşması’nda yapılanı, Rusya’daki Ekim Devrimi’nden sonra, yani Rusya’nın oyun dışına çıkmasından sonra nasıl uygulayacaklarını planladılar. Güncellediler Sykes-Picot’yu. Yeni koşullara göre biraz değiştirdiler, ama aynı şeyi bu sefer İngiltere ve Fransa yürütmek istedi. Buna itiraz Kemalist hareketten geldi. Kemalist hareket de bir yandan Ekim Devrimi’nden güç aldı, diğer yandan Kürtlerden destek aldı. Böylece bir hareket haline gelip İngiltere ve Fransa yönlendirmesindeki Yunan işgaline karşı savaş yürüttüler. Yine Fransa ve İngiltere’nin güneyden gelen işgaline karşı Kürtler direniş yürüttüler. Kemalist hareketi etkisiz kılamayacağını, Yunan işgalini gerçekleştiremeyeceğini gören ve Kemalist harekete dayanarak hem Sovyetler Birliği’ne karşı duracağını, hem de Ortadoğu’da ulus-devlet modelini uygulamada daha iyi bir güç elde edeceğini değerlendiren İngiltere ve Fransa, 1923 Temmuz’unda Kemalist hareketle birden Lozan antlaşmasını imzaladılar.

Kemalist Hareket, Misak-ı Millî’den taviz verdi.

Misak-ı Millî’den Kemalist hareket taviz verdi. Misak-ı Millî bir ülke tanımıdır. Ülkeyi şöyle tanımlıyor Misak-ı Millî: Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı bölgelerdir. Misak-ı Millî’nin çizdiği coğrafya Kürtlerin ve Türklerin yaşadığı topraklardır. Bundan ilk tavizi 1921’de verdiler. 1921’de Fransa’yla Ankara Antlaşması’nı yaptılar. Suriye sınırı bu antlaşmayla çizildi. Lozan’dan önce Fransa’yla bu antlaşma imzalandı. Diğeri Lozan’da oldu. Musul ve Kerkük sorunuydu mesele. Oraları da İngilizlere bıraktılar. 1921’de Rojava Kürdistan’ı Fransa’ya bıraktılar, 1923’te de Başur Kürdistan’ı İngilizlere bıraktılar. O dönem bütün Başur Kürdistan Musul vilayeti olarak tanımlanıyordu. Kerkük de Musul’a bağlıydı. Musul vilayetinin nüfusunun yüzde 60’ı da Kürt’tü.

'MİSAK-I MİLLİ'DE KÜRTLERİN YAŞADIĞI TOPRAKLAR ANAYURTTU'

Dikkat edelim; 1916 Antlaşması, 1920 Sevr Antlaşması ve 1923 Lozan Antlaşması birbirinin devamı olarak gelişti. İngiltere ve Fransa öncülüğündeki kapitalist modernite sistemi önce bütün Osmanlı’yı paylaşmakla yola çıktı. Kemalist hareket Amasya Tamimi, Sivas ve Erzurum kongreleriyle tanımladığı Misak-ı Millî ile Kürtleri mücadeleye kattı. Sıra İngiltere ve Fransa’yla anlaşmaya gelince, onlar Musul ve Halep’i almayı dayattılar. Halep’i Fransızlara, Musul’u İngilizlere bırakarak Kemalistler anlaştı. Küresel kapitalizm TC’nin kuruluşuna bu temelde izin verdi. 29 Ekim 1923’te devlet bu temel üzerinde kuruldu. Misak-ı Millî’nin tanımında Kürtlerin yaşadığı topraklar anayurt olarak tanımlanıyordu. Türk devleti bu toprakların Musulundan, Halepinden vazgeçti.

'İNGİLİZ VE FRANSIZLARLA ANLAŞMAK İÇİN KÜRDİSTAN'IN BİR BÖLÜMÜ SATILDI'

Bu durumdan da Kürtleri sorumlu tutuyorlar. Şêx Saîd İsyanı’nı gerekçe gösteriyorlar bu toprakların kaybına.

