Ayata, Türk ordusunun 90 yıldır varıyla yoğuyla Kürtlere karşı savaştığını, 7 Haziran seçimlerine darbe yapan Erdoğan’ın ise bu zihniyetin bir devamı olduğunu belirtti. Cizre’de bütün dünyanın gözleri önünde insanların diri diri yakıldığını ifade eden Ayata, talimatı bizzat Erdoğan’ın verdiğini söyledi. Türkiye’nin tarihinin en aşağılık dönemini yaşadığını, Kürtlere olan düşmanlığını en gizlenemez biçimde dışa kustuğunu belirten Ayata, Erdoğan’ın başkanlıkla Ortadoğu’da otoriter, faşist, diktatoryal ırkçı bir sistem kurmak istediğini söyledi. Özyönetim direnişlerinin ise cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar Kürtlerin; ırkçılığa, şark ıslahat planlarına karşı en kapsamlı direniş ve ayaklanma olduğunu vurguladı.
PKK Merkez Komite üyesi Muzaffer Ayata, Türkiye tarihinde gelişen darbelerden, dünyadaki başkanlık sistemlerine, AKP tarafından dozajı gittikçe artan saldırılardan, özyönetim direnişlerine, cumhuriyetin kuruluşundan günümüze Kürt sorununda gelinen aşamaya kadar birçok konuda sorularımızı yanıtladı.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi itibariyle nerdeyse 100 yıllık bir geçmişe sahip ve bu tarihi boyunca da birçok darbeye tanıklık etti. 12 Mart, 12 Eylül belki günümüzde en çok tartışılanları. Biz bu bağlamda ele alacak olursak bu darbelerin gelişmesi esnasında Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar neydi ve nasıl bir sonuç açığa çıkardı?
Türkiye’nin bu kadar darbelerden süzülüp bugün hala o darbe mekaniğinin, dinamiğinin devam etmesini biraz kuruluşuyla da bağlantılandırmak lazım. Ulus-devlet olarak aslında bu topraklara bu kültürlere bu zenginliğine uymuyor. Anadolu Mezopotamya ya giydirilen elbise eğreltidir, onun bedenine göre değil yani. Devlet hep toplumu bu biçtiği elbiseye uydurmaya çalıştı. Toplumun ihtiyacına göre bir elbise dikmek yerine, diktiği elbiseye göre toplumu hep rejime soktu böyle. Onlara göre sıkıyönetimler gerekiyordu. Rahat bıraksan işte elbise yırtılacak.
Peki, elbisenin yırtılabilmesi neden tedirgin ediyordu?
Çünkü imparatorluk mirası devralındı, imparatorluğun içinde doğal olarak çok din, kültür, etnisite, birçok yerel otorite bunlar yıkılınca cumhuriyet ya da onu kuranlar arayışa girdiler. İşte biraz meşhur girişimler oldu pan-osmanizm, pan-türkçülük, Panislamizm hepsi iflas etti. Almanların da desteğiyle Enver-Talat önderliğinde Türkiye birinci dünya savaşına sokuldu. Türkçülük, Pantürkizm eksenli, onlara göre işte İslam ülkeleri kaybedilmişti, Balkanlar kaybedilmişti artık elde Türkler kalmıştı. Orta Asya Türklerini de birleştirip büyük devlet heveslerinden de vazgeçmiyorlardı. Kılıçla gelip kılıçla gittikleri için her yerde, böyle bir zihniyet doğal olarak bütün siyaset dünyalarını, gelişmelerini etkiledi. Avrupa tarzı bir ulus-devlet şekillenmesinin çok maddi imkânı da yoktu. Ekonomik yapısı, sosyal yapısı, toplumsal yapısı buna uygun değildi, hızla imparatorluk çöktü birinci dünya savaşı nedeniyle ve Türkiye hızla yeniden örgütlenme ihtiyacı duydu, Kemalistler buna öncülük etti. Kadroların çoğu da İttihat-Terakkiciydi, Ermeni katliamına bulaşmış, Rum katliamına bulaşmış, Pantürkizm esaslarına göre hareket etmiş yani birçoğu savaş suçlusuydu zaten. Türkiye’de bu konuda kurulan mahkemeler de var, bazıları idam da aldılar. Ama daha sonra cumhuriyet kurulunca, cumhuriyete bunlar entegre edildi ve çoğu da yönetimde kaldılar.
HERKES TÜRK OLACAK
Mustafa Kemal 1920 ilk büyük millet meclisinde imparatorluğun geleneğine bağlı kalarak girişimlerde bulundu. İşte Amasya Tamimi, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Kürtlere otonomi, Kürt-Türk ittifakını savunma yaklaşımları içerisindeydi. Hilafetin etrafında tekrar birleşme ama pozisyonu güçlendirince parlamentodaki çoğulcu yapı Mustafa Kemal’in kurmak istediği tek ulus; Avrupa tarzı ulus-devlet, federatif, demokratik, otonom esaslar temelinde demokratik bir cumhuriyet yerine, oldukça otoriter, tekçi bir ulus, Türklüğe dayandırıldı. Herkes Türk olacak projesi geliştirdi.
KÜRDİSTAN’DA SAVAŞI ÖNÜNE KOYAN DEVLET DEMOKRATİKLEŞEMEZ
1920’de Koçgiri’de çok alt düzeyde, Kürtlerin doğal yaşam istemleri, otonomileri kanla bastırıldı. Özel harp yöntemleriyle Sakallı Nurettin Paşa, Karadenizli Topal Osman her türlü vahşi yöntemleri, katliamları Kürt’e reva görerek ezdiler. İşte 1925 Şeyh Sait isyanında daha sonra da katliamlar, sürgünler, idamlar, sürekli bastırma, sürekli Kürt halkına karşı komplolar geliştirildi. Kardeşim dediği, ortak cumhuriyeti kurduğumuz halk dediği, dinimiz bir tarihimiz bir, kültürümüz bir, iç içe geçmişiz komşuyuz dedikleri Kürt halkına, her kıpırdanışta her kimlik talebinde son derece vahşi, bitirici komplolar, tezgâhlar, oyunlar tuzaklar kurarak ilerledi. Böyle olunca cumhuriyet demokratikleşemedi. Kürdistan’da savaşı, inkârı, imhayı önüne koyan bir devlet Türkiye’de demokratikleşemezdi. Böyle bir dertleri de yoktu, dünya koşulları da bunu çok Ortadoğu için dayatmıyordu zaten. İngilizler, Fransızlar diğerleri savaş yorgunuydular. Amerika’nın Wilson deklarasyonu yani ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunan deklarasyonu Kemalistlere çarptı. Müşteri bulmadı yani uygulanmadı. Türkiyeli egemenlerin elinde de Kürtler kaldı. Çünkü diğerleri ezildiler, Pontus Rumları, İzmir Rumları hepsi denize döküldü imha edildiler. İşte Ermeniler yok edildi. Biraz da Almanların kendi çıkarları için göz yummasıyla Kürtler de sonraya bırakıldı.
