Kürt sorununun tarihsel gelişimi ve şimdiki hali

Bugünkü Kürt sorununun kaynağında sadece Kürtlerin değil, belki de insanlığın ağırlıklı bir bölümünün yaşadığı Verimli Hilal’deki neolitik toplumun bağrında gelişen hiyerarşi, kent, sınıf ve devlet gerçekleşmesi yatmaktadır.

ÖNDER APO'NUN SAVUNMALARINDAN

Bugünkü Kürt sorununun kaynağında sadece Kürtlerin değil, belki de insanlığın ağırlıklı bir bölümünün yaşadığı Verimli Hilal’deki neolitik toplumun bağrında gelişen hiyerarşi, kent, sınıf ve devlet gerçekleşmesi yatmaktadır. Aşağı Mezopotamya’daki Sümer uygarlığı (M.Ö. 3000-2000), bir anlamda Yukarı Mezopotamya kaynaklı neolitik toplumun yol açtığı toplumsal sorunlara çare olarak üretildi. Sorunlar fazla nüfus, yetmeyen topraklar ve artan kavgalardan kaynaklanıyordu. Aşağı Mezopotamya’da Sümer rahipleri gelişkin bilgeliklerine dayanarak ve beslendikleri neolitik kültürün tüm maddi ve manevi unsurlarını kullanarak tapınak merkezli kenti, sınıf ve devleti icat edip bu sorunlara tarihsel yanıtlar aradılar. Başlangıçta yanılmadıkları da ortaya çıkmıştı. Kent, sınıf ve devlet üçlüsüne dayanan yeniçağ dönemin sorunlarına âdeta mucizevî bir çözüm olmuş gibiydi. Dönemin mitolojisi boşuna yeni, belki de insanlık tarihinde bütün gelişmelerin ilki anlamına gelen tanrısal bir düzeni ifade etmiyordu. Neolitik devrim mucizesi uygarlık mucizesine dönüştürülmüştü. İnşa edilen sistem yine belki de tarihin en uzun ve arızasız işleyen sistemiydi. Fakat bağrındaki çelişkiler olgunlaştıkça, bu sefer de yeni toplumsal sorunların ebesi rolünü oynamaktan geri kalmadı. Tarihte toplumsal sorunun en saf haliyle Sümer toplumunda yaşandığı ilk yazılı belgelerde de yer almaktadır. Kendilerini tanrılarla tanrılar, tanrılarla kulları arasında yansıtan anlaşmazlıklar aslında toplumsal sorunları, iktidar sahiplerinin kendi aralarındaki ve kendileriyle köle olarak kullandıkları insanlar arasındaki çelişki ve çatışmaları yansıtmaktadır. Tarihte birçok ilke damgasını vuran Sümer toplumu, yol açtığı sorunlar açısından da eşsiz bir ilki temsil etmektedir.

Kürt orijinli toplulukların yaşadıkları ilk ciddi toplumsal sorunları Sümer uygarlığına bağlamak mümkündür. Gılgameş Destanı zaten bu sorunlar üzerine kurgulanmıştır. Gerek El Ubeyd hiyerarşik kültürü (M.Ö. 4500-3500) gerekse Uruk site kültürü (M.Ö. 3500-3000) kendini sürekli olarak doğuya ve kuzeye doğru genişletmek durumundaydı. İlk kentli, sınıflı ve devletli kültür oluşumları olarak, yaşayabilmek için her iki yön üzerindeki neolitik toplumdan beslenmek zorundaydılar. Zorunluluk çatışmayı beraberinde getirir. Gılgameş ve Enkidu ikilisi arasındaki ilişki, tarihte ilk ve tipik olan emperyal-sömürge ilişkisindeki sorunsalı ifade eder, yansıtır. Kürt orijinli topluluklar Humbaba şahsında emperyal sömürgeci ilişkiye karşı direnişi temsil ederler. Sorunun temelinde neolitik toplumdaki eşitlikçi ve özgür yaşamı kentli, sınıflı ve devletli yaşama karşı korumak yatar. Enkidu Uruk kentine tutsak olarak getirilmekte, evcilleştirilmekte ve kent toplumu içinde geldiği topluluklara karşı bir işbirlikçi olarak kullanılmaktadır.

Hurri kabileler kent uygarlığının yükselişine karşı sürekli direnme halindedirler. Zagros dağ silsilesine dayalı bu direnmeler toplumsal sorunların ne kadar yaygınlık ve süreklilik kazandığını göstermektedir. Gutiler adlarını tarihe yazdıran ilk Zagros kökenli kabilelerin Sümer yöneticilerine karşı başarı kazanmış konfederatif yapılanmasını ifade etmektedir. Daha sonraları uygarlık tarihi boyunca karşımıza çıkacak olan yenenlerin yenilenlerin egemen kültürü içinde erimelerinin ilk örneklerini de bu süreçte yakînen gözlemlemekteyiz. Savaş sanatının ortaya çıkardığı hegemonlar egemen sistemi sürekli güçlendirmektedir. Sorunlar çözümlenmeye çalışılırken, paradoksal olarak daha da büyütülmektedir. İktidar daha fazla iktidara, devlet daha çok devlete yol açmakta, böylece sorunlar da katlanarak büyümektedir.

ZAGROS ETEKLERİNDEKİ KÜLTÜR

Sümerlerden iktidar geleneğini devralan Babil ve Asur hegemonları (M.Ö. 1950 - M.Ö. 600), sistemi derinliğine ve genişliğine yayarken benzer bir durumu yaşamaktadır. Kent, sınıf ve iktidar-devlet kaynaklı bu sorunlar derinleşme ve genişlemeyle daha da büyürken, çözüm aynı kısırdöngü içinde daha fazla genişleme ve derinleşmede aranmaktadır. Genişleme emperyalizme ve sömürgeciliğe, derinleşme daha fazla sınıfsallaşmaya ve sömürüye yol açmaktadır. Daha sonra günümüze kadar kendini büyüterek tekrarlayacak olan bu sistemin mekanizması hep aynı kalacaktır: Dışta emperyalist sömürgeci yapıyı geliştirmek, içte sınıfsal egemenlik kurmak. Yenen de, yenilen de aynı sistemin kurbanı olmaktadır. Buna karşılık Kürt orijinlerin Toros-Zagros dağ silsilesine dayalı anti-uygarlık direniş döngüsü de kendini hep büyüterek tekrarlayacak olan kendi özgür mekanizmasını geliştirecektir. Direnişin özgürlük mekanizması bağlamında kabile ve aşiret bilinci daha da gelişecek, örgütlenmeleri genişleyecek, böylelikle daha çok kabile ve aşiret özgür kalmaya çalışacaktır. Her iki mekanizmada da varoluş diyalektiği işlemekte, her iki diyalektik işleyiş kendini sürekli büyütmektedir.