Hayır. 1920’de, Birleşmiş Milletler’in öncülü Cemiyet-i Akvam kurulduğunda bu sahada pratik uygulamanın geliştirilmesi için bir komisyon örgütledi. Çünkü sorun Cemiyet-i Akvam’a bırakıldı. Onlar da bir komisyon örgütlediler. Bu komisyonun yapacağı araştırma ve incelemeler sonucunda hazırlanacak rapora göre halk oylamasına gitmek istediler. Bu komisyonun içinde İngilizler vardı, Fransızlar vardı. Türkler de vardı, Kemalistlerin temsilcileri de yer alıyordu komisyonda. Bu komisyon Musul’a geldiğinde, Türk askerlerini gören Kürtler destek gösterileri yaptılar; "Osmanlı’yı, Türkleri istiyoruz burada’’ diye. Bunu gören İngiliz ve Fransız delegasyonu araştırmayı durdurdu. Bu komisyonun çalışmalarını engellediler. İngiliz delegasyonu özel bir rapor çıkardı, Cemiyet-i Akvam’a o rapor sunuldu ve o rapor kabul ettirildi. Nüfusun onda altısını oluşturan Kürtleri, kendi kaderlerini tayin edemeyecek kadar iradesiz, geri, cahil bir topluluk olarak tanımlayıp, Türkleri istemesi muhtemel geriye kalan onda birlik Türkmenlere karşı İngilizleri istemesi muhtemel onda üçlük Arap (ve Hristiyan azınlık) nüfusa dayanarak, Musul halkının İngiltere yönetimini istediği yönünde rapor hazırlattılar. Musul nüfusunun onda altısını oluşturan Kürtler İngilizler tarafından böyle yok sayılarak Musul İngilizlerin egemenliğine alındı.

Yani Türkiye’de ‘’Kürtler böyle istedi’’ diyenler yalan söylüyorlar. Tam tersine Kürtler Türklerle birlik olmayı istiyordu. Şêx Mahmut Berzenci M. Kemal ile o kadar yazıştı mesela. Kürtler bu şekilde bölünmek istemediler. M. Kemal’in kendi açıklamaları var; Kürtlerle geliştirdiği ilişki ve ittifaklar için ‘’başka türlü devlet kuramazdık’’ diyor. İngiltere ve Fransa’yla anlaşmak için Kürdistan’ın bir tarafını satıyor. Misak-ı Millî’yi reddeden de, Kürtlere sahip çıkmayan da kendileridir. Bu, Kürtlerde büyük bir hayal kırıklığı yarattı. 1925’te Şêx Said etrafında gelişen isyan tamamen buradan kaynaklandı. ‘’Siz verdiğiniz sözü tutmadınız, bizim özerkliğimizi de tanımıyorsunuz’’ dediler. Yine Şêx Mahmut Berzenci öncülüğündeki isyan buradan kaynaklandı. "Misak-ı Millî’ye rağmen biz aldatıldık’’ diyerek Kemalistlere öfke duydular. İngiliz yönetimine isyan ettiler. Direnişler, isyanlar böyle gelişti.

'GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEDEN GELECEK KURULMAZ'

Bazı çevreler ‘’bunları konuşmanın ne gereği var’’ diyor. Şimdi, geçmişle yüzleşmeden gelecek kurulamaz. Özellikle de kendisini CHP’li gösteren ya da CHP etrafını saran bazı basın çevreleri var; Lozan neden karıştırılıyor, cumhuriyet ile niye uğraşılıyor, bunların hepsi doğruydu, diyorlar. Ee doğruysa bugünlere neden gelindi? Türkiye’nin bugünkü durumu gökten düşmedi ya! Lozan’dan itibaren gelişen cumhuriyet en sonunda beka sorunu düzeyine geldi.

Buradan çıkılacaksa, geçmişle yüzleşerek, geçmişten ders çıkararak, bugüne getiren politikalardan, zihniyetten vazgeçilerek olacak. Bunun da esası Misak-ı Millî’yi bozan, Kürtler üzerinde inkâr-imha uygulamasında bulunan Türkçü tekçi zihniyet ve siyasettir. Bu zihniyetle siyaset aşılmadan, bunun özeleştirisi verilmeden, ortaya çıkardığı sonuçlar telafi edilmeden -ki Kürtlere özür borçlular, yüz binlerce Kürt katledildi bu zihniyet ve siyasetten dolayı- bu konumdan çıkılamaz. 29 Kürt isyanı bu nedenle gelişti. Madem o doğruydu bu siyaset neden buralara gelindi? Eğer bir beka sorunu varsa, geçmişteki yanlışlardan dolayı buraya gelindi ve o yanlışların görülüp düzeltilmesi gerekiyor. O yanlış da Kürd'ü yok sayan ve yok etmek isteyen zihniyet ve siyasettir.