DARBE MEKANİĞİ GÜNÜMÜZE KADAR SÜRÜYOR
1926-30 Ağrı isyanları yine saldırılarla, kimyasal silahlar, hava bombardımanları, katliamlarla bastırıldı. İşte arkasından Dersim katliamı. Türkiye’nin kullandığı ilk uçaklar Kürtlere karşı ölüm kustu. O gelenek günümüze kadar devam ediyor. Türk ordusunun cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar her hangi bir devletle, herhangi bir yabancı güçle ciddi bir savaşı yoktur. Bir 74 Kıbrıs basit bir çıkarması var, o da savaş sayılmaz yani, Rumların savaşacak gücü yoktu. Ama kurulduğundan beri 90 yıldır Türk ordusu varıyla yoğuyla Kürtlere karşı savaşıyor fiili olarak. Bakın 1984’ten beri Türk savaş uçakları aralıksız sürekli Kürdistan’ı bombalıyor, her türlü bomba çeşidini kullanarak. Bu kadar askeri bir gelenek, siyaseten de doğal olarak esnemedi, reformlara kendini açmadı, Anadolu-Mezopotamya halklarının zenginliğini tehdit saydı, tehlike saydı, üzerine Türklük asidini dökerek, tek millet, tek dil, tek bayrak, tek din yaratmak istediler. Böyle olunca işte 1945’lere kadar tek şef, ulu şef tek parti rejimi, 50’lerden sonra Demokrat Partiyle beraber -sağ parti olduğu için- baskılara yöneldiler. Onlara karşı ordunun yapmış olduğu 1960 darbesi var, o arada başka darbe girişimleri de var. 70’e geldiğimizde bir darbe daha var, 12 Mart muhtırası. 80’e geldik çok daha kapsamlı 12 Eylül faşist askeri darbesi ve bu darbe mekaniği günümüze kadar sürüyor. 28 Şubat darbe girişimleri var. İşte bazıları güya yargılandı, mahkemelik oldular.
Sizce bu darbeler süreci bitti mi?
Darbeler süreci bitmedi. Çünkü 1980 anayasası halen yürürlüktedir. 12 Eylül’ün bütün kurumları duruyor. Şimdi AKP üstüne oturdu. Devleti ele geçirdi adeta devletle iç içe geçti. Böylece; Kürdistan’da Ulusal Kurtuluş Mücadelesinin gelişmesiyle de beraber 87’ye kadar darbe yani sıkıyönetim, ondan sonra olağanüstü hal 2002’ye 2003’e kadar böyle devam etti. O zamandan günümüze kadar askeri sıkıyönetimler yada olağanüstü haller ilan edilmedi. Ama o yetkiler yerel yönetimlere devredildi. Zaten Kürdistan her zaman ayrı bir rejimle, ayrı bir yönetimle elde tutulmaya çalışılıyor.
ŞARK ISLAHAT PLANI DEVLETİN AMENTÜSÜ OLDU
Neden esneyemiyor peki?
Nedeni şu; işte 1926’daki Şark Islahat Planı, yani Kürtleri yok etme planı devletin amentüsü oldu, Kur’an-ı oldu, anayasası oldu. Bütün hükümetler bundan sapamadı, bunu bir kenara atmadı. Bu iflas etmiş, çağ dışı kalmış, Kürtlerin başına ve Türkiye’ye felaket getirmiş bu zincirlerden, bu zehirli düşünsel yapıdan kendimizi kurtaralım, artık Türk-Kürt yeni bir ilişki birliği yaratalım, 20. yy sonuna geldik, 21. yy’a geldik, çağımız yerelleşme, merkezi yetkileri halkla yerelle paylaşma, demokrasiyi geliştirme çağıdır. İletişim gelişti, sınırlar kalktı, işte globalizm diyorlar, dünyaya yeni nizam düzen vereceğiz diyorlar. Ama Türkiye, Kürtlerin kaderinde hiçbir gelişmeye izin vermiyor, hiçbir nizama evet demiyor.
Darbelere dönecek olursak, Türkiye’de ki bu darbe kliğini belki de en çok eleştiren partilerden biri de AKP-Erdoğan’dı. Hatta iktidara gelmeden önce de sürekli darbelerden yakınan, ‘bunları mahkemelerde yargılayacağız, 12 Eylül anayasasını değiştireceğiz’ diyen bir AKP vardı. Bugün baktığımızda 14 yıldır iktidarda olmalarına rağmen ne anayasa değiştirildi ne de bu darbe düzeni. Peki, bunu nasıl okumak gerekiyor, özellikle son yıllarda ki pratiğiyle birleştirirseniz?
Onu bu zihinsel şekillenme de aramak lazım. Yani bunlar cumhuriyetin çocuklarıdırlar. Kemalistler çok övünüyor ya ‘biz işte cumhuriyetin kuşaklarıyız, çocuklarıyız’ diye; Erdoğan’da bu cumhuriyetin çocuğu yani cumhuriyet sayesinde bütün bu olanaklara kavuştu. İtirazları, güya daha İslami kimliğin yeterince öne çıkmamasıydı. Kemalistler tarafından zamanında mağdur edilmişlerdi, devletten dışlanmışlardı. Bütün sorunları buydu. Darbeler edebiyatı yaptılar ama darbelerin şekillendirdiği Türkiye’yi değiştirmeye cesaret etmediler. Bunu kendilerine dert etmediler. Hep bu söylemlerini tekrara edip durdular. Kendine alan açmak darbelerden, faşizmden, sıkıyönetimlerden rahatsız olan dindarların, muhalif liberal çevrelerin, Kürtlerin desteğini almaya çalıştı. Çünkü bu çevrelerin desteğini almadan, AKP’nin sadece milli görüşçülere, milli selamet tabanına yada akıncılara dayanarak iktidar olması mümkün değildi. Ama AKP’nin genetik siyasetinde, genlerinde sokaktan gelme, devlete muhalefet etme, devletle çatışma, hapse girme, bedel ödeme yok. Yani tam bir tüccar kafasıyla devletin içinde palazlanarak, nimetlerinden yararlanarak bürokrasiden ekonomiye kadar yerleşti. Devlet sosyalizme karşı, sol muhalefete, Kürtlere karşı hep milli selamet çizgisinde bir sağ kanat yani İslami muhafazakâr kanat da açtı onlara, bu alanı açtı.
İKTİDARA GELMEK İÇİN HALKIN DİNİ DUYGULARINI KULLANDILAR
12 Eylül darbesinin Kenan Evren’in söylemi neydi ‘Türk-İslam sentezi’ işte bunun ürünü en iyi temsilcisi AKP-Erdoğan zihniyeti. Şimdi bunlar daha çok Türk-İslam sentezini ete kemiğe büründürdüler. Kenan Evren bunu tam yapamıyordu yada asker olarak egemen olduğu için daha kestirmece yaklaştı ama bunlar ise İslam’ı biraz daha kullanarak Devlet İslam’ını, iktidar İslam’ını, halkın dini duygularını, halkın adalet duygularını, uğradıkları haksızlıkları işte böyle propaganda aracı olarak kullanarak iktidara gelmek istediler, geldiler. Sovyetler yıkıldıktan sonra Ordu’da komünist pozisyonun zayıfladığını görünce eskisi gibi sık darbe yapmadı. Bu İslami kesimlerin önünü açtılar, önce iktidar olmalarından rahatsız oldular ama durduramadılar.
