ANALİZ

Kapitalizm, fabrika ayarlarına mı dönüyor?

Dünyanın merkezinde yer alan Ortadoğu’nun kalbi konumunda bulunan Kürdistan’da Öcalan’ın öngördüğü sistemin yegane kurtuluş yolu olduğu her geçen gün ispatlanmaktadır.

Sanayi devrimi ve sonrasında giderek tüm dünyaya yayılan kapitalizm, içinden geçilen süreçte çok derin yapısal krizler yaşamaktadır. Doğası gereği krizli, kaoslu bir yapıya sahip olan Kapitalizmin mevcut sorunları yaşaması ve tüm insanlığa yaşatması yeni bir olgu olmamakla birlikte, son çeyrek yüzyıldır yaşanan kriz durumu eski krizlerden farklılıklar arz etmektedir.

20. yüzyılda 2 dünya savaşı, birçok irili, ufaklı bölgesel savaşların müsebbibi olan kapitalist modernist sistem Sovyetler Birliği’nin 1990’ların başında dağılmasıyla birlikte her ne kadar zaferini ilan etse de, yeni duruma hazırlıklı olmadığı ve bu yeni durumun görünür kıldığı sorunlara çözüm projesi geliştiremediği çok kısa bir sürede anlaşılmıştır.

İki kutuplu dünyada bloklar arasında yaşanan soğuk savaş ile şekillenen yer küre, küreselleşme adı verilen yeni bir süreç ile yeniden dizayn edilmeye başlandı. Bu yeni dizaynın öncüsü rolünü üstlenen ve kendini dünyanın süper gücü olarak tanımlayan ABD, NATO’daki ortakları ve birçok irili ufaklı bölgesel gücü de yanına alarak kapitalizmin nihai zaferi için, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli yerlerinde birçok operasyon gerçekleştirdi. Bu operasyonlar kimi zaman askeri kimi zaman siyasi ve kimi zaman ise ekonomik bir görünümde oldu. Bununla birlikte tamamlayıcı bir etken olarak kapitalist modernist sistemin tüketim toplumunu yaratmak için sanat, kültür, edebiyat alanlarında da baş döndürücü bir hızda adımlar atmaya girişti.

Bu adımlar ile yeni pazarlar açmaya çalıştı, ürettiği malları dünya piyasalarında dolaşıma sokarak bir taraftan astronomik rakamlarla ifade edilebilecek kârlar elde etti, diğer taraftan ise tüm dünyada hegemonyasını tanzim etmeye başladı. Ancak 2000’li yıllar ile birlikte ortaya çıkan sistemsel aksaklıklar, tarihsel gidişatın kapitalist sistem ve onun öncü güçlerinin istem ve beklentileri doğrultusunda seyretmeyeceğini ortaya çıkardı. 2000-2002 yılları arasında tüm dünyada yaşanan ekonomik krizler, dünya piyasaları ve elbette bu piyasaların nabzını ölçen uluslararası borsalarda deprem etkisi yarattı. Birçok ülkede enflasyon rakamları çift hanelerin üst bantlarında seyretmeye başladı. Yine iç ve dış borçlar sorunu birçok ülkenin kendini yürütemez hale gelmesine yol açtı. Bu şekilde tarihte belki de ilk defa iflas eden, batan devletlerden söz edilmeye başlandı.

Öte yandan 2001’de El Kaide tarafından ABD’deki İkiz Kulelere yapılan saldırı günümüzde de devam eden ve 3. Dünya Savaşı olarak da adlandırılan kanlı bir süreci başlatmış oldu. Afganistan’da Sovyet işgaline karşı ABD ve müttefikleri tarafından desteklenen ve başında Yemen asıllı zengin bir Suudi Arabistan vatandaşı olan Usame Bin Ladin’in bulunduğu El Kaide’nin yaptığı bu saldırı ile ilgili kayda değer birçok iddia ortaya konulsa da, bu saldırının amacı, nedeni ve perde arkasında bulunan güçler kuşkusuz halen tartışılıyor ve tartışılmaya da devam edecek. Ancak tüm bu tartışmalardan ayrı olarak; bu saldırının ciddi bir tarihsel dönüm noktası olduğu bir gerçektir. Adeta kapitalizmin yaşadığı ve daha da derinleşecek olan krizinin bir anlamda beyanı gibidir.