Lozan’dan sonra yapılan 1924 Anayasası da bu zihniyete dayalı Türkçülük esasına göre hazırlandı. Öyle bir yapıldı ki, Türk’ten başka söz söyleyenler vatan haini sayılıp ölümlere, zindanlara, sürgünlere, her türlü baskı ve zulme layık görüldü. Geçen yüzyılın bir dökümü yapılsa bunlar açığa çıkar. Bunlar yapılmalı. Özeleştiri gerekiyor. Geçmişin doğru değerlendirilmesi gerekiyor. Bu sorunu ortaya çıkaran zihniyet ve siyasetlerin değişmesi lazım. Her şey aynı kalırsa çözüm gelişmez.

YENİ ANAYASA İÇİN ÖNCE ZİHNİYET DEĞİŞİMİ ŞART

Bu yaptığınız son derece önemli tespitler bağlamında, tekrardan güncel konuya dönecek olursak; Türk devleti ile Kürtler arasında kökenleri neredeyse son 200 yıla varan derin bir güvensizlik sorunu var. Bunun son 50 yıllık PKK tarihinde de çok fazla örneği var. Aynı durum günümüzde de devam ediyor. Bu güvensizlik durumu nasıl bir toplumsal sözleşme ile çözüme kavuşturulabilir.

Her şeyden önce bu durumu ortaya çıkaran zihniyet ve siyasetin değişmesi lazım. Bu zihniyet ve siyaset değişmeden hiçbir yeni ve kalıcı gelişme ortaya çıkmaz. Değişim de olmaz. Bunu insan net ifade edebilir. Çünkü devlete ve onun bütün kurumlarına hakim kılınmış bir durumdur, bu. Anayasaya da konulmuş. Değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Konuşulamaz yani. Kim ki konuşursa vatan hainidir. Türkiye'de yaşayan herkese Türklüğü dayatmak, kim bunu yapmıyorsa da onu vatan haini ilan etmektir bu.

Darbelerle geliştirilen bir durum. Bunu bütün kurumlar esas alıyor. Basın, siyaset, edebiyat, sanat, kurumlar, partiler hepsi böyle. Hükümet böyle. Kimse bunun dışında farklı bir şey söyleyemiyor. Herkes korku içinde. Söylersen başına ne geleceği belli değil. Çünkü insanlar idam edildiler. Mezarları bile belli değil. Öyle bir devlet ki Cumhurbaşkanını katletmiş, başbakanını idam etmiş. Bu sınırlar içerisinde yaşayan herkes Türk değil, bakın ben Kürdüm diyenler idam edilmiş, kurşuna dizilmiş, mezar yerleri bile belli değil. Böyle zulüm uygulanmış bir tarihi geçmiş var önümüzde. Bunun yaratmış olduğu bir durumdur, o güvensizlik dediğiniz durum.

Karşı taraf, bu siyasete de vatanseverlik diyor.

Bunu sahipleniyor, o ırkçı, şoven zihniyet. Buna vatanseverlik diyor. İşte Türkiye'yi bu hale getiren bu zihniyettir. Beka sorununu bu zihniyet ortaya çıkardı. Türk ile Kürt arasındaki kardeşlik hukukunu bozan, ittifakı ortadan kaldıran, Kürde Türklüğü dayatan, Türklüğün üstünlüğünü vaaz eden zihniyet ve siyaset, işte Türkiye'yi günümüzde beka sorununu yaşar hale getirdi. Devlet Bahçeli'nin çıkış yapmasını gerektiren durumu ortaya çıkardı.