İKTİDARDAN DAHA ÇOK PAY ALMA ÇELİŞKİSİ
Diğer partiler neden alternatif olamadılar?
Çünkü CHP, Doğru Yol partisi diğer partiler Kürtlerle olan savaşta tüketilmişlerdi, pillerini bitirmişlerdi. Ne savaşı kazanabildiler ne demokratikleşebildiler ne Kürt sorununu çözebildiler. Haliyle çok ağır bir bunalım derinleşti ve AKP bunun üzerinden ortaya çıktı. Aslında AKP’nin varlık nedeni yani iktidara uzanma evresi tamamen Kürt sorununda rejimin ve düzen partilerinin tıkanmasından ötürüydü. Onun için demokrasi söylemini kullandılar. Avrupa Birliği’ne gireceğiz deyip Avrupa’nın desteğini almak istediler, ordudan korkuyorlardı. İşte ordu bize iktidarı vermez diyorlardı. 1996 28 Şubat muhtırası yediler. Ankara’da bayraklı mitingler oldu. AKP’ye Çankaya’yı vermemek, devleti tamamen teslim etmemek için ordu bazı girişimlerde bulundu. Ama aynı AKP kendi iktidarı için Kürtlere karşı İstanbul’da Ankara’da bayrak mitingleri yaptı. Zihniyet aynı, gelenek aynı sadece çelişkiler; aralarında kimin İktidardan daha çok pay alma çelişkisiydi.
TEKLİĞİN BAŞINA DA BİR TEK ŞEFİN OTURMASI LAZIM
Erdoğan demokratik bir gelenekten, demokratik bir muhalefetten gelmediği için iktidar gücü elinde toplandığı oranda AB’den uzaklaştı, Türkiye’deki liberal demokratik kesimlerden uzaklaştı. Kendi partisi içindeki demokratik eğilimden de uzaklaştı. Giderek daha despotik daha otoriter daha tek’çi üstelik bunu mitinglerde, meydanlar da artık sık sık duyar olduk. Türkeş gibi, eski Kemalistler gibi tek millet, tek bayrak, tek vatan yani her şey tekleşti yine. Tabi tekliğin başına da bir tek şefin oturması lazım; yani bu başkanlık hikâyesi, bu kadar kanlı seçimler, 7 Haziran seçimlerinin iptali 1 Kasım Darbesi hala devam ediyor.
AKP YÜZDE 49 OYU SAVAŞA YATIRDI
1 Kasım darbesi sonuçlanmadı. AKP iktidarı tek başına ele aldı ama savaşa yatırdığı için aldığı yüzde 49 oyu -tamamen Kürtlerle savaşa yatırdı- Türkiye’nin hiç bir temel sorununu çözmedi, el atmadı. Barış görüşmelerini, İmralı görüşmelerini tekmelediler, masayı devirdiler şimdi savaş batağına saplandılar. Savaşı kazanamadıkları için, orduyu da buna çekerek sağcı, ergenekoncu, Doğu Perinçekçi, kırmızı-yeşil bütün ergenekoncuları, kızıl elmacıları tek cephede topladı ve işte Erdoğan şu anda onların sembolü, öncüsü, sözcüsü durumunda. Başkanlıkla da Ortadoğu’da otoriter, faşist, diktatöryel ırkçı bir sistem kurmak istiyor. 1924’lerin cumhuriyetini yeniden realize etmek, restore etmek istiyor.
ERDOĞAN HİTLER MODELİNİ ESAS ALIYOR
Günümüzde Başkanlık sisteminin uygulandığı ülkelere baktığımızda oldukça demokratik yönetimler var. Erdoğan’ın bahsettiği Başkanlık yönetimi nasıl bir sistem, bunun arka planı nedir? Gerçekten demokratik bir sistem mi istiyor?
Yok, bu tipik Hitler yöntemi ile yönetime gelme biçimi. Erdoğan Hitler modelini esas alıyor. Zaten söyledi de, Erdoğan bunu bir yerde ağzından da kaçırdı. Kafasında tekçi, ulus-devlet Hitler örneği var. Çünkü şu anda başkanlık sisteminin en iyi uygulandığı ya da en çok bilineni ABD’dedir. ABD’de de adı üstünde Birleşik Devletler yani elli tane devlet vardı, birleştiler ama iç özerkliklerini, iç yönetim biçimlerini kaybetmediler.
Hukukları, yasaları bile farklı…
Evet, denge kuruldu. Başkan bir yanda koordinatör durumundadır. Amerika böyle ırkçı, faşist, tek ulusçu gelenekten gelmiyor. Tersine birçok devlet, Kuzey-Güney savaşı, ondan sonra birleşme, işte çift meclis, bütün valiler seçimle geliyor, nerdeyse bütün okul yönetimleri bile seçimle geliyor. Amerika’nın böyle bir geleneği var, tarihsel oluşumu farklıdır. İşte Fransa’da yarı-başkanlık var ama Fransa beşinci cumhuriyeti yaşıyor. Kendi içinde bir sürü reform yaptı. Radikal cumhuriyet geleneğinde çok reform oldu, çok değişime uğradı. Ve bugün Fransa’da yaşayan diğer halklar Korsikalardan tutalım hepsinin özerkliği var. Belediyelerin yetkileri son derece arttırılmış. Başkanlık, yarı-başkanlık öyle otoriter, diktatöryel bir şeye denk düşmüyor. Almanya mesela federal bir devlet, Bismarck 1871’de bir yerde kılıç zoruyla birleştirdi ama iç dokuyu böyle ulus-devlet yani Hitler’in daha sonra kurmak isteyeceği tarzda yapmadı ve hala öyledir. Almanya’nın on altı eyaleti var ve her eyaletin parlamentosu var, bayrağı var, kendi yerel yasaları var. Sağlığından, polis teşkilatına trafiğine kadar her şeyi kendileri organize ediyor. Bir de federal parlamentoları var, federal hükümetleri var yani böyle bir denge kurulmuş. Türkiye’de bu yok. AB’ye girmek isteyen Türkiye, en önemli, en kritik sözleşmeleri imzalamıyor. Mesela Çocuk Hakları Sözleşmesi gibi sözleşmeleri imzalamıyor çünkü Kürtler var Kürt çocuklarının anadilde eğitim görmesi lazım. İşte AB Yerel Yönetimler Özerklik şartını imzalamıyor. Çünkü Kürtler yararlanacak. AKP diyor ki ‘şerhin kaldırılmasını parlamentoya biz getirdik’ 2004 herhalde,’Cumhurbaşkanı Sezer kabul etmedi.’ Olabilir ama 7 senede Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı yaptı. O zaman bunu rahatlıkla getirip, geçirebilirlerdi. 14 yıldır AKP iktidarda bunu çözebilirlerdi yani.
2002 seçimleri öncesi; ‘iktidara gelir gelmez ilk işimiz yüzde 10 seçim barajını kaldırmak olacak’ dediler ama oda duruyor halen. AKP bu güne kadar demokratik alanın önünü açmak için ne gibi şeyler yaptı?
