Mezar(!) cezaevleri ‘çözüm’ün neresinde?
Mezar(!) cezaevleri ‘çözüm’ün neresinde?
Mezar(!) cezaevleri ‘çözüm’ün neresinde?
Yakın tarihinde olmadığı kadar çok özel bir dönemi yaşayan Türkiye cezaevlerinde özellikle hasta tutuklu ve hükümlüler tam anlamıyla kötü muamele ve işkenceyle yaşam hakkına saldırıyla karşı karşıya. AİHM’in cezaevinde yaşamını yitiren kanser hastası Gülay Çetin davasında geçtiğimiz ay Türkiye’yi “insanlık dışı ve aşağılayıcı muameleden” mahkum etmesine rağmen AKP iktidarının cezaevleri politikası katmerleşerek sürüyor. Evrensel insan hakları ilkelerine sırtını dönen Türkiye, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Kanunu’nun 16. maddesinde yer alan “mahkumun hayatı için kesin bir tehlike teşkil ediyorsa cezasının infazı iyileşinceye kadar geri bırakılır” ilkesini bile uygulamadığı cezaevlerinde tam bir hukuksuzluk ve keyfiyetçilik potasında eritilen insanlar bir bir yaşamlarından oluyor.
Yüzlerce hasta tutsağın doğal bir hak olan sağlık hizmetinden yararlandırılmadan ölüme terk edildiği ve peş peşe tabutların çıktığı cezaevlerinde yaşananların dehşetine bulanan bugünlerde “çözüm” diyenlere, çığlık çığlığa samimiyet çağrısı yapılıyor. Bu alanda uzun yıllardır çalışma yapan, veriler hazırlayan, ulusal ve uluslararası kamuoyunda duyarlılık yaratan kurumlardan biri olan Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) Genel Sekreteri Metin Bakkalcı, cezaevlerindeki güncel durum, tutuklu ve hükümlülerin sağlık hakkı ihlallerinde yaşananları, Adli Tıp Kurumu’nun tavrı/tutumu ve AKP’nin “çözüm” diye adlandırdığı sürecin en can alıcı parametrelerden biri olan cezaevleri meselesine ilişkin sorularımızı yanıtladı.
* Öncelikle cezaevlerindeki genel durum perspektifinden yaklaşacak olursak, bunun güncel hali nedir?
Birincisi bugün Türkiye’de cezaevi deneyimi gerçek anlamda milyonların kendi gündelik hayatında doğrudan yaşadığı, tanık olduğu bir trajediye dönüşmüş durumdadır. 2005 yılında cezaevlerinde yaklaşık 55 bin tutuklu ve hükümlü vardı. Bugün itibariyle bu rakam Adalet Bakanlığı verilerine göre yaklaşık 130 bin civarında. Türkiye yakın tarihinde, bu kısa süre içinde cezaevindeki nüfusun iki buçuğa katlandığı bir dönem yaşanmadı. Çok özel bir dönemi yaşıyoruz 2005’ten şu andaki Mayıs ayına kadar geçen sürede. Pek çok açıdan tartışılması gereken bir şey. Daha korkuncu Adalet bakanını, geçen aylarda basınla söyleşisinde yeni yapılacak cezaevleriyle kapasitenin 5 yıl içinde 250 bine ulaşacağını ön görüyor. İnanılmaz bir tahayyül. Yani böyle bir dönem yaşanmadı, dahası resmi otoritelerin öngörüleri bunun daha da deyim yerindeyse vahşileşerek süreceği yönünde. Nasıl oluyor da bir siyasi iktidar gelecek öngörüsünde cezaevi kapasitesinin bu denli artışıyla övünen bir noktaya geliyor? Gerçek anlamda bugünkü toplum vicdanını yaralayan bir duruma dönüşmüştür.