Kürt orijinlerin Sümer kültürel yayılmacılığından kaynaklanan Babil ve Asur hegemonyasıyla şiddetlenen uygarlık sorunlarına verdikleri yanıt kendisini Mazda-Mitra ve Zerdüşt geleneğinde yansıtır. Bu geleneğin özünde Sümer kültürünü olduğu gibi benimseme değil dönüştürme, kendi yaratıcılığını sergileme esastır. Dönüşüm tarihseldir. Greko-Romen kültür geleneğini mümkün kılan da bu tarihsel dönüşümdür. Bu gelenek insanlık tarihinde köleci toplumun dogmatizmini yıkmasa bile esnetme, kırma ve yer yer yeni seçenekler sunma üstünlüğüne sahiptir. İnsanı, ahlâkı, dolayısıyla iradeyi bir üst aşamaya sıçratır. İnsan özgürlüğünün ahlâk ve iradeyle bağını kurar. Daha öncesinin tanrıları ve tanrı-kralları nazarında bir hiç mesabesinde, basit kullar yığını durumunda olan insanlık artık isyan eden, iradesini konuşturan, ahlâkını yeniden inşa eden özgürlükçü nitelikler kazanır. Zagros eteklerindeki kültür ve özellikle Zerdüşti cevap dönemin temel sorunlarını kavramak açısından kilit öneme sahiptir.

Uygarlık kaynaklı sorunlara verilen İslami yanıt daha yakından çözümlenebilir. İslâmiyet’i esas olarak dönemin iki, hatta üç hegemonik güç odağını temsil eden Bizans, Sasani ve Habeş uygarlıklarının dört bir yandan Arabistan Yarımadasındaki kabile yaşamı üzerindeki etkileriyle gittikçe yoğunlaşan toplumsal sorunlara devrimsel bir yanıt olarak yorumlamak mümkündür. İlkçağ kültürünün son temsilcileri olan bu uygarlıkların, tüm ilkçağ boyunca oldukça yoğunlaşan sorunlara yanıt olmaktan çok, sorunları daha geniş alanlara yaymak ve derinleştirmekten öteye bir rolleri kalmamıştı. İbrahimî dinsel yanıt geleneği, esas olarak ilkçağın tanrı-kral kültüründen kaynaklanan sorunlara özgü bir çözüm tarzı olarak yorumlanabilir. İbrahim’den Musa’ya kadar olan aşama, Sümer kökenli Babil ve Asur Nemrutlarıyla (dönemin tanrı-kralları) Mısır Firavunları (kendilerinin tanrı olduğunu idea eden krallar) arasında sıkışan toplumdan kaynaklanan sorunlara peygamberce arayışlar ve yanıtlar dönemi olarak yorumlanabilir. Tüm özgünlüğüne rağmen, Musevi yanıt, İbrani kabilesinin sorunlarına karşılık olarak küçük bir İsrail Krallığı olmaktan öteye gidememiştir. Kendisini özellikle Davut ve Süleyman Peygamber figürleriyle yansıtan bu krallık, Babil ve Mısır kültürlerinin kaba bir sentezidir; üst tabakanın krallık öyküsünü ifade eder.

İsevi gelenek, eski geleneğin Roma İmparatorluğu döneminde devasa boyutlara taşınan köleci toplum sorunlarına yoksullar, köleler ve işsiz aylak kesimler açısından gelişen bir yanıttır. Hıristiyanlığın Musevilikle olan çekişmesi ilk başlarda sınıfsaldır. Hem İbrani kabileleri içinde hem de diğer komşu kabile kültürlerinde Roma’nın açtığı yarılma kendini yeni bir dinsel kopuş biçiminde yansıtmıştır. İsevi geleneğin ilkçağ toplumsal sorunlarının en çok yoğunlaştığı ve başkaldırı geleneğinin köklü olduğu alanda oluşması, Zerdüşti gelenek kadar olmasa da, yine de insanlık tarihinde çağ atlatma potansiyelinde olmuştur. Hıristiyanlık tüm kabile kültürlerinde yaşanan sorunlara kendisini bir cevap olarak sunmuştur. İlk defa kapsamlıca ve bir daha silinmemecesine kabile toplumlarını aşan dinsel cemaat toplumları oluşmuştur. Her kabile ve etnisiteden insanlar yeni dinin kutsanmış üyeleri sayılmaktadır. Toplumsallık açısından bu önemli bir aşamadır. Halk topluluklarının kendilerini tarih sahnesinde daha gür ve açık seçik biçimde yansıtmaları söz konusudur. Ermeniler, Süryaniler, Grekler ve Latinler kendilerini daha çok Hıristiyanlıkla sahnelemişlerdir.

Muhammedilik aynı geleneğin sorunlarını çözemediği ve içi çoktan boşalmış ilkçağ despotizminin temsilcileri tarafından dört bir yandan sürekli sıkıştırılan Arap kabilelerinin tarihsel yanıtıdır. Hz. Muhammed’in bir yandan Habeş, Sasani ve Bizans imparatorlarına karşı çıkışı seslendirirken, diğer yandan hak dinleri olarak kabul ettiği Museviliğin ve Hıristiyanlığın miadını doldurmuş olduklarını ilan etmesi bu gerçeği yansıtmaktadır. Arap kabile topluluklarının hem içte hem de dışta had safhaya ulaşmış sorunlarına ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık bir yanıt oluşturabilmiştir. Bu dönemin Yahudiliği ve Hıristiyanlığı devrimci özünü çoktan yitirmiş, tutucu kabile ve kavim milliyetçiliğine dönüşmüştür. Geleneksel tanrı-kral despotizminin son temsilcileri olan Habeş, Bizans ve Sasani Krallıklarının gerek kendi içlerinde gerekse aralarında yaşadıkları sorunlar ve çatışmalar hem kendilerini zayıf düşürüyor hem de gereksiz kılıyordu. Dolayısıyla Hz. Muhammed’in çöl kabilelerinin diri özgürlük tutkularıyla fetih arzusu taşıyan üst tabakanın cennet diyarları ele geçirme tutkularını yeni bir dinsel gelenekle karşılaması anlaşılırdır.