Bu saldırının hemen ardından başlayan Afganistan ve Irak savaşlarıyla, bu ülkelerdeki Taliban’ın Selefi ve Saddam’ın Baas rejimleri yıkılıp “Uyumlu” ve “Demokratik” rejimler kuruldu. Ancak bu müdahaleler mevcut sorunları daha da arttırmaktan ve çıkmaza sokmaktan başka bir sonucu doğurmadı. Irak fiilen üçe bölünürken, Afganistan’da yoğunlaşan El Kaide yapılanması Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Eş-şebab, Boko Haram, DAİŞ, El Nusra vb. kanlı ve uygulamalarıyla tüm dünyanın nefretini kazanan yapılanmaların ortaya çıkmasının zemini oldu. Tüm bu gelişmelerle birlikte insanlığa beşiklik eden Ortadoğu bir kez daha kan deryasına dönüşmüş, birçok ülkede iç savaş yaşanmış, milyonlarca insan yurtlarından göç etmek zorunda bırakılmış, açlığa, sefalete, gözyaşı, acı ve travmalar yaşamalarına neden olunmuş, yüz binlercesinin yaşamını yitirmesine neden olunmuştur. Uluslararası kapitalist güçlerin denetiminde, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan gibi bölgesel güçler tarafından DAİŞ, El Nusra, Fetih Ordusu, Sultan Murat Tugayları vb. adlar altında örgütlendirilen, finanse edilen bu çete yapılanmaları Irak, Suriye ve Türkiye’de başta Êzidi Kürtler olmak üzere farklı inanç, kültür ve etnik kimliğe sahip halklara karşı soykırım saldırıları geliştirmiştir. Ancak tıpkı Afganistan’da Taliban ve El Kaide örneğinde olduğu gibi bunların bir uzantısı olan DAİŞ, El Nusra vb. çete yapılanmaları da kendilerini finanse eden, destek veren bölgesel ve uluslararası güçlere de saldırmaya başlayınca başta ABD’nin öncülüğünü yaptığı koalisyon güçleri ve Rusya olmak üzere çeşitli güçlerin hedefi haline gelmiştir. Bu cihadist Selefi yapılanmalar ile uluslararası kapitalist modernist güçler arasındaki ilişkinin her ne kadar birbirlerine karşı, uzlaşmaz gibi görünse de simbiyotik olduğu bir kez daha ispatlanmıştır. Bu cihadist Selefi örgütler amaçlarına ulaşmak için bölgesel ve uluslararası kapitalist güçlerin desteğine ihtiyaç duyarken, bölgesel ve uluslararası kapitalist modernist güçler de geniş Ortadoğu coğrafyasında amaçlarını gerçekleştirmek için kimi zaman bu örgütleri kullanmakta kimi zaman da bu örgütleri gerekçe göstererek bölgede bulunmasını meşrulaştırmaya çalışmaktadır.

Ortadoğu’da bunlar yaşanırken dünyanın bütününde de kapitalist modernitenin yaşadığı kaos ve krizin etkileri yoğun bir biçimde kendini göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Avrupa Birliği çatırdamakta, Britanya’nın AB’den çıkma kararı bunun en önemli göstergesi olmaktadır. Almanya ve Fransa gibi ülkelerin belirleyici bir pozisyonda bulunduğu AB, göçmen sorunu, işsizlik, güvenlik sorunu gibi çok ciddi sorunlar ile yüz yüze gelmiş, ancak bunlara halen kalıcı çözümler üretememiştir. Bununla bağlantılı olarak birçok ülkede aşırı sağ-faşist partilerin oy oranlarını arttırdığı, hatta iktidara geldiği görülmektedir. Bu sağa kayma durumu son olarak ABD’de görülmüş, kadınlara, Müslümanlara ve Güney Amerikalılara dönük ayrımcı söylemleriyle hem ABD’de hem de tüm dünyada milyonlarca insanın tepkisini çeken Trump, ABD’nin yeni başkanı seçilmiştir.