Evet, baraj hala duruyor. Çünkü kaldırmak işlerine gelmiyor. Ama kendi ihtiyaçları olan yasaların hepsini değiştirdiler, bütün kurumlarla kavga ettiler, kanlı bıçaklı oldular, YÖK’ten RTÜK’e kadar hepsini ele geçirdiler, Yüksek Hâkimler Kuruluna kadar. Ele geçirdikten sonra da demokrasi benim demokrasim bana göre demokrasi; muhalefete, halkların taleplerine, diğer azınlıkların taleplerine, haklarına, hukukuna bir saygı değer gösterilmedi. Dikkat edelim yıllardır Alevi çalıştayı yapıyorlar. Güya Alevi sorunlarını çözecekler ama bir türlü çözmediler. Kim engel? Cumhuriyet Halk Partisi engel değil muhalefet yapmıyor, Kürtler, HDP’de muhalefet yapmıyor, destek veriyorlar. AKP kendisi yapmıyor, çünkü zihniyeti uygun değil, onlara göre nasıl ki bütün halklar, azınlıklar Türk ulusu içinde eriyecek Türk olacaksa, bütün inançlarda Sünni devlet İslam’ı içinde eriyecekler, asimile olacaklar, bundan vazgeçmiyorlar. Şimdi bu kadar tekçiliği önüne koymuş, yekpare bir devlet zihniyeti nasıl çoğulculuğu, demokrasiyi kabul edecek, demokrasi demek çoğulculuk demektir. Klasik demokrasi de aşıldı, radikal demokrasi yani yetkinin merkezden daha çok yerellere devredilmesi halkın daha çok kendisini yönettiği, yönetimlere katıldığı durum. İşte bugün Kürdistan’da Özyönetimler istiyoruz dediler, şehir meclisleri kısmi kuruldu, henüz öyle devlet karşısında alternatif olmuş, otorite olmuş bir şey de yok, devleti yıkacağız, devleti istemiyoruz deme de yok. Ama ‘Ankara bizi kötü yönetiyor, çok merkezi yönetiyor, her şeyimize karışıyor, her şeyimizi yasaklıyor; barışla, demokrasi, diyalogla da sonuç alamıyoruz, o zaman biz kendi kendimizi yöneteceğiz’ dediler şimdi şehirler başlarına yıkılıyor.
Yasamanın, yürütmenin, yargının hepsinin kendisine bağlandığı bu başkanlık sistemi, biraz da Padişahlık, Hanlık, Hükümdarlık gibi mi oluyor?
Padişahlıkta da bu kadar değil, mesela Osmanlı padişahlarına bakalım; bütün yerel inançlar, dinler, kültürler kendilerini ifade edebiliyorlar. Devletin dili bile Türkçe değildi, Osmanlıcaydı karma bir dil yani. Her halk, her bölge kendi dilini serbestçe kullanabiliyordu. Kürtlerin medreseleri mesela, Kürt medreseleri çok meşhurdu. Büyük İslami âlimler, düşünürler, işte Êhmedê Xanê’den Meleyê Cizîrê’ye kadar, Said-i Kurdî’ye kadar hepsi buralardan yetişti. Ama cumhuriyetle beraber bu medreselerin hepsi bilerek yok edildi. Farklılıklara, halkların tarihini, köklerini, kültürlerini çağrıştıran, hatırlatan, yaşamına yol açan bütün damarları, bütün soluk borularını kestiler. Türklük içinde hepsini betonlaştırmak istediler, oraya çimento yaptılar. Anadolu-Mezopotamya üzerine Türkçülük asidi döktüler, bütün renkleri bütün güzellikleri kuruttular.
HER DEVLETİN BİR ORDUSU, TÜRK ORDUSUNUN BİR DEVLETİ VARDIR
Şimdi devletin kurduğu Türkçülüğün gerçek anlamda Türkmenlerle, Türklerle de alakası yok. Türklerin Türkmenlerin ne alakası var böyle bir Türkçülükle. Bu devlet Türkçülüğüdür, devlet yarattı. Hatta meşhur bir söz var;“Her devletin bir ordusu vardır” diye. Ama Türk ordusunun bir devleti vardır. Her devleti bir ulus kurar, bir halk kurar yada halklar kurar ama Türkiye’de ise devlet bir ulus yaratıyor, kuruyor. Devlet eliyle kurulmuş ırkçı, tekçi, sürekli pompalanan milliyetçilik; bütün halkların kültürel varlığını kurutan, bir birine düşman kılan, halkı devlet tarafından teslim alınmış gelenek yarattı. Düşünün dışarıdan gelen bir devlet, eğer Türkiye’yi işgal ederse cesaret edebilir mi ki, 12 Eylül generallerinin yaptığı gibi 600 bin insan gözaltına alınsın, işkence görsün. İşte 90’larda olduğu gibi Kürdistan’da 4 bin köy yakılsın, on binlerce insan faili meçhul cinayetlere gitsin, bu kadar kadına tecavüz edilsin, bu kadar insan işkenceyle hapishaneleri doldursun. İşgalciler bundan korkarlar, halkın üzerine böyle gidemezler. Kendi halkı üzerinde sınırsız bir işgalci güç uyguluyor, halkını esir almış, boyun eğdirmiş, devlete tutsak etmiş bir kültür var. 12 Mart generalleri ne diyordu; ‘sosyal uyanış, sosyal hareketlilik ekonomik gelişmeyi aştı.’ Toplumda bir hareketlenme vardı, demokrasi talepleri vardı, grevler, okul işgalleri, yürüyüş mitingler vardı. O zaman ordu müdahale etsin, hizaya çeksin sosyal gelişmeyi, hareketliliği; devletin, ordunun kabul ettiği askeri nizam içine çeksin.
TÜRKİYE’DE ARTIK GAZETELER GASP EDİLİYOR
Bu gelenek Türkiye’de çok belirgin, Erdoğan’ın bugünkü söylemine bakalım, daha düne kadar destek aldığı liberaller aydınlar Kürdistan’daki bu yıkılmış savaşı biraz eleştirince hepsini hain ilan etti. Kendisi gibi düşünmeyen herkesi hain ilan ediyor. Bütün basını ele geçirdi. Fettullahçılar ile ittifak yaptı bu bozulunca, gazetelerine kayyum gönderip el koydu. Türkiye tarihinde böyle bir şey yok. Cumhuriyet geleneği var, 12 Eylül darbeleri var, gazetelere sürekli brifing vermişler, sansür uygulamışlar, sahiplerini hizaya getirmişler ama mülkiyetlerine el koymamışlar, gazetenin kendisini gasp etmemişlerdi.
Bu neye işaret peki?