İslâm geleneği hem çıkış dönemindeki Arap kabile gerçeğini hem de uygarlık gerçeğini hesaplayarak kendisini inşa etme özelliklerine sahiptir. İdeolojik ve politik olarak iki kültürel seçeneği, yani yoksul kabile kültür seçeneğiyle üst tabakaların kent, sınıf ve devlet seçeneğini sentezleme ustalığını göstermiştir. Dönemin geçiş yolları üzerindeki Mekke kenti iki kültürün en çok karşılaştığı ve sentezleştiği bir yer olma üstünlüğünü ve avantajını yaşamaktadır. Hz. Muhammed’in tarihsel önemi bu sentezi başarıyla yapması ve buna damgasını vurmasıdır. İslâm Devriminin sosyal açıdan en önemli sonucu, katı kabileci toplumdan farklı bir ümmet toplumuna geçiş sağlamasıdır. Arabistan gibi izole olmuş bir alanda binlerce yıllık kabile gelenekli toplumdan ümmet toplumuna geçiş yapmak büyük bir sosyal devrimdir. Yeni sosyalite daha başından itibaren kendi içinde bir ikilemi barındırıyordu. Kabile aristokrasisinden devralınan üst tabakanın devletli bir sınıfa dönüşme eğilimiyle yoksul tabakanın eşitlikçi ve demokratik eğilimi sürekli çatışma halinde yaşıyordu. Toplumsal sorun daha da genelleşmiş olarak yeniden biçimleniyordu. Daha Hz. Muhammed hayattayken başlayan bu yeni sorunsallık ve çatışmalar etkisini günümüze kadar sürdürecektir.

Ortaçağın bu en büyük sosyal devrimi Kürt orijinli topluluklarda da hemen etkisini göstermiştir. Gerek Arap aristokrasisinin fetihçi eğilimi gerekse Kürt üst tabakasının iktidar-devlet arayışları, ilişkili ve çatışmalı geçen uzun bir süre kapsamında Kürtlerde de ümmet toplumunu geliştirdi. Yeni ümmet toplumu da genelde yaşandığı gibi sorunluydu. Kentli, sınıflı ve devletçi eğilimle eşitlikçi demokratik eğilim kendini mezhep ve tarikat farklılaşması biçiminde yansıttı. İslamik iktidar hegemonyasını temsil edenler ümmet toplumuna damgalarını vurdukça, alttan tasavvufi tarikatlar, eski geleneklerini varlık gerekçesi olarak kullanan Alevi ve Zerdeştî Kürtler kendilerine özgü direnişçi cemaatlerini geliştirmekte ısrarlı davrandılar. Kürt toplumu diyebileceğim bir olgu oluşmakla birlikte, oldukça parçalı, birbirine yabancılaşmış sınıf ve katmanlara bölünmüş olarak varlığını sürdürdü. Toplumsal sorunlar kendisini daha çok farklı tarikatlar biçiminde yansıtıyordu. Kent ile kır arasındaki çelişkiler sınıfsal bölünmelerle iç içe gelişiyordu. Ortaçağda her şey ilkçağdakinden daha çok bölünmüş ve sorunsallaşmıştı. Kabile ve aşiretlerin yerleşiklik-göçebelik sorunlarına kent-köy çelişkisine dayalı ve kentteki sınıfsal bölünmeden kaynaklı sorunlar eklenmişti. Kabilelerin üst tabakaları devlet biçiminde yoğunlaşırken, daha da küçülmüş yoksul kabile parçaları yeni yoksul kabilelere dönüşüyordu. Köye dayalı yaşam kültürü kente dayalı yaşam kültürü karşısında geriliyordu. Kent toplumunda sosyal çelişki ve çatışkılar artıyordu. Sonuçta tüm bu çelişkilerin çözümü daha da güçlendirilmiş devlet aygıtında aranıyordu. Devlet ise, daha fazla parazit hanedanlar ve artan sorunlar anlamına geliyordu. Ortaçağ toplumu bu tür toplumsal sorunlar döngüsüne mahkûm olmuştu.

Ortaçağda Kürt toplumu Arap, Fars ve Türk iktidar elitlerinden farklı olarak kendi güçlü iktidar elidini oluşturmamıştı. Temel sorunlarına ne birleşik merkezileşmiş krallıkla çözüm bulabiliyor, ne de eskinin durgun ve içe kapalı geleneksel kabile toplumu halinde yaşayabiliyordu. Bu çelişkiden doğan sorunlara daha çok mezhepçi ve tarikatçı cemaat toplumlarıyla yanıt bulunmaya çalışılıyordu. Zerdüştilik giderek parçalanıp zayıflıyordu. Alevilik ancak dağlık alanda fethi zor bölgelerde varlığını koruyordu. Kent ve ova halkı üzerinde hâkim olan iktidar İslâmcılığı oldukça istismarcıydı. Sultanların temsilcileriyle yerel beylikler toplumu içinden çıkılması zor sorunlara boğmuşlardı. Bu durumda sorunların çözümü değil, ancak sorunlardan kaçma söz konusu olabilirdi. Dolayısıyla çözüm diye sığınılan ümmetçilik ve tarikatçılık hızla kendi gerçeğinden kaçış ve yabancılaşma araçlarına dönüşüyordu. Ortaçağ diyalektiği kabaca böylesi bir işleyişle kendini yansıtıyordu diyebiliriz.