Trump’un başkan seçilmesinin çok önemli bir anlamı vardır. Yarım yüzyıldan daha fazladır kapitalist modernist sistemin öncü süper gücü olan ABD’nin yeni başkanı olan Trump, gelir gelmez Trans Pasifik Anlaşması’nı iptal etmiş, Meksika sınırına duvar örülmesini kararlaştırmış, çoğunluğu Müslüman olan 7 ülke vatandaşlarının ABD’ye girmesini engelleyecek vize yasağını onaylamıştır. Trans Pasifik Anlaşması, ABD’nin dünyanın birçok ülkesiyle yaptığı ticareti doğrudan ilgilendirmekte, uluslararası ticareti şekillendirmektedir. Bu anlaşmanın iptal edilmesi; ABD’nin daha içe kapanmacı bir politikaya yöneleceği anlamına geliyor.  Kapitalist sistemin öncü gücü olan ABD’nin bu içe kapanmacı politikaya yönelmesi kuşkusuz kapitalist sistem içinde yer alan diğer ülkeleri de doğrudan etkileyecek ve benzer bir yönelim içine sevk edeceği beklenebilir. Bu durum kapitalist sistemin Küreselleşme Projesi’nin tıkandığı, sahipleri tarafından terk edilmeye başlandığını gösterir.

Tüm bu süreçlerden belki de en karlı çıkan güç, Çin olmaktadır. Her ne kadar Çin Komünist Partisi tarafından yönetilse ve komünizmi bir devlet ideolojisi olarak kabul etse de; Çin, devlet kapitalizminin en önde gelen ve güçlü ülkesi durumundadır. Son çeyrek yüzyılda bu doğrultuda önemli mesafeler alan Çin, sahip olduğu devası insan gücüne de dayanarak dünya piyasalarını ucuz mallarla doldurdu. Dünyanın hemen hemen her yerine ihracat yapan Çin, kapitalist sistemin uluslararası ticaret kurallarının hiç birine de uymayarak, kendisi için paralel (amiyane deyimle korsanvari) bir piyasa yarattı. Aralarında bağlayıcı, ciddi bir ticaret anlaşması olmamasına rağmen kapitalist sistemin öncü gücü olan ABD’ye bile yıllık milyar Dolarları bulan mal ihraç etti. Buna karşılık ABD’den Çin’e yapılan ihracat rakamı yarı oranında kaldı. Bu durum Çin mallarının dünya piyasalarındaki hegemonyasını doğurdu. Bir devlet kapitalizmi olan Çin’in Merkantalist özelliği nedeniyle serbest piyasa sisteminde tüm rakiplerini geride bırakmasına yol açtı. Denilebilir ki mevcut koşulda serbest piyasa ve Küreselleşme en çok da Çin’in işine yaramaktadır. Tam bu noktada Davos Zirvesi’ne katılan Çin cumhurbaşkanının küreselleşmeyi herkesten daha çok savunması, kabul edip olumlaması; sahipleri tarafından terk edilen, sahipsiz bırakılan küreselleşmenin Batı’dan Doğu’ya doğru eksen kaymasına uğradığının çok çarpıcı bir örneği olmuştur.

Bu bilgiler ışığında kapitalist modernist dünyada aşırı sağ-faşist partilerin ve kişilerin peyderpey iktidara gelmesi de anlaşılır olmaktadır; Kapitalist sistemin kurucu ideolojisi olan sağ-faşist çizgiyi temsil eden partilerin iktidarında kapitalist modernist sistem, sahipleri tarafından bakıma, onarıma alınmaktadır. Bunu yaparken başvurdukları yöntem ise kapitalizmin ilk modeli olan Merkantalizm’dir. Siyasi iktidarların başta ekonomi olmak üzere devlet ve toplum yaşamında çok daha belirleyici olacağı bir yöne doğru gidilmektedir. Bu şekilde kapitalizmin ideologlarının, serbest piyasanın görünmez elleriyle kendi kendini düzenleyebileceği tezi de terk edilmiş olunuyor. Bu görünmez ellerin yerini siyasal iktidarların, devletlerin demirden yumruklarının alacağı yeni bir döneme giriliyor. Bu durum kapitalizmin fabrika ayarlarına geri döndüğü, dönmeye çalıştığını gösterir.