Bu demokrasiden, çözümden, reformlardan ne kadar uzak olunduğunu gösteriyor. Böyle bir ortamda, böyle bir mantalitede, böyle bir yönetim anlayışında bildiğimiz anlamda bir başkanlık, yarı-başkanlık çıkmaz. Şimdi Türkiye’de gerçekten 14 yılda AKP istediği her şeyi aldı, yaptı yani. Neyi yapamadı, her şeyi yaptı. 14 yıldır koalisyonsuz tek başına yönetiyor, bütün devleti kurumları ele geçirdi, bütün rantı yandaşlarıyla paylaştı, AB’ye de girebilirdi, her şeyi yapabilirdi. Türkiye’de çoğulculuk, parlamenter sistem hiç bir sorunun çözümü önünde engel değil. Tam tersine sorunlar daha rahat çözülebilirdi, eğer muhalefeti de kapsasaydı, kucaklasaydı demokratik reformlar yapılırdı. Ama AKP’nin Erdoğan’ın derdi o değil, böyle bir derdi yok. Bir de Amerika tarzı Avrupa tarzı o anlattığımız bir tartışma ortamı yok, bir demokrasi, bir başka projesi de yok. Mesela halka sundular mı ‘biz yerel yönetimleri güçlendireceğiz, gerekirse eyaletler sistemine geçeceğiz, parlamenter sistemde olmayan daha iyi dengeler kuracağız, kuvvetler ayrılıklarını netleştireceğiz, yasama yürütme yargıyı birbirinden ayıracağız’ gibi böyle bir şey yok. Erdoğan diyor ki bana ver gerisine karışma.
AKP’nin 14 yıllık bir iktidar gerçeği var dediniz, tek güç oldu, yatırımlar, ihaleler her şeyi tekelleştirdi. Peki, AKP-Erdoğan’ı bu noktaya nasıl geldi? Bu kadar savaşı derinleştirmesi, toplumsal çelişkileri derinleştirmesi, kutuplaştırmasının nedeni nedir?
Erdoğan düşeceğini, gideceğini gördü. Özellikle 7 Haziran seçimleriyle beraber, çünkü çok fazla suça bulaştılar. Şimdi Fettullahçıları içeri atıyorlar, o dönemin polis müdürlerini, istihbaratçılarını. Çünkü o dönem ortaktılar, onlar bunları izlediler, hepsini kameralara aldılar, hepsi belgeli, tüm bu yolsuzluklar, hırsızlıklar. Onun için Türkiye’de yine hiç olmadığı kadar bu davaları açan, takip eden hakimler, savcılar, emniyet mensupları hapishaneye atılıyor. Hakimlikten, savcılıktan atılıyor, yani böyle bir hukuk dışı hesaplaşma yaşanıyor. Bir de 7 Haziran’da seçim kaybedince, AKP dağılacaktı zaten, yani AKP bir koalisyon olarak kuruldu. Milli Selamete ordu müdahale edince Erdoğan ve diğerleri gördü ki bu devlet iktidarı Milli Selamete teslim etmez. Bunlar artık alelacele ayrıldılar. Biz dediler ‘milli gömleği üzerimizden attık’, millici gömleği kapitalizme, laik cumhuriyete layık, nizama uygun hale geldi. Böyle bir çıkış yaptılar. Doğru Yol zaten çökmüştü, ANAP dağılmıştı yada o noktaya gelmişti savaş nedeniyle. O siyasi boşluktan ötürü bunlar bir koalisyon gibi diğer partilerden de kişileri de katarak hızla iktidar oldular. Türkiye’yi de istediği gibi yönettiler, ordu da istediği gibi davranıp darbe yapamıyordu artık, Kürdistan’da savaş hepsini yıpratmıştı, Erdoğan bu açıdan Kürt sorununu da kabul etti. 2005’te Diyarbakır’da iddialı konuştu, ‘Kürt sorunu vardır, benim sorunumdur, Kürtler haksızlığa uğramış, çözeceğiz’ böylece Kürtlerin de desteğini alarak, batıdan liberallerin, aydınların hatta Avrupa’nın da alarak hükümete geldi ve ele geçirdi.
İKTİDAR SAHİPLERİNİ DE TESLİM ALIR
Ele geçirdikçe, güçlendikçe bu ittifaklara ihtiyacı kalmadı. Giderek egemenleşti, egemenlik öyledir yani iktidar sahiplerini de teslim alır. Diktatörler, egemenler suça çok bulaşırlar, yolsuzluğa çok bulaşırlar. Çünkü üzerinde bir toplumsal denetim mekanizması kalmıyor, onları kontrol edecek bir hukuk mekanizması kalmıyor. Şimdi bir suç şebekesine döndü AKP. O koalisyon dağılıyor aslında. 7 Haziran seçimleriyle görüldü bu, Erdoğan onun için müdahale etti. Seçimi iptal etti, seçime darbe yaptı ve savaş eşliğinde yaptı. Kürtlerle savaşmadan o şartlarla seçime gidemezdi zaten, güvenlik kaygısını öne çıkardı, seçim kampanyasını kanlı bir kampanyaya dönüştürdü. HDP mitingleri, büroları basıldı içinde bombalar patlatıldı. Yasal olarak seçime girmiş bir parti miting yapamaz hale geldi. CHP darbedir dediği halde tavır alamadı. CHP’nin de o zaafı var, Kılıçdaroğlu dedi ki Erdoğan darbe yapıyor ama tavır alamadı. Kriz daha fazla derinleşir, devlet daha fazla zora girer diye. Hâlbuki devlet zora girmezdi, devlet şu anda daha çok zorda. Daha çok insan ölüyor, daha çok savaş belasına bulaştı, daha çok Ortadoğu’da kirli ittifaklar içine girdi, klasik cumhuriyet bütün dengelerini aslında kaybetti.
Saray darbesi diye ifade ediliyor, özel harp dairesi deniyor, saraya bağlı bir gladio çetesinden bahsediliyor. Neden saray darbesi? Ve bunlar hayata geçmişse şayet kim yönetiyor bunları, nasıl yönetiliyor?
Çünkü darbe saraydan oldu, darbeler her zaman askeri çevreler tarafından yapılmaz.
Bu algıdan kaynaklı mı halkın bir kesimi bunu darbe olarak görmüyor?
Evet diyebiliriz ama askeriye de buna destek verdi bir noktadan sonra. Asker de korktu, cumhuriyet adeta dağılıyor diye, HDP 80 milletvekiliyle girdi parlamentoya. Bu gerçekten cumhuriyetin kuruluş rengini verdi, 1920’ler meclisinin rengi çıktı ortaya. O dönem işte Lazistan temsilcileri vardı, Kürdistan temsilcileri vardı, tüm inançlar bütün toplumlar orada temsil edildiler. Güçlü bir muhalefet vardı ama daha sonra bu renkler hepsi inkâr edildi, yok sayıldı. Fakat 7 Haziran seçimleriyle tüm ezilenler parlamentoya kendi kimlikleri ile girdi. Ezidiler, Rumlar, Ermeniler, Asuriler, Kürtler, Türkler, Türkiye’de ki sosyalistler güzel bir manzara ortaya çıktı ve AKP karşısında gerçek demokratik bir muhalefet, alternatif göründü. Bu durum akıl ebelerini yani işte Türkiye’nin derin devlet dediği ırkçı, askeri kanatların hepsini Erdoğan’ı destekler hale getirdi. Eğer alternatif güçlenirse bu Erdoğan’ın sonu olacaktı.