Bu bakımdan güvensizliğin aşılması ve çözüm adımlarının gelişmesi için bu zihniyet ve siyasetin kırılması lazım. Çünkü bu zihniyet ve siyaset faşisttir, ırkçıdır, şovendir, soykırımcıdır. Devleti öyle bir hale getirmişler ki; Türktür, Sünni’dir, erkektir vs. Başka halk kabul etmiyor, başka din-mezhep kabul etmiyor, başka cins kabul etmiyor. Bu kadar tekleştirmiş. Faşizmin zirvesi bu işte. Soykırımcı zihniyet ve siyasetin zirvesi bu işte. Önce buna karşı mücadele edilmesi ve kırılması lazım. Güvenin önce toplumların içinde gelişmesi gerekir. Güvenin topluma yayılması lazım. Mesela bugün basında o kadar zehirleyici dil var. Beladır, terördür, köklerinin kurutulması lazım gibi söylemlerle günlük olarak zehir kusuyorlar.

'ÖNCE DEMOKRATİK ZİHNİYET VE SİYASET GELİŞTİRİLMELİ'

Medyanın neredeyse tamamının iktidarın kontrolünde olduğunu biliyoruz. Manşetlerinden tutalım neyi verip neyi vermeyeceklerine kadar her şey MİT ve Cumhurbaşkanlığı İletişim Daire Başkanlığı tarafından belirleniyor. Bu da haliyle kamuoyunda devletin niyeti olarak okunuyor.

Tabi, bu dil iktidardan kaynaklanıyor. AKP yöneticilerinin söyleminden kaynaklanıyor. Siyaset toplumu bu hale getiriyor. O nedenle partilerde değişim önemlidir. Bunlar gerçekleşirse, yasal mevzuatlar tabi olmak durumundadır. Yasal-anayasal güvenceler şart. Hukuki zemin şart. Demokratikleşmenin bir boyutu da hukuki zemindir. Ama o hukuki zemini yaratacak olan da demokratik zihniyet ve siyasettir. Demokratik zihniyet ve siyaset olmazsa, demokratik anayasa olmaz, demokratik hukuk olmaz.

Evet güven sorunu var. Mesela 12'nci Kongremizden sonra AKP yöneticileri, "evet, fesih kararı alındı ama bizim güven sorunumuz var, hassasiyetlerimiz var, endişelerimiz var, o yüzden silahların da bırakılması lazım" diyorlar. İnsan anlıyor bunu. Biz de anlamaya çalışıyoruz. İyi, güzel… Onların hassasiyetlerini anlayalım, ama Kürtlerin de güven sorunu var. Yüz yıldır soykırım uyguluyorsunuz, yapmadığınız kalmadı bu insanlara, etmediğiniz hakaret, yapmadığınız zulüm kalmadı. Bunu herkes biliyor. Şimdi Kürdü var eden, özgür irade kazandıran bir mücadele ortaya çıkmış, o da dağılsın diyorsunuz. PKK ortadan kalkarsa, silahlı gücü kalmazsa, özgürlük mücadelesini verecek gücü ortada kalmazsa o zaman bu halk ne yapacak? Peki bu toplum nasıl kendini savunacak, nasıl kendini koruyacak?

Hiçbir adım atmadan, hiçbir değişim yapmadan bunu istiyorlar. Mesela üç hafta geçti ama hala hiçbir pratik gelişme yoktur. Ne bir yasa çıktı, ne de farklı bir şey. Devlet Bahçeli'nin umut vaat eden güzel sözleri var. Katılıyoruz gerçekten. Devlet Bahçeli gibi birinden bunların çıkmış olmasını da oldukça anlamlı da buluyoruz. Fakat söz düzeyinde kalıyor. Hiçbirisi henüz uygulamaya geçmiş değil. Uygulama AKP'nin elinde ve hiçbir gelişme görmüyoruz. Tam tersine bu imkanları muhalefeti geriletmede, CHP'yi zayıflatmada, Cumhurbaşkanı alternatifini ortadan kaldırmada kullanmak istiyor. Bunun anlaşılmaz bir yanı yok ki… Ama bunun kabul edilirliği de yok. Kimse bunu demokratik bulamaz, doğru bulamaz.