Bu soğuk rakamlar sabit rakamlar değil. Adalet bakanının bir başka demecinde tutuklulara ilişkin yüzde 70’inin bir yıl içinde salındığının söylüyor. Demek ki o rakama çıkarken her yıl tutukluların yüzde 70’i de değişiyor. Bir sirkülasyon var. O yüzden bugün sadece doğrudan bir tür toplumsal muhalefet fonksiyonlarını yerine getiren başta Kürt hareketi olmak üzere toplumun geniş kesimine sirayet eden bir hadise. Gayri insani yaklaşım cezaevlerinde insan hakları ihlallerine de yol açmış oluyor. Şunu peşinen söylemek gerekir. Cezaevi bir tür kapatılmadır. İnsanları bir yere kapatıyorsunuz. Toplumun huzuru ve güveni için onlara yetki veriyoruz. Dolayısıyla bizden de kaynaklanıyor bu. İnsanları bizim huzurumuz ve güvenliğimiz için kapatabilirsin diyoruz. Kapatma zaten bir ceza. Bunu verirken o yetkililere sen kapatırsın ama diğer insan haklarını güvence altına alacaksın sorumluluğunu da veriyoruz. Her tür kişi güvenliğine, gelişimine yönelik bir eylem insan hakları ihlalidir. Kendini özgürce ifade edebilme imkanları olmalıdır. Eğitimleri ve sağlık hakları devlet tarafından güvence altına alınmalı. Çünkü o merci kapatmıştır onu. Kapatma hali başlı başına zaten “ötekileştirme” ile insan değilmişçesine yapılan muameleyi getiriyor. Devlet güvence altına alması gerekirken aksiyle karşılaşıyoruz.
İZOLASYON SALT RUHSAL YAPIYI ETKİLEMEZ
Başta izolasyona dayalı, sadece F tipleri değil, cezaevlerinin yerleri bile yerleşim yerlerinden ötede bir yerde. Bir tür kapatılmış büyük kampuslar, o mimariler bile renkleriyle izolasyonu esas alıyor. Ses çıkmaması, insanlar arasındaki iletişimi koparma doğrudan sağlığa zararı vardır. Cezaevinde bugünkü uygulama sağlığa doğrudan zarar veren bir uygulamadır. Ruhsal bir mesele değildir izolasyon. Yapılan çalışmalar ortaya koymaktadır ki; izolasyon ruhsal hayatı yaraladığı gibi aynı zamanda çeşitli mekanizmalar aracılığıyla vücuttaki bağışıklık başta olmak üzere tüm fonksiyonları olumsuz etkilemektedir. Bunun bir başka anlamı da bu uygulamalar sonucunda insanların doğal olarak hastalıklara karşı mücadelesi de zayıflamaktadır. İzolasyon başta beslenme, koruyucu sağlık hizmetleri gibi sağlığa zarar verici şekilde uygulanması sonucunda cezaevine konulma hali zaten doğrudan sağlığa zarar verici, çeşitli hastalıkların önünü açan ortama dönmüş durumdadır. Bu ortamda sağlık hakkı, koruyucu sağlık hakkının yeterince organize olamaması cezaevindeki mevcut yapının ve ilişkilerin doğrudan sağlığa zarar verici olmanın ötesinde sağlık hakkına ulaşımında da büyük bir problemdir.
Uluslararası belgeler bu meselede tutukluların cezaevi dışındaki insanlarla eşit olmasını öngörmektedir. Bir insanın bırakalım sağlık hakkına erişimini koruyucu sağlık meselesini, acil anlarda ya da birinci basamak dediğimiz ilk başvuru anında diğer ikinci ve üçüncü yataklı tedavi meselesine uzanan bu sevk zinciri, bu sevk zincirinin işleyiş biçimi her aşaması olağanüstü büyük problemler doğuruyor. Cezaevine özgülenmiş bir sağlık organizasyonu yok.
‘YAŞAMA KASTETMEKTİR BU UYGULAMALAR’
* Sevkler meselesinde bir kentten başka bir kente ya da hastaneye götürülen hasta tutuklular, ring denilen araçla götürülüyor. Bu ayrı bir sorun. Geçmişte yaşanan örnekler oldu. Ringlerde yanan insanlar hayatlarını elim bir şekilde yitirdi. Tutuklu insanın sağlığını ruhsal ve bedensel olarak olumsuz yönde etkileyen bir anlamda işkence uygulaması var. Bu noktada hastanelerdeki mahkum odalarına gelmeden öncelikle sevk anında bu yaşananları değerlendirelim.