KÜRT TOPLUMUNDA ASIL SORUNLAR KAPİTALİST MODERNİTE BAĞLAMINDA KÖKLEŞTİ

Kürt toplumunda asıl sorunlar kapitalist modernite bağlamında kökleşti, boyutlandı. Sistem olarak modernitenin kendisi bütün alanları ve yönleriyle toplumu kafeslemeye çalışır. Kafeslemek, toplumu tümüyle sorunsallaştırmaktır. Azami kâr kanununu işletebilmek için toplumun üstünde kapsamlı bir baskı ve sömürü sistemi kurmak kaçınılmazdır. Ancak bu baskı ve sömürü sistemi derinlik ve genişlik açısından ilk ve ortaçağlardakinden farklıdır. İlkçağlarda bir krallık hanedanlığını beslemek için gerekli artık-değerle kapitalist çağda sanayi tekellerinin binlercesi için gerekli artık-değer arasında sadece fark değil, kocaman bir uçurum vardır. Kapitalizmin egemen bir sistem haline gelmemesi için tarih boyunca ideolojik, siyasi ve ekonomik açıdan alınan tüm tedbirler, bu tür bir sömürü tarzının karşılanamayacağından duyulan ürküntüdendi. Toplum o dönemde egemen bir sistem olarak kapitalizmi karşılayamazdı. Kapitalizm karşısında toplumun ayakta kalması mümkün değildir. Bundaki temel etken, kapitalist sömürü tarzının toplumsal doğada ve çevrede sürdürülebilir bir karşılığının olmayışıdır.

Kapitalizmin egemen bir sistem olarak kendini gerçekleştirmek için elindeki en büyük silah, devlet iktidarını ulus-devlet iktidarına dönüştürmesidir. Ulus-devletin kendisi, iktidarın toplumun kılcal damarlarına kadar yayılmasıyla mümkündür. Kılcal damarlarına kadar iktidarın yayıldığı bir toplum ise sadece iliklerine kadar sorunlara boğulmakla kalmaz, paramparça edilerek dağılmaya mahkûm hale getirilir. Ulus-devlette toplum tümüyle kafeslenmiştir. Ülke sınırı, ulusal ordu, merkezî sivil bürokrasi, merkezî ve mahalli idare, ulusal pazar, tekelci ekonomik hâkimiyet, ulusal para, pasaport, vatandaşlık kimliği, milli ibadethane, ilkokul, tek dil, bayrak işaretleri, bütün bunların hepsi bütünleşik olarak toplum üzerinde kapitalizmin azami kâr kuralını işletmek gibi asli bir sonucu doğururlar. Modernite sosyologlarınca geleneksel toplumun aşılması ve modern homojen toplumun oluşumu diye tanımlanıp ilerlemenin temel göstergesi olarak sunulan bu süreç, özünde derinliğine demirden kafese alınıp kilitlenmiş toplumu ifade eder. Kafesteki toplum ancak kapitalizmin kurallarına göre tamamen evcilleştirildiğinde serbest bırakılır. Liberalizm denilen bu serbestlik çağdaş kölelikten başka bir anlam ifade etmez. Kapitalizm çağının toplumunda özgürlükte ısrarın karşılığı faşizmdir. Faşizm ise en kanlı, azami sömürülü sistemin adıdır. Burada toplumun varlığından değil, yokluğundan bahsetmek daha gerçekçidir.

Çağımız sosyolojisi bilinçli olarak kapitalist köleliği çözümlememekte, liberal ideoloji gereği sınıfsal kölelik gerçekliğini meşrulaştırmayı esas görev bellemektedir. Dolayısıyla bilimsel değil, gerici mitik özelliklere sahiptir. Kapitalizmin en gerici, baskıcı dönemi olan finans kapital çağındaki ‘para’ hükümranlığı hiçbir tarihsel tanrının erişemeyeceği gücü, belki de hükümranların en güçlü tanrısını ifade etmektedir. Bu tanrı olmaksızın ne kapitalizm, ne ulus-devlet, ne de endüstriyalizm mümkündür. Para tanrısı karşısında toplumu ayakta tutmak büyük insani anlam ve kolektif toplumsal yaşam gücü ister. Böylesi bir güce sahip toplumdan pek eser kalmamıştır. Bu ideayla ortaya çıkan sosyalist toplum deneyimleri sınırlı başarı gücü göstermişler, çoğunlukla da yenilmekten kurtulamamışlardır.

Fakat kapitalist modernite karşısında ne denli mahkûm yaşansa da, yine toplumsallıkta ısrar etmekten ve toplumu savunmaktan başka çare yoktur. Sorunlar ne denli kanserleşmiş, krizli ve kaotik boyutlara tırmanmış olursa olsun, toplumsal varlığı savunmak ve özgür kılmaya çalışmak, insanca yaşamın vazgeçilmez koşuludur. Alternatif yaşam ya azami kârın geçerli kıldığı tüm insani değerlerden soyutlanmış ucube yaşam ya da mezarda çürümeye terk edilmiş yaşamdır.

Kapitalist modernitenin toplumsal gerçekliğe dayattığı köleleştirici sistemi en çıplak haliyle Kürt toplumsal gerçekliğinin içine düşürüldüğü halde gözlemleyebiliriz. Kürt toplumsal gerçekliği, toplumsal sorunlu olmanın çok ötesinde, uzun süreye ve tüm dokularına yayılmış bir soykırımla tüketilmektedir. Kürt toplumu sorunlu herhangi bir toplum değildir, yaşananlar sorunlu olmayı da aşan bir durumu ifade etmektedir. İçine düşürüldüğü ibret verici ve dehşet yüklü durumun ifade ettiklerini kavramak açısından sadece diline bakmak yeterlidir. Tarihin en otantik dili zincire vurulmuştur. Anaokuluna bile büyük alanlar itibariyle sahip değildir. Daha da vahimi Kürt dilini sahiplenmek, o uğurda çabalamak hâkim sistem içinde işsiz ve aç kalmayı göze almakla mümkündür. Kürtlüğün kendisi beş para etmez bir nesneye dönüştürülmüştür. Dahası bu nesneye kim daha çok tekme vurursa sistem ona sahip çıkmakta ve onun yaşam şansı olduğuna hükmetmektedir. “Kendi öz toplumsal gerçekliğini ne denli inkâr eder ve hor görürsen, hâkim ulus sistemi içinde ikbal kazanman, iş bulman ve yükselme şansına sahip olman o denli imkân dahiline girer.” Bu durum sistemiktir ve Kürt toplumsal değerlerinin tüm yüzeyleri için geçerlidir. Nerede sivrilmiş bir Kürt varsa, parası çok ve işinden eminse, o Kürt mutlaka kendi toplumuna karşı ya bir hile içindedir ya da bilinçli bir inkâr, bir yabancılaşma çabasındadır. Her ne kadar son dönemde bazı Kürt figürler ulusal etiketli olarak lanse ediliyorsa da, tüm bunların kapitalist hegemonyanın küresel çıkarlarıyla yakından bağlantılı olduğunu çok iyi bilmek gerekir.