'İMRALI'DA DEĞİŞİKLİK YOK'

Kürt sorununun çözümü, birilerinin iktidar olması için, kendi çıkarlarını geliştirmesi için kullanılamaz. Bu gerçekleşmez de. Onu yapmak isteyenin gücü yetmez. Bu sorunu çözebilmek için birlik lazım, bütünlük lazım. Herkesi katmak lazım. Bir korku iklimi yaratılmış. Eğer herkes bu sorunu birbirine karşı kullanmaya çalışırsa, her şey iktidar çatışması içerisinde boğulmaya çalışılırsa olumlu yönde bir söz söylenebilir, ne de bir adım atılabilir. Nitekim bunlar yapılamıyor da. İmralı’da en ufak bir değişiklik yok. Halbuki, kongre kararlarının uygulanabilmesi Önder Apo'nun fiziki özgürlüğüne bağlıdır, diye net karar aldı Kongremiz. Şimdi bu nasıl olacak, şu nasıl olacak diyorlar. Önder Apo'nun özgürlüğü olmadan bundan sonra hiçbir pratik adım olmaz. Bu özgürlük savaşçıları Önder Apo'nun fiziki özgürlüğü için silahlandılar. Önder Apo dışında hiç kimse onların elinden silahı alamaz. Dolayısıyla arabayı atın önüne koyuyorlar. AKP yönetimi sadece "Türk toplumunun hassasiyetleri var, silahı bırakın" diyor.

Yani teslim olun, diyorlar…

Evet, teslimiyetin de ötesinde. Bitirin, yok olun, diyorlar. Buharlaşın, sizden bir eser kalmasın, diyorlar. İyi de, Kürt toplumunun da hassasiyetleri var, Kürt toplumunun da güven sorunu var, varlık ve özgürlük sorunları var. Peki bunları kim gözetecek, nasıl gözetecek? Bunları hiç dikkate almıyorlar. Dolayısıyla mevcut birçok tartışma boş tartışmadır, anlamsızdır, demogojiden öteye geçmiyor. Öyle herhangi bir ciddiyeti falan yok. Onun dışında sorun önemlidir, zorlukları var. O yüzden de acele etmek istemiyoruz. Ufak tefek yaklaşımlar oluyorsa da anlamlı buluyoruz. Devlet Bahçeli'nin sözlerini de, yine çeşitli partilerden gelen destek açıklamalarını da uygulamaya geçerse olumlu olur diye değerlendirdik. Bu açıdan çok olumsuz yaklaşmak istemiyoruz ama mevcut yaklaşımlarla Kürt sorununun özgürlük temelinde, Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde çözümü de öyle mümkün olmaz.

"… KÜRT MEMET NÖBETE DÖNEMİ GEÇMİŞTİR"

Şunu da burada eklemek istiyorum. PKK öyle masa başında kurulmuş bir parti değildir. Bir kongre kararıyla var olmadı. Evet ismini bir kongrede aldı, bir kongre ile de tarihe mal edildi. Ama Apocu hareket ondan önce de vardı ve varlığını korur. Öyle allem eder, kallem eder Kürtleri kandırırız, alavere dalavere Kürt Memet nöbete şeklinde kimse sanmasın. O devir artık geçmiştir. Önder Apo gibi bir lider çıktı. Bir bilinç ve mücadele gücü çıktı. Kürt kadını, genci ve toplumunu eğitti, örgütledi ve tarihin en büyük eylem gücünü ortaya çıkardı. Onları oyalarız, kandırırız, kendi bireysel dertlerine düşerler gibi yaklaşımlar tutmaz. Böyle bir sanrıda olanlar büyük yanılgı içindeler. Böyle yapanlar kendileri kaybederler. Böyle yaptıkça Türkiye'nin üzerindeki beka sorunu daha da büyür.