Kaçak Saray diyorlar, orada normal yasal sınırları içine çekilecekti. AKP çok müdahale edemezdi, AKP üzerinde ki hegemonyası kırılırdı. AKP’yi de bir arada tutacak bir yönetim de yoktu zaten, AKP’de gerçek anlamda bir yönetim hiç oluşmadı hep Erdoğan etrafında işler döndü. Giderek de daha çok tekleşti, tek kişi yönetimine dayandı. Mesela orda Kürtler var, hatta Erdoğan çok iyi oynuyor ‘işte benim şu kadar Kürdüm var’ diye ama Kürtlerin hiçbir hükmü yok hiçbir yetkisi yok sadece kullanılıyorlar. Vitrine koyup, Kürtleri el aleme gösteriyorlar ‘bak diyor benim piyonlarım da var.’ AKP’nin kurucuları içinde Mir Dengir Mehmet Fırat vardı. Bir toplantı da ‘Kürtlerin de hakları var’ yada istiyor, yarım ağızla söyledi Erdoğan susturdu, bastırdı onu. Mir Dengir AKP’de barınamaz hale geldi, istifa etmek zorunda kaldı ve orada en itibarlı, en etkin olabilecek kurucu bir Kürt’tü ama dıştalandı. İşte Kürtlerin hükmü bu kadar. Diğer hiç bir inanç sahibi, diğer bir sosyal kesim AKP’de bir denge kuramaz, konuşamaz, tartışamaz durumdaydı. Halbuki demokratik bir parti böyle olmaması lazım, aslında tek kişi etrafında yürütülen bu çerçevede bastırılan klasik, tipik faşist bir parti görünümü çıktı ortaya. İçinde farklı eğilimlerin olması bir şey ifade etmiyor.
KARARLAR ERDOĞAN’DAN ÇIKIYOR
7 Haziran seçimleri iptal edildi, AKP mi bu kararı aldı, yok. Suriye’de savaşa giriyoruz AKP’mi karar alıyor, yok, parlamentomu karar alıyor, yok. Kararlar Erdoğan’dan çıkıyor. Artık bürokraside etrafında ördüğü ilişkilerle bütün özel harp dairesi ona bağlı. Eskiden özel harp dairesi biraz da NATO, Amerika örgütlemesiydi ama Sovyetlerin yıkılmasından sonra Avrupa ülkeleri büyük oranda tasfiye ettiler. Ama Türkiye; Kürtlerle, PKK’yle savaştığı için daha da güçlendirdi. İşte seferberlik tetkik kurulu daha sonra özel harp dairesi oldu daha sonra özel kuvvetler komutanlığı oldu şimdi saray gladiosu olarak niteleniyor, özel jandarma, özel polis, büyük geniş gizli bütçeler, cumhurbaşkanlığının yasal olarak öyle bir hakkı yok ödenekler gibi ve bunların hepsi bir elden koordine ediliyor. Şöyle düşünüyorlar; ‘kurumlar normal işleyişinde olursa, yasama, yürütme, basın özgürlüğü olursa biz Kürtlerle böyle savaşamayız’ çünkü savaşa karar vermişlerdi. O zaman tüm yetkilerin, bütün kurumların hepsinin tek elden yürütülmesi lazım.
AKP parti olarak bu işi götüremez miydi? Niye tek elden yürütülmeli?
Çünkü Erdoğan AKP’ye güvenmiyor, AKP’de böyle bir birlik, irade de görmüyor. O zaman saraydan yönetecek. Saray gladiosu denmesi boşuna değil. Bakın şuradan iyi görebiliyoruz, mesela Cizre’de insanlar bodrumlarda yaralı, sıkıştırılmış, kuşatılmış halde günlerce haftalarca imdat dediler. Aileleri gitti, kadınlar beyaz bayrakla gittiler, tüm savaşlarda beyaz bayrak kaldırıldı mı silahlar susar. Kürt geleneğinde bu böyledir. Türklerle Kürtler arasında bu kadar gaddarlık, kindarlık yoktu. Bakanlar da araya girdi, milletvekilleri de araya girdi, basında canlı yayın verildi, Kerbela’yla bir kıyaslayalım; Kerbela’da Hz. Hüseyin kuşatıldı ama bu kadar televizyonlar, canlı yayınlar, yardım talepleri yoktu bir köşede sıkıştırdılar, imha ettiler. Ama Cizre’de bütün dünyanın gözleri önünde, bütün Türkiye’de Türklerin, Kürtlerin gözleri önünde zalimce, acımasızca öldürdüler, diri diri yaktılar bu insanları. Bunun sorumluluğunu hiç bir bakan, hiç bir bürokrat göze alamaz, mümkün değil. Yerel kaymakam yada valilikler yada yerel komutanlar bu kadar ağır bir sorumluluğu sırtlayamaz, bunu direkt Erdoğan yaptı.
SARAY GLADİO ÇETESİ DEVREDE
Kürtlerin beyninin patlatılmasını, imha edilmesini, taviz verilmemesini, iradesinin kırılmasını Erdoğan karar verdi. Orduyu, tankları şehirlere Erdoğan sokturdu. Orduda bu sorumluluğu almadı önce. İşte bu açıdan saray darbesi, gladio, kirli harbin devreye sokulması diyoruz. Türkiye Kürtlerle normal bir savaş yürütmüyor, savaşın kurallarına uymuyor. Savaşlarda yaralılar için, ölülerin kaldırılması için karşılıklı ateşkes ilan edilir, birbirlerinin yaralılarına, ölülerine saygı gösterirler. Erdoğan ise ‘ben PKK’lilerin, Kürtlerin mezarlarını yerle yeksan ederim’ dedi, televizyonlarda herkesin gözü önünde söyledi. Ve bütün mezarlıklar bombalandı ve bunu başardıklarını, söylediğini yaptığını övünerek anlattı. Bu bin yıllık Türk-Kürt ortak yaşamı yada müslüman kardeşliği yada ortak halk kültürüne nerden uyuyor! Ne alakası var! Türklerle Kürtler arasında ki hangi savaş geleneğine denk düşüyor bu. Yok öyle bir şey. Tamamen kirli, tamamen özel harp esaslarına uygun. Özel harp esasları nedir; normal klasik yasalara, hukuka uymaz, tüm kirli yöntemleri kullanır, bütün yalan propaganda ve ajitasyonu yapar, psikolojik harbi kapsar. Özel harp dememizin nedeni bu bildiğimiz normal savaş kurallarına uymaz. Gizli saklı, açık her şeyi yapar, her türlü yalanı söyler, özel harbi biraz böyle bilmek lazım.
Cizre’deki bodrumda mahsur kalan yaralılar için defalarca AİHM’e başvuru yapıldı ya yanıt alınmadı yada çoğunlukla reddedildi. Bunu neye bağlıyorsunuz? Ortadoğu’da da giderek güçlenen örgütlü bir Kürt realitesi var. Bu sessizlik bir yerde de Kürtlerin gücünü sınırlama, bir nevi kontrol mekanizması altında tutma isteminden midir?