Arap, Türk ve Fars fatihleri başta olmak üzere egemen güçlerin tüm kavimsel fetihçiliğine, sömürgeciliğine ve asimilasyonculuğuna rağmen, ortaçağda Kürt orijinlerin toplumsallaşması gelişme halindeydi. Hem kabilesel hem de cemaatsel toplum kendisini kavim toplumu doğrultusunda geliştiriyordu. Ortaya çıkan sorunlar tüm toplumlar için geçerli olan hiyerarşik iktidar ve devlet kaynaklı sorunlardı. Denilebilir ki, Kürt toplumu ortaçağı kat ederken, çağın birçok toplumunun ilerisindeydi. Yaşadığı sorunlara da benzer ölçülerde yanıtlar geliştirebiliyor, hatta sorunların çözümünde birçok topluma öncülük de edebiliyordu. Fatihlerin tüm saldırganlıklarına, tecavüz, istila, işgal ve sömürgeciliklerine rağmen, toplumun öz savunması ve kendini özgür yaşatma mücadelesi aralıksız sürdürülüyordu. Böylelikle ciddi bir varlık sorunu ve benzerlerinden epeyce farklılaşmış bir kölelik söz konusu değildi.

Kapitalizm çağında bu durum köklü olarak değişmiştir. Kendini azami kâr kuralına göre örgütleyemediği, ulus-devlet olarak kurumlaştıramadığı ve endüstriyalizmi seferber edemediği için, Kürt halkı kendini tüm bu unsurları gerçekleştirmiş olan hâkim ulus-devletlerin ve onların tepesindeki kapitalist tekeller ve sistem hegemonlarının çok yönlü saldırı, işgal, sömürgeleştirme, asimilasyon ve soykırım hareketleriyle karşı karşıya buldu. Bu durum ne kapitalist sistemin hegemonik tırmanışa geçtiği 16. yüzyılda yaşanan Amerika kıtasının fethedilmesiyle, ne 19. yüzyıldaki Afrika işgaliyle, ne de 18. yüzyılda Asya’nın sömürgeleştirilmesiyle kıyaslanabilir. Kürtlerin toplumsal yaşamına damgasını vuran hâkim gerçeklik daha farklıydı. Kürtlere hükmeden rejim öncelikle kendini Kürt diye bir varlığı tanımamak, varsa da onu yok etmek ya da kendi içinde eritmek amacıyla örgütlemiş, iç ve dış dayanakları özenle oluşturulup kurumlaştırılmış, sürekli komplocu taktikler ve stratejilerle yönetilen yok edici bir rejimdir. 19. yüzyıldan itibaren gittikçe ağırlaşan sorunsallıklar yumağı ve ardı sıra gelişen katliamlar, yeniden fetihler ve ulus-devletin katı kıskacı altında kapitalist talana açılma söz konusudur. Böylesi bir sistemin soykırımla sonuçlanmaması mümkün değildi. Yaşananlar da zaten o yönlüydü.

Kapitalist modernitede genelde olduğu gibi Kürt sorunu da kendini ‘ulusal’ boyutta ortaya koymaya çalıştı. Kürt sorunu deyince akla hemen ulusal sorun olarak gelmesi, kapsamlı bir araştırmadan ziyade konjonktür gereği olmuştur. Gerçek mahiyeti tarihsel-toplumsal bütünlük içinde serimlenmekten uzak bir değerlendirmeydi bu. Âdeta dostlar alışverişte görsün kabilinden bir yaklaşıma dayanıyordu. Gerçekçi tanımlamalardan ve teorik çerçeveden uzak yaklaşımlar söz konusuydu. Fakat gerçek olan şuydu ki, sorunlu olan sadece Kürt gerçekliği değildi; Kürtlükle ilgili olan her şey ve herkes sorunlu gibiydi. Kendini sorunlu hissetmeyen, düşünmeyen kimse yoktu. Esasında sorun olan, yaşanılan gerçekliğin mahiyetine ilişkindi; Kürt toplumsal doğasının ne’liğine ve nasıl’lığına dair farklı yaklaşımlardı. Tabii ki her şey ve herkes sorunlu sayılınca sorunun özü de gözden kayboluyor, araştırma ve incelemelerin değeri kalmıyordu.