Bunları söyleyince de "bizi tehdit ediyorlar" diyorlar…

Hayır, hayır bunun tehditle falan alakası yok. Tamı tamına gerçekliğin ifadesidir. Hem de çok yakıcı bir gerçeğin ifadesidir. Bunu böyle bir ciddiyet içerisinde, Devlet Bahçeli de söylüyor. Çünkü bunu görüyor. Basit iktidar yaklaşımlarının ötesinde biraz da, devlet ve ulus yaklaşımı Bahçeli'de olduğu için böyle oluyor. O nedenle devletin karşılaştığı mevcut tehlikeleri görme durumu daha çok gelişiyor. Bazıları gözlerini basit, dar iktidar, ekonomik ve siyasi çıkarlara daldırmış, onun dışında başka bir şey görmüyor. Dolaysıyla onlara göre bir şey yok. Oyun oynar, alay eder gibi yaklaşıyorlar. Bunlara izin verilmemesi lazım. Ciddi olanlar, gerçekçi olanlar, Türkiye'nin karşı karşıya olduğu tehlikeyi görenler, bunu sadece Üçüncü Dünya Savaşı’nın geldiği nokta itibariyle değil, daha geniş bir tarihsel perspektifte görebiliyor. Mesela Türklüğü Anadolu'ya Kürtlerle kurulan ittifak getirdi. Binlerce yıl Anadolu'ta kalmasını ve bundan sonra var olması da bu ittifaka bağlıdır. Bu ittifakı yıkarsan başına ne gelir? Kürde vurdun mu, Türk'e vurmuşsun demektir. Bunu tarihsel olarak ittifakın ortaya çıkardığı bir realite olarak görmek lazım. Bunu herkesin görüp anlaması lazım.

TÜRKİYE'NİN ÖNÜNDE İKİ SEÇENEK VAR: TESLİMİYET YA DA SAVAŞ

Belirttiğiniz durumdan dolayı toplumda, yine kamuoyunda güvensizliğin yanında büyük bir kafa karışıklığı var. Belirsizlik var. İktidarın yaklaşımlarından dolayı pek çok kimse ne olduğunu fazla bilmiyor. Bu ne kadar daha böyle sürebilir?

Bu durum Türkiye için her zaman büyük bir tehlikedir. Bu bir tehdit de değil, Kürtler tehlike yaratıyor, demek de değil. Kürtler çözüm istiyor. Bu bir tehdit değil, mevcut realitenin ifadesidir. Biz şunu söyledik; Kürt özgürlüğü temelinde Türkiye'nin demokratikleşmesini öngörmediği müddetçe, Türkiye'nin önünde sadece iki yok var: ya İsrail hegemonyasına teslim olacak ya da bu hegemonyaya karşı savaşa girecek. Her ikisi de Türkiye için felakettir. Ortadoğu'nun ikinci, üçüncü sınıf toplumu durumuna düşmek de var. Teslim olmak onu getiriyor. Savaşmak ise, karşısında içinde yer aldığı sistemi bulacak ki, öyle bir savaştan TC'nin başarılı çıkması mümkün değil.

Bunun dışında tek yol, Kürtlerin özgürlüğünü kabul etmesi ve TC'yi demokratikleştirerek değişim-dönüşüme uğratmasıdır. Türkiye'nin geleceği kesinlikle burada. Türkiye'nin geleceği, özgür geleceği, demokratik geleceği ve varlığı burada. Bu bakımdan Kürt özgürlüğü ve varlığını kabul etmeyen, Türkiye'nin demokratikleşmesi için çabalamayan herkes, Türkiye'yi belirtmiş olduğum iki seçenekli senaryoya sürüklüyor demektir. Biz şu anda bu tehlikeye karşı mücadele ediyoruz. Önder Apo, bizim girişimimiz bu tehlikeyi önleme girişimidir, dedi. Önder Apo'nun Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı, tamamen bu tehlikeyi önleme çağrısıdır. Bu temelde mücadele sürecektir. Biz bu değişim ve dönüşümde ısrarcıyız. Bu konuda kim bizimle ittifak yaparsa, onları dost ve müttefik bileceğiz. Buna karşı çıkanlar da kim olurlarsa olsunlar, onlarla her düzeyde mücadele edeceğiz. Bu kesinlikle böyle bilinmeli.

Bilindiği gibi Türk rejimi, Kürtlerin Kuzey-Doğu Suriye'deki kazanımlarını yok etmek için yoğun bir çaba içerisinde. Bunu şimdi de yeni Suriye yönetimiyle yapmak için yoğun bir görüşme trafiği yürütüyor. Bu politikayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türkiye'nin bu politikaları, Türk devletinin Kürtlerin özgürlüğü ve varlığına nasıl yaklaştığını, Kürt sorununa nasıl yaklaştığını gösteriyor bize. Sanki 'bir tarafta Kürtlerle anlaşıyor, da diğer tarafta Kürtleri bastırıyor' gibi bir yaklaşım yok. Bu doğru değil. Bütün Kürtlerin üzerine gidiyor. Bakur'daki bazı çevreler, işte barış olacaksa Suriye'deki Kürtlerle savaşamazsınız, diyorlar. Ama öyle bir barış durumu yok ki. Bütün Kürtlerin üzerine gidiyorlar. Rojava'dakinin de, Bakur'dakinin de, Başur'dakinin de üzerine gidiyor.