Dünya’da hakkın, adaletin, hukukun, uygulandığını, egemen olduğunu kim söylüyor! Öyle bir şey yok. Dünyada çıkarlar ve güç, kuralları ve yasaları belirliyor. Devletlerin temsilcileri, diplomatları soğukkanlı bir şekilde, seçilmiş sözlerle televizyonların önüne çıkar ve hepsi çok güzel konuşurlar ama kendi aralarında, kapalı kapılar ardında her türlü kirli pazarlığı yaparlar. Her çeşit silahı birbirlerine satarlar. Her türlü tavizi yada ittifakı birbirlerine bağlarlar, verirler-alırlar. Şimdi bu masada Kürtler yok sorun burada. Birinci dünya savaşında Kürtler dörde bölündü, parçalandı. Bu statü sürdü, ikinci dünya savaşında değişmedi sürdü. Türkiye NATO’ya girdi –Sovyetlerin korkusundan Batı’nın da buna ihtiyacı vardı- Türkleri ileri karakol olarak, Ortadoğu’da koçbaşı olarak aldılar kullandılar. Kürtler üzerindeki bu ırkçı, soykırımcı, kültürel olarak da uzun vadede yok edici Türk egemen politikalarına onay verdiler, Türkiye bunu yeni yapmıyor yani. Kürtler şimdi biraz piyasaya çıktı, tarih sahnesinde boy göstermeye başladı yani buna itiraz etti. Dedik ya bu ülke, bu memleket bu kadar sahipsiz değil, Türk ırkçılığını, yalanlarını herkesin kabul etmesi Tanrı emri değil ve itiraz ediyorum dedi Kürt halkı. İtiraz edince mahallenin düzeni bozuldu adeta. Mahallenin kabadayısı Ankara’ydı, Ankara sopayı, kılıcı çekti ama gücü yetmedi. Bu defa abilerine gitti, NATO’ya, Amerika’ya, İsrail’e gitti. Hepsinden yardım istedi, yalvardı şimdi de yalvarmaya devam ediyor. Diyor ‘ben sizin müttefikinizim, ben sizden silah alıyorum, ben işte NATO’dayım, ben işte çıkarlarınızın Ortadoğu’da ki savunucusuyum, bu Kürtler rahat durmuyorlar, ben tek başıma bunlarla baş edemiyorum, dünyanın en büyük tehlikesidir, terör dünyanın en büyük suçudur’ diyor ama Kürtlere uyguladığı soykırıma hiç dikkat çekmiyor.
KÜRTLER GÜÇ OLMADIKÇA AVRUPALILAR ‘MERHAMETE’ GELMEZ
90 yıldır Kürtler inkâr edilmiş, defalarca katliama uğramış buna karşın Avrupa, Batı ağzını açınca ne diyor ‘Türkiye devletinin PKK terörüne karşı kendini savunma hakkı vardır, meşru savunma hakkı vardır.’ Peki, PKK’nin Kürtlerin hiç mi kendini savunma hakkı yoktur, PKK’liler uzaydan mı geldi. Bu Kürtler ecinniler gibi yeraltından mı çıktı! Bu toprakların sahibi değiller mi, onların yaşama hakkı yok mu! Niye Kürtlere de kendini savunma hakkı tanınmıyor. İşte dünyada kurulan bu adaletsizlik, bu dengesizlik bir Tanrı kanunuymuş, emriymiş gibi yürüyor. Bunun kırılması gerekiyor, bu ancak direnişle olur, güçle olur. Kürtler güç olamadıkça, bu kendisi için biçilmiş kefeni yırtmadıkça, kesinlikle Avrupalılar, Amerikalılar merhamete gelmezler. Demokrasi aşkına, özgürlükler aşkına, hak-hukuk aşkına kesinlikle Türklerle aralarını bozmaz ve çıkarlarına zarar vermezler. Mahkemeler de bunun bir devamıdır, kurumlar da bunun bir devamıdır. İşte savaş kızışınca Türkiye sıkışınca Avrupalılar bazen eleştiriyor. İşte ilk başta da 24 Temmuz’dan sonra ne dediler; ‘aşırı güç kullanmayın, dengesiz güç kullanmayın sonra işte barış masasına dönün, daha önce masa kurmuştunuz.’ Ama şimdi Cizre yanıyor, Sur yanıyor tanklar şehirlere girdi, siviller öldürülüyor, ses çıkarmıyorlar. Türkiye aslında onları oyuna da getiriyor...
Mülteci meselesi de şantaj aracı olarak kullanılmıyor mu?
Kesinlikle mültecilerle şantaj yapıyor. Suriye’de Amerika, koalisyon güçleri, herkes dedi ki ‘DAİŞ çok tehlikelidir, hepimizi öldürüyor, bombalıyor önce bu belayı defedelim, buna karşı birleşelim, öncelik bu olsun.’ Ama Türkiye kesinlikle sabote ediyor, önceliği Kürtlere vermiş, ‘PYD ve PKK’yi ezelim bunlar teröristtir, bunlar dünya için tehlikelidir, bunlarla DAİŞ arasında fark yok, bunlar Türkiye’nin sınırlarında güç olamazlar, Türkiye’nin birliği tehlikede’ diyerek Türk ırkçılığına bütün dünyayı ortak etmek istiyor. Sınırında DAİŞ, El-Nusra vb. türevleri komşuyken tehlike değildi, Kürtler olunca niye tehlike oluyor. Ama burada Türklerin onlarla kurduğu ittifaklar, kirli pazarlıklar, silah alışverişleri diğer ilişkiler, Kürtleri her zaman kolay harcanacak, ucuz kart haline getirdi. Ortadoğu’ya ilk müdahalelerinde işte ne oldu Başkan APO’yu alıp Türkiye’ye verdiler, Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek için. Çünkü Kürtlerin devleti yoktu, Kürtler onlardan hesap soramazdı uluslararası platformlarda, en kolay av yine Kürtlerdi. Komployla Başkan’ı alıp Türkiye’ye verdiler, Türkiye yine çözme yeteneği göstermedi. Türkiye’ye büyük bir inisiyatif, avantaj sağladılar ama Türkiye inkarcılık gözünü kör ettiği için, aklını ve yüreğini de kararttığı için yine geldi savaşa saplandı. Bölgedeki dünyadaki gelişmeleri izlemek, ona göre esnemek, açılım yapmak, Kürtlerle yeni birlikler ittifaklar kurmak yerine düşmanlık kurdu.
KÜRTLERE OLAN DÜŞMANLIĞI EN PESPAYE, EN İĞRENÇ BİÇİMDE DIŞA KUSUYOR
Düşmanlık kurunca, Erdoğan tükürdüğünü yaladı, Yahudileri saraya getirip davet etti, masada ağırladı. Merkel’e yalvarıyorlar, Obama’ya her gün herkese yalvarıyorlar. ‘PYD’ye karşı PKK’ye karşı bana destek verin’ diye. Sen Yahudilere, Ruslara, Rumlara; halkının beynini tarihsel düşmanlarımdır diyerek yıkadığın bu kesimlere yalvarıp, bunların ayağına gideceğine ‘bin yıldır beraber yaşadık, bu devleti beraber kurduk’ dediğin Kürtlere niye gitmiyorsun. Niye onlarla görüşmekten kaçınıyorsun, Kürt milletvekillerini bile Ankara’dan kovuyorsun. Bir başçavuşa, bir polise talimat veriyorsun ‘O milletvekillerini itibarsızlaştırın, onlarla görüşmeyin’ diye, diğer yandan da ‘halk beni seçimle getirmiş, halkın iradesine saygım var’ diyorsun. Kürtlerde halk, onlarda kendi vekillerini seçtiler niye hiç saygı göstermiyorsun. Onları etkisizleştirmiş, ortada adeta polis-asker arasında futbol topuna çevirmişler. Aşağılıyorlar, gazlıyorlar, kurşunluyorlar bu gidişle de çoğunu ya hapishaneye atacaklar yada öldürecekler. Bu kadar dengesiz bir ilişki var içerde ve dışarıda. Türkiye tarihinin en aşağılık dönemini yaşıyor, Kürtlere olan düşmanlığını en pespaye, en yaygın, en iğrenç en gizlenemez biçimde dışa kusuyor. 1920’lerde 25’lerde katliamlarda bu kadar değildi, o dönemin basını böyle değildi yine de bir seviye vardı. Bunlarda hiç yok, seviye meviye kalmamış.