Şahsen kendi sorumluluğumda bu kısırdöngüyü kırmayı hep temel mesele saydım. Fazlasıyla demagojisi yapılan ama görünenden daha ağırını yaşayan Kürt olgusuna netlik kazandırmak ve özgün yönlerini açıklamak sorunun özünü teşkil ediyordu. Başlangıçta ulusal sorunun evrenselliğinden kalkarak geliştirmeye çalıştığım yaklaşımlar kısa süre içinde yine benzer bir evrensellik olan ‘Sömürge Kürdistan’ belirlemesiyle sonuçlanmıştı. Dolayısıyla sömürge Kürdistan sorunu için düşünülecek kurtuluş reçetesi, dönemin gözde teorisi olan ‘ulusal kurtuluş’ teorisi ve yine gözde pratiği olan ‘ulusal kurtuluş savaşı’ydı. Şüphesiz bu kavram, teori ve uygulamalarla gerçekliğin bağrındaki sorunların çoğu yakalanmıştı. Ama her genellemede olduğu gibi, bu genellemenin de eksik ve yanlış yönleri giderek açığa çıkacaktı. Özellikle sorunun muhatapları arasındaki diyalog ihtimali, gerçekliğe daha somut yaklaşıma zorluyordu. Dünya genelinde kapitalist modernitenin aşınmaya başladığı 1990’lı yıllardan itibaren gelişen postmodernite etkileri de bu zorlayıcılıkta rol oynuyordu. Reel sosyalizmin çözülüşü aslında liberal ideolojik hegemonyanın çözülüşü gibi bir anlamı da beraberinde taşıyordu. Yenilen, çözülen sosyalizm değil, onun saptırılmış ve saplantılı liberal sol mezhepleriydi. Gerçeğe daha somut yaklaşım, bu liberal solun çözülüşüyle yakından bağlantılıydı. Sonuçta Marksist gerçeklik algısının bağrındaki dogmatik-pozitivist yönler kendini ele verdikçe, toplumsal gerçekliğin daha tarihsel, felsefi, sanatsal ve bilimsel perspektifle ele alınışı imkân dahiline giriyordu. Özellikle kapitalizmi modernite bağlamında üç temel sacayağına dayalı olarak azami kâr eğilimi, ulus-devlet ve endüstriyalizm temelinde daha bütünlüklü incelemek, araştırmak ve yorumlamak sosyal bilimde çığır açıcı bir nitelik taşıyordu. Bu temelde yaşanan şey sosyal bilimde devrimdi. Kendini en çok sosyal bilim, bilimsel sosyalizm olarak serimlemek isteyen Marksizm’in ve onun pratikleşmesi olan reel sosyalizmin bile aslında dogmatik, pozitivist metafizik zihniyetten kendini ayrıştıramadığı ortaya çıkıyordu.

KÜRT GERÇEKLİĞİNE YENİ SOSYAL BİLİM PARADİGMASI İLE BAKILINCA…

Kürt gerçekliğine ve bağrındaki sorunlu yapılara bu yeni sosyal bilim paradigması ile bakılınca her şey daha somut ve bütünlüklü olarak yorumlanabiliyordu. Mutlakçı yaklaşımların dogmatik niteliği anlaşıldığı gibi, aşırı görelileştirmelerin de aynı dogmatik sonuçlara götürme tehlikesi taşıdığı fark edilebiliyordu. Sonuçta çok karmaşık, parçalanmış ve hızla tüketilmekte olan Kürt olgusal gerçekliğine ve onun çok kapsamlı, bütünlüklü ve yapısal olduğu kadar tarihsel kökleri de olan sorunlarına hâkikate daha yakın yaklaşımlar geliştirmek imkân dahiline giriyordu. Daha somut çözümlemeler, sorunlara pratik uygulama değeri yüksek olan daha somut çözümleri mümkün kılıyordu.

Kapitalist modernite unsurlarını normlaştırma ve meşrulaştırma fonksiyonuyla yükümlü kılınan modern sosyal bilimler ve sosyoloji, iddiaların aksine, tarihsel toplum gerçekliğini ele alışta ortaçağın ak-kara, iyi-kötü misali ikilemlerini yeniden üretmenin ötesine geçememişti. Sadece ulus-devlet olgusu bile tarihsel toplum gerçeğini büyük oranda dümdüz etmeye yeterliydi. Hatta denilebilir ki, üretken düşünce ve duygulara potansiyel teşkil etmeyen en sığ bir metafiziğe dayalıydı. Ulus-devlet potansiyel olarak en son aşamada faşizm üretmekten başka bir sonuç doğuramazdı. Azami kâr düzeneklerinin toplumu ve çevresini tüketmekten öteye bir rolü yoktu. Endüstriyalizme dayanabilecek ne biyolojik ne de toplumsal bir yaşam söz konusu olabilirdi. Modernite kendi bilimlerinin alabildiğince normlaştırdığı ve meşrulaştırdığı bu unsurlardan başka bir şey değildi.

Kürt sorununa derinliğine yaklaşıldığında, sorun ve çözüm diye ortaya konulan değerlendirmelerin kendilerinin sorunlu olduğu görülüyordu. Kürt sorununun temelinde yatan, kapitalist modernite unsurlarının kendileriydi. Dolayısıyla bu unsurlara dayanarak çözümleme yapmak ve pratik çözüm geliştirmek kendini yanıltmaktan öteye bir işleve sahip olamazdı. Evrensel olarak yaşanan bu yönlü sorun-çözüm diyalektiği, sonuçta derinleşen küresel finans kapitalin kriziyle çözümsüzlüğünü kanıtlıyordu. Ortadoğu’da üretilen modernite kaynaklı ulus-devletlerin doğurduğu sorunlar, günümüze doğru tam bir kaotik bölge ve krizli toplumlarla sonuçlanmıştı. Milliyetçilik ve devletçilik ideolojileri ve bunların kurumlaştırılma çabaları Afganistan’dan Lübnan’a, Çeçenistan’dan Yemen’e kadar birçok ülkede ortalığı kan gölüne çevirmişti. Her iki hattın göbeğinde yer alan Sünni Irak ulus-devleti, kendi somutunda geleneksel uygarlıkla kapitalist uygarlığın âdeta iflasını sergileyen trajik bir belgesel film gibi oynanan somut, çok kanlı ve acılı bir gerçeği yansıtıyordu.

Kürt gerçeği kapsamında çözümlemeye çalıştığım tüm unsurlar, modernite koşullarında uluslaşma değil, ulus olmaktan çıkma sürecine girdiler. Dolayısıyla Kürt ulusal sorunundan ziyade, ulus olmama sorunu daha ağır basmaktadır. Anavatan ulusal vatan haline getirilemiyor, tersine hâkim ulus-devletlerin vatanı olarak gösteriliyordu. Yani ulus olmanın temel mekânı anayurt olmaktan çıkarılıyor, başka ulusların vatan aidiyeti kapsamında değerlendiriliyordu. Bizatihi ulusal varlığın kendisi Kürtleşmeden, Kürt ulusu oluşmadan hâkim ulusların içinde eritilmeye çalışılıyordu. Arap, Türk ve Fars hâkim ulus-devlet kültürleri tarafından nesneleştiriliyor, sömürgeleştiriliyor ve asimilasyonla eritiliyordu. Bunun için modernite unsurlarının tüm güçleri seferber ediliyordu. Bu noktada sorun ulus olmaktan çıkmaya varacak kadar ağırlaşıyordu. Modernitede ulusal sorunun çözüm gücü olarak ortaya çıkan sosyal tabaka ve sınıflar Kürt sorununa yaklaşımda tam bir paradoks halindeydi. Geleneksel üst tabaka burjuvalaştıkça, devlet rantından pay alma karşılığında işbirlikçilikten de öteye, Kürt inkârcılığı ve her tür imhanın aracına dönüşüyordu. Küçük burjuva katmanlaşmalar güçsüzlüklerinden ve devlet rantına ihtiyaç duyduklarından, sorunun demagojik unsurlarından öteye rol oynamıyorlardı. Böylelikle her iki modern güç sorun çözümleyici unsur olmaktan çıkıyordu. Geriye kalan çoğu işsiz, yarı proleter ve diğer emekçi kesimler objektif olarak Kürt sorununun temel çözümleyici güçleri oluyordu. Bu anlamda Kürt sorunu esas olarak burjuva bir sorun değil, emekçi toplumun sorunu haline geliyordu.