Türk devleti eskiden beri Kürtleri birbirine kırdırtmak istedi. Bunu bazen parçalar düzeyinde, bazen aynı parçadaki Kürt grupları arasında yaptılar. Mesela Başur'daki işbirlikçi çizgiye verdikleri destek, onların PKK karşıtlığı oranındaydı. Kürt gerillasının direnişi karşısında Türk ordusu başarılı olamıyordu, Başur yönetiminden aldığı destekle savaşı yürüttü. Hala da aynı destekle devam ediyor. Bunun karşılığında da onları tanıma gibi bir durumları oldu. Hatta bazı Türk generalleri buna karşı çıkıyordu. "Aşiret ağalarının siyasetine alet olma" diyorlardı. Bu son 10 yıldır Çöktürme Eylem Planı çerçevesinde yürüttükleri savaşta en çok KDP'ye dayandılar.

Medya Savunma Alanları'na dönük saldırılar devam ediyor. Birçok bölgede mevzilerin iç içe olma durumu var. Ve saldırılar sürüyor. Bu durum böyle mi devam edecek?

Biz ateşkes ilan ettik. Ama karşı taraf ateşkes bile ilan etmedi. Genelkurmay hala açıklama yapıyor, bilmem 'son ferd kalana kadar saldıracağız, ezeceğiz, teslim olacaklar' falan diyor. Her gün megafonlarla gerillalara teslim ol çağrıları yapıyorlar. Saldırı oldu mu, gerilla da kendini savunuyor elbette. Başka türlü de olmazdı zaten. Bu sefer de, niye kendini savunuyorsun, diyorlar. Eğer çözümden ve barıştan yanalarsa bunu durdurmaları gerekir. Durdurmamaları onların niyetini gösteriyor. Bu onların demokratikleşmeden, çözümden yana olmadığını; aksine saldırarak, yok ederek, kendi faşist zorbalığını tahkim ederek devam ettirmek istediğini gösteriyor. Genelkurmay'da, Savunma Bakanlığı'nda hakim olan zihniyet kesinlikle bu.

'AKP İKTİDARI HALA 100 YILLIK İNKAR PARADİGMASINI DEĞİŞTİRMEDİ'

Eğer zihniyet gerçekten Kürt-Türk barışı olsaydı, senin karşı tarafın güçlenmesinde bir beis görmemen, hatta daha fazla güçlenmesini istemen gerekirdi. Çünkü onun gücünü kendi gücün olarak görürdün. Eğer zihniyet ile siyasetleri değişmiş olsa tutumları da değişmiş olurdu. O zaman ne gerillaya saldırır, ne Rojava'ya saldırır, ne de dünyanın dört bir yanını dolaşıp Kürt karşıtı diplomasi yaparlardı. Ama hala bunu yapıyorlar. Halihazırda AKP iktidarı sorunu çözmekle uğraşmıyor, PKK'yi nasıl ezip yok edeceğiyle uğraşıyor. Çöktürme Eylem Planı’nı nasıl başarıya götüreceğiyle uğraşıyor. Mevzideki gerillaya saldırmaya devam ettiği gibi diplomasi, siyaset ve propagandayla da saldırmaya devam ediyor. Ciddi bir zihniyet değişikliği, siyaset değişikliği, söylem ve tarz değişikliği olmadı. Yani paradigma değişikliği olmadı. AKP iktidarı henüz, Kürd'ü yok sayan ve yok etmek isteyen 100 yıllık paradigmayı değiştirmedi.