Özyönetim mücadelesi, tarihte hiç olmadığı kadar büyük bir direnişle devam ediyor. Büyük bedeller veriliyor, yaralılar hedef alınıyor, bodrum katlarında insanlar canlı canlı üzerlerine benzin dökülerek çok vahşice katlediliyorlar. Anneler, çocuklar daha doğmamış bebekler vuruluyor, kadınların elbiseleri çıkartılarak teşhir ediliyor, cenazeler yerlerde sürükleniyor, çürümeye bırakılıyor, çocuklar ölen annelerini alamadıklarından, sokak ortasında kalan cenazeyi köpekler yemesin diye 20 metreden taşlarla korumaya çalışıyorlar. Bütün bu vahşiliklere rağmen halk özyönetimde ısrar ediyor. Peki, bundan sonra bu özyönetim mücadelesi nasıl şekillenecek?
Tabi bu cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar Kürtlerin; ırkçılığa, onları tarihten silme operasyonlarına, şark ıslahat planlarına karşı en kapsamlı direnişidir, ayaklanmasıdır. Şimdi Türkiye yöneticilerinin bir şark ıslahat planı yapıp, Kürtleri nasıl Türkleştirecek, nüfusuyla nasıl oynayacak, nereye ne kadar Türk yerleştirecek, Kürtlerin ne kadarını öldürecek, ne kadarını sürecek, nasıl asimile edecek. Bütün bunlara ne hakkı var, kim onlara bu hakkı veriyor! Burada büyük bir zorbalık var, büyük bir insanlık dışılık var egemenlik bile böyle olmaz. Erdoğan ne diyor ‘bin yıllık davamızdır, bu toprakların sahibi olacağız, egemenlik kuracağız’ hadi egemenlik kur da diğerine de bir yaşam hakkı tanı, niye bu kadar yok etmek istiyorsun. İnsan egemenliğine aldığını, bu kadar siler, yok eder mi? Bütün gururunu, onurunu, duygularını, taleplerini, hayallerini yok sayar mı bu kadar ezer, çiğner mi! Onada bir yaşam alanı aç, yok. Dolayısıyla Kürtler özyönetimlerle yaşam alanı kendine açıyor, yaşam talebini duyuruyor. Kürtler ayrı devlet kurmak istiyordu eskiden, işte ulus-devlet, bağımsız Kürdistan ama dünyadaki gelişmeler, demokrasinin eğilimi, dünyanın zaman ruhuna dayanarak bir devlet yerine, demokratik-ulus inşa etmeyi doğru gördü. Zaman açısından böyle inandı, uygun gördü ama kendi taleplerinden, hak-hukuk taleplerinden vazgeçmedi.
KÜRTLERİN BİR YÖNETİM MODELİ OLMALI
Evet, biz Kürdistanlı bir halkız, Kürdistan bizim coğrafyamız, bizim topraklarımız ama biz Türk devletini illa yeneceğiz, ordusunu dağıtacağız, buradan zorla çıkaracağız diye bir projeleri yok artık. Devlette bizi tanısın, bizim varlığımıza saygı göstersin, biz de devlete saygı gösterelim. Ama devlet bu kadar her şeye el atmasın. Kürdistan’a gelecek bir öğretmeni, bir trafik polisini bile Ankara belirliyor. Bu böyle olur mu? Kürtler bir ilkokul bile kendine açamıyor, hiç bir ihtiyacı hakkında söz sahibi değil, yasalarda varlığı yok, sıfır. Bunu nasıl götürecek, talep etti olmadı, masa kurdu olmadı, ateşkes yaptı olmadı. Bütün yasal demokratik yöntemleri önerdi denedi, yürüyüş yapıyor, miting yapıyor, sonuç alamıyor. Üstüne bomba yağıyor, gaz yağıyor, kurşun yağıyor şimdi tanklarla da top yağıyor, şehirlerini de yıkıyorlar. Doğal olarak Kürtlerin, eğer bir halk olarak var olacaksa, bir yaşam iddiası olacaksa o zaman kendisinin bir yönetim modeli de olmalı. İşte savunduğu yönetimde gerçekten demokratik ve sadece Kürtlere özgü de değil bütün Türkiye’yi demokratikleştirecek, Türkiye’de ki bütün azınlıklara, emekçilere, muhalif güçlere, tüm bölgelerine de huzur getirecek, barış içinde, çoğulculuk içinde bir arada yaşamasını sağlayacak, demokratik özerklik, demokratik özyönetim öneriyor. Coğrafi esasa göre de değil, sadece Kürdistan coğrafyasında tek kuracağız demiyor, bütün Türkiye için bunu öngörüyor. Bundan daha demokratik talep olmaz, buna karşı çıkmak için insanın aklını oynatmış olması lazım, bir de ırkçılığın, faşizmin insanın gözünü kör etmesi lazım.
KÜRTLER ASLA BU FAŞİZME VE IRKÇILIĞA TESLİM OLMAYACAK
Türkiye bu projenin demokratik olduğunu biliyor, bunlar devletle daha önce de konuşulmuş, bunlar daha önce basına yansımış. PKK’nin kongrelerinde, KCK’nin kongrelerinde bunlar kamuoyuna yansımış. Ama Türkiye bilerek, büyük yaygara yaparak, sanki Türkiye bölünüyor, Türkiye büyük bir tehlike altındaymış gibi yansıtıyor. Asıl derdi Kürtleri tekrardan inkâr ettirmek, bastırmak, ezmek, bu taleplerini, bu kazanımlarını hepsini söndürmek, direnişini ezmek, iradesini kırmak istiyor. Kürtler de bunu kabul etmeyecek.
Erdoğan Kürt halkının direnişine mi çarptı?
Evet, Kürtler eğer insansa, bu toprakların halkıysa, bu topraklar üzerinde bir gelecek kurmak istiyorsa asla bu faşizme ve ırkçılığa teslim olmadı, olmayacak. Bedel ödedi bundan sonra da öder ama bundan sonra tek taraflı ödemez, karşıya da bir fatura çıkacaktır. Ya insan olana, insani olana gelecekler yada yarattığı tahribatta, döktükleri kanda kendileri boğulacaklar. Kürtler bundan sonra ırkçılığı, tarihten silinmeyi, asimilasyonu kabul etmeyecektir.