Ulus olabilmek için gerekli siyasal irade en basit uç vermelerde bile amansızca eziliyordu. Bunlar ‘devletin birlik ve bütünlüğü’ saptırması altında yürütülüyor; bir toplum için olmazsa olmaz koşul olan siyasal demokratik kültüre hemen ‘bölücülük’ ve ‘ayrılıkçılık’ damgası vurularak, soykırımlara varan uygulamalar örtbas ediliyordu. Bir toplum için onsuz yaşanmayacak olan maddi ihtiyaçların sağlandığı ekonomik alan tümüyle denetime alınarak, ekonomi ulus olmaktan çıkarmanın aracı olarak kullanılıyordu. Ekonominin kendisi ulus olamamanın en önemli aracına dönüştürülüyordu.

KÜRT KİMLİĞİNE İLİŞKİN HİÇBİR HUKUKİ BELGE VE STATÜYE İMKAN TANINMIYORDU

Kürt kimliğine ilişkin hiçbir hukuki belge ve statüye imkân tanınmıyordu. Kürt kimliği ulus haline dönüşmede yasadışı ve hukuksuz kılınarak bu açıdan da yok sayılıyor; hukukla hiçbir ilişkisi olmayan, tanımsız ve adsız bir kimliğe mahkûm ediliyordu. Kırk milyonu aşkın nüfusa sahip bir toplumsal varlık ulusal ve uluslararası hukukta yok hükmünde sayılıyordu. Eğitim modernitenin en önemli uluslaştırma aracı iken, Kürtler kendi tarihsel ve toplumsal kimlikleri bağlamında daha anaokulu aşamasında hâkim ulusların inkârcı eğitim sistemlerinde kimliklerinden koparılıyordu. Eğitim denilen toplumsallaştırma aracı, Kürt kimliği açısından öz kimliğinden ve toplumsallığından vazgeçirilme aracına dönüştürülüyordu. Anadilde eğitim çoğu parçada yasaklandığı gibi, egemen ulus dilleri anadil yerine ikame ediliyor; anadilin kullanımı toplumsallaşmanın bir aracı olarak işlev görmek yerine, toplumsallıktan kaçmanın gerekçesine dönüştürülüyordu. Kürtlük kültürel zihniyet olarak kendi şuuruna varmayı çağrıştırmak yerine, hâkim ulusal kültürlere teslim olmanın göstergesi haline getiriliyordu.

Örneğin Afrika halklarıyla karşılaştırıldığında, Kürt halkının Afrika halklarının uluslaşma düzeyinin çok gerisinde bırakıldığı açıkça gözlemlenebilir. Bunun şüphesiz kapitalist moderniteyi uygulayan ulus-devletlerin farklı olmalarıyla bağı vardır. Kürtler modernite unsurlarını kendi öz iradeleriyle uygulamıyorlar. Uygulayanlar hâkim ulus-devletler oluyor. Böyle olunca da egemenlikleri kapsamında Kürt gerçekliğinin ulus olma hakkını tanımayan bu devletler, Kürtler açısından dört dörtlük özel faşist bir rejim ihdas ederek, inkâr ve imha çarklarını sürekli işletiyorlar. Ortaya çıkan sonuç, Kürtlerin ulus olmaktan çıkma ve uluslaşamama sorunu oluyor.

Kürt sorunu kendini çok farklı boyutlarda, mekân ve zaman koşullarında farklı nitelikleriyle yansıtıyor. Kürtler tüm bu boyutları mekân ve zaman koşullarına bağlayan ana nitelikler kadar, kendilerini farklı ve tekil kılan özellikler de yaşıyorlar. Bunları daha da somutlaştırmaya çalışalım.

a- Türk ulus-devletinin hâkimiyetindeki Kürdistan ve Kürt gerçekliğinin varoluş tarzı ve gelişimi baştan itibaren katı inkârcı ve imhacı bir rejimle karşı karşıya bulunuyor. Haliyle bu durum gerçekliğin baştan itibaren ağır sorunlarla malûl olmasına, sakat kalmasına yol açıyor. Süreç içinde öz kimlik unsurlarını yitirmekle karşılaşıyor. Türk ulus-devlet sistemi uluslaşmadan önce uluslaşmamayı, daha doğrusu ulus olmaktan vazgeçmeyi, kendini ret ve inkârı dayatıyor. Bu durum sorunsallıktan öteye bir gerçekliği, nereden bakılırsa bakılsın, adı konulmamış bir soykırım rejimini tanımlıyor. Farklı olarak, gizli ve örtülü biçimde yürütülen bir soykırım rejimi söz konusudur. Ermeniler ve Helenlerden farklı olarak, bu halklar açık uygulamalarla tasfiye edilirken, Kürtler hileli, bol hainli, işbirlikçili, zorluklu, işsizlikli, açlıklı ve işkenceli yöntemlerle gizlilik içinde ve örtülü temelde yürütülen bir tasfiyeyi yaşıyorlar. Yaşanan bir ulus olma sorunu değil, yok etmenin yol ve yöntemlerini etkisiz kılma sorunudur. Bu süreci durdurmanın adı da doğal olarak Kürtlerin var olma ve özgürleşme hareketi olmak zorundadır. Başka herhangi bir yöntem, özellikle sahtekâr liberal burjuvalarla milliyetçi ve solcu geçinen ukala küçük burjuvaların yöntemleri inkâr ve imha sürecini durdurma, bunun kavram ve uygulamalarını geliştirme gücünde olamaz. Bu tip rejimlere karşı varlık sorunu vardır. Onun da çözümü var olma savaşı ve doğası gereği özgür yaşam gücüdür.