SÜREÇ ANCAK KARŞILIKLI ADIMLARLA YÜRÜR

Devlet Bahçeli paradigmanın değişmesi gerektiğini söyledi…

Evet, paradigma değişikliği şart, dedi. Barış kuşu tek kanatlı olmaz, dedi. Anlamlıydı bunlar. Ama öyle görünüyor ki pratikleşmiyor. Türkiye'de bazı çevrelerde etkili oluyor ama hala iktidar çevresinde bir değişiklik yok. Etkili olan da iktidardır. Şu ana kadar süreci anlamlı kılacak hiçbir yasal adım atmış değiller. Hiçbir yasal güvence oluşturulmuş değiller. Bazı söylemler dışında, sadece Önder Apo'nun tek taraflı attığı adımlar var. Önemli bir noktaya geldi. Halihazırda iktidar tarafından bu sürecin güvenliğini dahi sağlayacak küçük bir yasal düzenleme bile yok. Hala mevcut yasalar çerçevesinde, inkar ve imha temelinde süreci yürütmeye çalışıyorlar. Fakat tek süreç tek taraflı adımlarla ya da sadece iyi niyet açıklamalarıyla yürümez. Karşılıklı adımların olması lazım. Ancak güven tesisi de o zaman olabilir.

YARATICI YOL VE YÖNTEMLERLE MÜCADELE ZAMANI

Bu süreçte başta gençler olmak üzere toplumsal kesimlere ne tür görevler düşüyor?  

Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı, tüm topluma ve toplumsal kesimlere bir çağrıdır. Kürtlere olduğu kadar Türkiye ve Ortadoğu toplumuna çağrıdır. İnsanlığa ve demokratik ve sosyalist kesimlere çağrıdır. Belli bir yankı da buldu. Henüz yeterince anlaşılma, bilince kavuşma ve eylem geçme noktasında istenilen düzeyde değil. Herkes biraz da anlamaya çalışıyor.

Türkiye toplumunda kadınlara, gençlere, emekçilere, işçilere henüz istenilen düzeyle ulaşma sorunu var. Kürt toplumunda ise alışılan bir mücadele yöntem ve çerçevesi var. Yeni durumun mücadele yöntemini henüz tam olarak hayata geçiremedi. Biraz da yeni durumun şaşkınlığı var. Fakat diğer tarafta Önder Apo'ya da çok büyük bir güven ve inanç var.

Fakat dediğimiz gibi, Türkiye'de yeni dönemin mücadele tarz, tempo ve yöntemini yakalamada hala sorunlar var. Mevcut düzene karşı ciddi bir tepki var fakat, mücadeleyi örgütleme ve büyütme konusunda da zayıflıklar var. Komünaliteyi geliştirmede ve bunu eylem çizgisinde hakim kılmada bazı sorunlar var. Bunun için arayışlar var. Bunlar görülüyor. Başta kadın ve gençler olmak üzere toplumda ciddi bir potansiyel var. Bu yer yer kendini gösteriyor da. Fakat bunun süreklileştirme ve demokratik toplum çizgisine bağlama konusunda zayıflıklar da var.

Kürdistan gençliğinde de büyük bir mücadele birikimi ve mirası var. Bunu savaş dışı alanlarda da uygulamak istiyor fakat bunu nasıl yapacağını tam olarak bilemiyor. Savaş sahasında alternatif olma, sadece silah kullanıldığı için olduğu zannediliyor. Silahlı olmazsan olmaz gibi bir yanılsama vardı. Halbuki öyle değildi. Karşıtlık ideolojikti. Gerillada başarılı olmanın esasında ideolojik duruş vardı. Komün olma gerçekliği vardı. Gerilla çalışması kollektif bir çalışmaydı. Büyük güç ve enerji bu yaşam tarzından ortaya çıkıyordu. Şimdi gençlik gerilla dışı örgütlenmelerde de bunu yapabilir. Sanatı, propagandayı, siyasete katılımı, toplumsal örgütlülüğün her alanını bu şekilde örgütleyebilir. Kendisini komünalitenin içine alabilir. Gerillada bunu başaran Kürt gençliği neden siyasette, sanatta, propagandada, toplumsal yaşamın diğer alanlarında bunu başaramasın? Gençlik bunu yapabilir. Gençliğin bu temelde ideolojik-teorik eğitimini daha iyi yapması gerekir. Yeni paradigmada daha çok yoğunlaşabilir ve yaratıcı yöntemlerle bütün mücadeleye öncülük edebilir.