Kuşkusuz her ne kadar adına sistemin bakımı, onarımı, dizayn edilmesi dense de toplumlar için büyük yıkımları, acıları getireceği açıktır. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) yıkılmadan önceki en son başkanı olan Mihail Gorbaçov’un dünya devletlerinin yeni bir dünya savaşına hazırladığını söylemesi de bu öngörüyü doğrulamaktadır. Bu savaş çoktan başlamıştır ve merkezinde de Ortadoğu vardır. 20. Yüzyılda Fransa ve İngiltere tarafından dizayn edilen Ortadoğu, şimdi de Rusya ve ABD’nin dizayn mücadelesine tanık olmaktadır. Her güç kendi çıkarlarına uygun olarak Ortadoğu’yu şekillendirmek isteyecek, bu mücadele dünyanın diğer alanlarına da nüfus ederek devam edecektir. Kapitalist sistemin öncü güçlerinin aldığı pozisyonlara bakılarak, uluslararası ticaret sisteminde çok büyük tıkanıklıkların yaşanacağı, bu sistemin değişim değeri olan Dolar rezervinin dünya genelinde kriz noktasına geleceği, işsizlik ve açlığın yaygınlaşacağı, üretimde tıkanmaların yaşanacağı öngörülebilir. Kıtalar arası göçlerin çok daha artacağı, bunun büyük sosyal ve siyasal alt üst oluşlara neden olabileceği tahmin edilebilir. Bu durum karşısında aşılması beklenen ulus devlet sisteminin içe kapanmacı bir karşı refleksle direnç göstereceği, daha da otoriter ve faşizan bir biçime bürüneceği söylenebilir.

Kuşkusuz bu mevcut durum halkların özgürlük, demokrasi, adalet ve eşitlik mücadeleleri için de bir zemin yaratmaktadır. Ezilen halklar ve sınıflar, farklı etnik, kültürel ve inanç toplulukları, kadınlar, gençler egemenler arasında yaşanan bu mücadele ve çatışmada her hangi bir tarafta yer almak zorunda değildirler. Üçüncü bir çizgi olarak kendi mücadelelerini örgütleyip başarılı bir şekilde yürütebilirlerse, dünyayı daha yaşanabilir, özgür ve adaletli kılabilirler. Kapitalizmin ve onun modernitesinin krizi, kaosu; aynı zamanda ezilen halkların kurtuluşu için büyük bir fırsattır. 21. Yüzyılda yerelleşme ve yerelin inisiyatifinin daha da artacağı bir durumun ortaya çıkması çok büyük bir ihtimaldir. Sorun, bu yerelliğin hangi zihniyet ve projeyle şekilleneceğidir. Yerel ve bölgesel tiranlık rejimleri mi oluşacak, yoksa tüm farklılıkları gözetecek özgürlükçü, demokratik konfederal yapılar mı oluşacak? Kuşkusuz bu mücadeleyle belirlenecektir. Önder APO öncülüğünde gelişen Kürdistan Özgürlük Mücadelesi, dünyamızın içinden geçtiği tarihi süreçte tüm insanlığın kurtuluşu olan ekolojik, demokratik ve kadın özgürlükçü paradigma temelinde demokratik konfederal çizgiyi temsil etmekte ve bunun mücadelesini geliştirmektedir. Kapitalist moderniteye karşı Demokratik Modernite, kapitalist ekonomik sisteme karşı komünal-topluluklar ekonomisi ve ulus devlete karşı da Demokratik Konfederalizmi savunmaktadır. Yerinden ve yeteri kadar bir üretim dışa bağımlılığı azaltacağı gibi yeni özgürlükçü siyasal, ekonomik ve toplumsal oluşumların ortaya çıkmasına da olanak sağlar. Dünyanın merkezinde yer alan Ortadoğu’nun kalbi konumunda bulunan Kürdistan’da Öcalan’ın öngördüğü sistemin yegane kurtuluş yolu olduğu her geçen gün ispatlanmaktadır. Aksi halde ne Kürdistan özgürleşebilir ne de Ortadoğu ve dünya sorunlarına kalıcı ve halklar lehine bir çözüm üretebilir. Daha özgür, eşit, adil ve demokratik bir dünyanın yaratılması için tüm baskılara rağmen korkmamak, cesur ve akılcı adımlarla mücadeleyi büyütmek, büyük düşünüp büyük kazanmak gerekir.