b- İran ulus-devletinin hâkimiyetindeki Kürdistan ve Kürt gerçekliğinin varoluş hali Türk ulus-devlet modelinden pek farklı değildir. Farklılık modernitelerinin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Yaşadıkları farklı tarihsel ve toplumsal gerçeklikler uygulama modellerinde de biçimsel farklılıklara yol açmaktadır. Her ikisinin dayandığı iktidar mirası Kürtleri ortaçağdan beri 1639 Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla resmen parçalayarak güçsüz bırakmakta, moderniteyle birlikte Kürt başkaldırıları karşısında ortak hareket etmeye götürmekte, böylelikle ortak bir imha ve inkâr rejimine yol açmaktadır. İkisi arasındaki sınır temelde Kürt sorununu kendi lehlerine çözme, bunun için birlikte hareket etme esasına dayanmaktadır. Günümüzde Türk ve İran ulus-devletleri arasında oluşturulan anti-Kürt ittifak bu tarihsel gerçeği doğrulamaktadır.

c- Irak ulus-devleti hâkimiyetindeki Kürdistan ve Kürt gerçekliği biraz daha farklı bir rota izlemiştir. Bunda İngiliz hegemonyacılığı belirleyici olmuştur. Arap ulus-devletinin geç ve zayıf oluşumu Kürtlere ulusal varlıklarını biraz geliştirme fırsatı vermiştir. Rejim sertleştikçe Kürt direnişi de sertleşmiştir. Bu karşılıklı sertleşme durumu sürdükçe, Kürtler açısından yok olmaktan çok var olma yanı ağır basan bir süreç gelişmiştir. Son dönemdeki ABD hegemonyasının tesisiyle Kürtler federe nitelikte de olsa bir ulus-devletçik kurma şansını elde etmişlerdir. Fakat bu şans komşu ulus-devletler, hatta merkezî Irak ulus-devleti nazarında hep tehdit olarak algılanmakta ve ilk fırsatta tasfiyesi amaçlanmaktadır. Her iki durumda uluslaşmaya da, ulus olmaktan çıkmaya da açık kapı bırakan Irak Kürtlerinin varlık ve özgür yaşama sorunları devam etmektedir.

d- Suriye ulus-devletinin hâkimiyetindeki Kürtlerin yaşadığı sorunlar, sistemin içinde eritilmekten çok dışlanmalarından kaynaklanmaktadır. Kürtlerin bir kısmı yok hükmündedir. Sınırda geliştirilen Arap Kemeri uzun vadede Kürtlerin eritilmesini amaçlamaktadır. İngiliz ve Fransız hegemonyasınca Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırlar Kürtler açısından ikinci önemli parçalanmaydı. Amaçlanan, Türk hegemonyasıyla birlikte ortak çıkarlar temelinde Kürtlerin tasfiye edilmesiydi. Kürtler açısından bu parçalanma kapitalist modernitenin en yıkıcı adımıydı. Kürtlerin uluslaşmasını engellediği gibi, ulus olmaktan çıkışını kolaylaştırıyordu. Özellikle İngiliz hegemonyacılığı Ortadoğu’yu yönetmede Kürtlerin sürekli sorunsal konumda tutulmalarını çıkarları açısından en uygun yöntem olarak değerlendiriyordu. Sorunsallık bizzat inşa edilerek, sistemin kalıcılığı için temel payandalardan biri halinde tutuluyordu.

Sonuç olarak, Kürt sorunu Kürtlerin anavatanlarının parçalanması ve inkârı, toplumsal gerçekliklerinin derinden bölünerek kendilik olmaktan çıkarılmaları, siyasi iradelerine ket vurulması, devletlerin inkârcı ve imhacı yöntemleri karşısında boyun eğmeye zorlanmaları, ekonomik ihtiyaçlarını gidermenin öz kimliklerinden vazgeçme aracına dönüştürülmesi, kendi öz kimliklerine dayalı bir kültürel ve ideolojik varlık haline gelmelerine fırsat ve yasal statü tanınmaması, çağdaş eğitim araçları ve uygulamalarından mahrum bırakılmaları, tüm bu alanların bütünleşik uygulamalarıyla öz varlıkları ve kimliklerinin yok sayılması ve özgür yaşamama sorununa dönüşüyordu. Diğer bir deyişle Kürt sorunu bir ulusal sorun değil, ulus olmaktan çıkma sorunu haline geliyordu.

Parçalanmaların sürekliliği ve giderek her parça üstünde inkârcı ve imhacı rejimlerin güçlenmesiyle sorun uluslaşma sorunu olmaktan çıkıyor, varlığını sürdürme sorununa indirgeniyordu. Varlığını tümden ortadan kaldırma anlamında fiziksel imha temel yöntem olmasa bile, kültürel boyutlu soykırım sürekli yaşanan gerçeklik oluyordu. Ermeni ve Yahudi soykırımlarında yaşandığı gibi fiziksel imhanın hemen gerçekleşmemesi süreci daha da sancılı kılıyordu. Açık ki, tüm bu etmenler göz önünde tutulduğunda, Kürt sorunundan çok Kürt kördüğümünden bahsetmek daha gerçekçidir. Nasıl ki İskender’in Gordion kördüğümünü kılıçla da olsa çözmesi tüm Asya’nın fethini mümkün kıldıysa, Kürt kördüğümünün çözümü de başta Ortadoğu’da olmak üzere tüm toplumların demokratik fethini ve özgür yaşama şansını mümkün kılacaktır.

(Önder Apo’nun ‘KÜRT SORUNU VE DEMOKRATİK ULUS ÇÖZÜMÜ

Kültürel Soykırım Kıskacında Kürtleri Savunmak’

adlı savunmasından alınmıştır.)