Birincisi kapatarak cezalandırdığınız insanlar öncelikle sağlık açısından korunması gereken insanlardır. Gündelik hayatta söylediğimiz gibi pozitif ayrımcılık yapılmalı. Çünkü onlar büyük bir risk altında. İkincisi hele hele şu yada bu nedenle bir hastalığa sahip olan insanlar bir kat daha öncelikli korunmalı. Oysa uluslararası çalışmalar göstermiştir ki bir mutabakat var. Öncelikli korunması gereken insanlarsa sözünü ettiğiniz gibi sevk zincirinde olduğu gibi Türkçede bunun adı yaşama kastetmektir. AİHM bu yılın Şubat ayında Türkiye’yle ilgili bir karar aldı ve o kararda tekrar etti. Türkiye’yi bu vakada işkenceden mahkum etti. Uluslararası tüm dokümanlar kişi için öngördüğü devlet tarafından sağlığı korunmalı. Benzin yok, personel yok mazereti varsa o kapatma işlemini yapmayacak. Bu uygulamalar sağlığa zarar verdiği için de AİHM tarafından da doğrudan işkenceyle ilgili maddesinden mahkum edilmesi söz konusu. Konu çok açık. Korunması gereken insanlara mazeret getirmeden yapılmalı. Bugün Diyarbakırlı bir insan neden Tekirdağ cezaevine konuyor, sorusu kritik bir soru. Pozantı cezaevindeki küçük çocuklar kamuoyuna yansıdıktan sonra onlarla ilgili etkin soruşturma yürütme bir yana anne ve babalarının yanından uzaklaştırıp Sincan’a getirdiler. Nasıl oluyor da onu toprağından, ailesinden kopartıp ülkenin başka bir ucuna gönderiyorsun? Bir hastalık olunca da tersten bir sevk yapıyorsun. Sistem bu insanları insan mı yoksa insan ötesi bir canlı olarak mı ele alıyor? İnsan olarak ele alıyorsa zaten çözüm basit. Diğer vatandaşlar hangi düzeyde ulaşıyorsa sağlık hizmetine bu insanlar da o şekilde ulaşacak. İçerideki insan için masrafını karşılamak şeklinde olabilir en fazla. Tutuklu insanın nerede tedavi olacağını seçme hakkı da var.
Bu gayri insani yaklaşımın sonucu olarak çeşitli sürgünler var. Hangi hakla gönderiyorsunuz? Nedir bu? Herhangi bir sağlık sorunu karşısında gayri insani ortamlarda doğrudan yaşam hakkına saldırı anlamına gelir. Bunların her birinin yargılanması gerekir. Bunun ötesinde bu insanların yaşamını kurtarmak ve korumak asli mesele olmalı. Sevk meselesi ilk adımdan itibaren, zaten rahatsızlığı duyurmak ve ilk müdahale bir problem. Bir sevkin düzenlenmesi başka bir problem. Sevk edildiği yerde tıbbi müdahalenin yapılması başka bir problem. Doğrudan işkence ve kötü muamele, yaşam hakkına doğrudan saldırı olarak ele alınacak gayri insani bir yaklaşımdır bunun özeti. Burada da rastlantı olmayan zihniyetin yol açtığı, belki de tasarlanmış diyebileceğimiz bir sistemdir.
‘HASTANELERDEKİ KOŞULLAR TAM BİR İŞKENCE’
* Hastanelerdeki mahkum odalarının koşullarına gelelim. Hasta tutuklular çeşitli kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre hastaneye “tedavi” olmaya gitmek istemiyor. Oradaki sağlıksız, hastalığı gerek bedensel gerek ruhsal olarak daha da artırıcı hijyenik olmayan koşullara ilişkin sağlık örgütlerinin hazırladığı raporlar da var. Zincirin bu halkasında dikkat çekeceğiniz hususlar nelerdir?
Avrupa Konseyi (AK) İşkenceyi Önleme Komitesi’nin 2010 yılında cezaevlerine ilişkin standartları var. Çok açıktır. Dünya Sağlık Örgütü’nün cezaevlerine ilişkin 2007’de çok geniş çalışması var. Türkiye’deki çalışmaların yanı sıra. Konu çok açıktır. AK’nin Türkiye’de imzaladığı, Türkiye de üyesi olduğu için söylüyorum cezaevi kuralları var. 2005’te revize ettiler. Biz de katıldık bu revize çalışmasına. Cezaevindeki insanların her düzeydeki sağlık hakkı nasıl korunup, nasıl geliştireceği meselesi var. Hiçbir mazeret bunun önüne geçemez. Herhangi bir mazeret tamamen ve doğrudan yaşam hakkına dönük AİHM’in de verdiği karar üzere işkencedir. Doğrudan sağlık hakkının ortadan kaldırılması anlamına gelir. Türkiye’de ne yazık ki her ne kadar 30 Nisan 2009’da Adalet Bakanlığı’ndan Sağlık Bakanlığı’na devredilmişse de hazırlanan protokol gereği. Birinci basamakta 5 binin üzerindeki kampuslarda düzenlemeler yolunda adımlar atıldı. Bin ile 5 bin arasında hastaya bir aile hekimi görevlendirilmişse de, binin altındaki yerlerde gezici sağlık ekibi oluşturulması protokolde ön görülmüşse de bir hekim atamayla çözülecek bir sorun değil. Sevk ihtiyacı doğduğunda öncelikli korunması gereken insanlara yaklaşım belli. Oysa şimdi karşımızda Ankara Numune ya da Sanatoryum hastaneleri mahkum koğuşlarında kendi başına işkence ve kötü muamele merkezleri halindedir. Kesinlikle kabul edilemez. Biz toplum olarak devlete bu yetkiyi verirken aynı zamanda o insanlara tüm haklarının güvence altına alma sorumluğunu veriyoruz. Bunun anlamı vicdanlarda şudur; sorumluluğunu yerine getirmeyenler suçludurlar. Hiçbir mazeret bunun önüne geçemez. Çeşitli protokoller yapılıyor bakanlıklar arasında ama bu noktada içtenlik çağrısı yapmak istiyorum kendi adıma. Bunun kabul edilecek bir yanı yoktur.
‘ADLİ TIP KURUMU’NUN YAKLAŞIMI NET OLARAK İŞKENCEDİR’
* Bu noktada hasta tutsaklar konusunda bir diğer can alıcı konu Adli Tıp Kurumu meselesi. Adalet Bakanlığı bünyesindeki Adli Tıp Kurumu’na, insan hakları örgütlerinin politik yaklaştığı eleştirileri var. İnsan ve sağlık hakkı etiğine yakışmayan bir tavır, tutumla başvurular ağırdan alınıyor. Son örnek İrfan Eskibağ oldu. Bilimsel raporlara rağmen başvurusuna yanıt verilmedi.
İnsanlık aleminin uzlaştığı uluslararası belgelere dönüşen temel ilkelerden birini söyleyeceğim. Tüm belgelerde sürekli kapatılmaya uygun olmayanlar vardır. Bunlar gebeler, loğusalar, çocuklar, ileri yaşta olanlar, bunlar kategorik olanlardır, rahatsızlığı olmasa bile. Ceza infaz sistemi kendi başına da tartışılabilir. Cezaevinde iyi bir şekilde tedavi edilemeyecek ciddi hastalar var. Bunu “kısa sürede ölecek hastalar” gibi algılıyoruz. Bunlara veda hakkı talep ediyoruz. Bu talebi oraya düşürmeyiniz. Cezaevi koşullarında iyi bir şekilde tedavi edilemeyecek herkes sürekli kapatılma durumunda olmamalıdır. Salınmalıdır. Çünkü temel kuraldır. Önce sağlık mı? Soru budur. İnsan haklarına dayalı sistemlerde öncelik sağlıktır. Bir çatışma anında, ya da dünyanın en kötü insanı olsa bile önce sağlıktır. Cenevre sözleşmeleri buna göredir. En kötü insana işkence yapılmamalı. Öylelikle insan hakları korunur. Tartışmanın özü budur. Nasıl yapılacağı ise teknik bir meseledir. Hiçbir mazeret kabul edilemez. “Adli tıpı kurduk. Bilmem hangi dairesi şu zamanda raporu hazırlar” gibi yaklaşımlar AİHM’in aldığı karar gereği işkence ve kötü muameledir. Bu nettir. Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Kanunu’nun 16. maddesinde; “mahkumun hayatı için kesin bir tehlike teşkil ediyorsa cezasının infazı iyileşinceye kadar geri bırakılır.” Maddenin ruhunda bile amaç bir iyileşme durumu yakalansın tekrar cezaevine konabilirsin diyor. Amaç öldürmek değil dışarı salınınca. İyileşince tekrar içeri koy. Bunun sihrini hissetmek lazım.
‘KEYFİYETİN VE HUKUKSUZLUĞUN ÖNÜNÜ AÇTILAR’
Bu ilgili maddeye 31 Ocak 2013 tarihinde son derece olumsuz bir şey eklendi. Kamuoyunda sağlık sorunu olanlar salınıyor şeklinde anıldı. Keyfiyetin önünü açan bir cümle koydular. “Hastalık ya da sakatlık nedeniyle hayatını yalnız idame edemeyen ve toplum güvenliğini tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen.” Ne demek toplum güvenliği bakımından tehlike oluşturmayacağı değerlendirilen? Kime bu yetkiyi veriyorsunuz? Diyecek ki mesela sen toplumu tehdit ediyorsun seni bırakmayacağım. Sen tehlike arz etmiyorsun salabilirim. Hukukta bu olamaz. Hukuk güvenliği denen şey net olacak. Her şey berrak olacak. Bu keyfiyeti açan, hukuksuzluğu ikame eden bir yaklaşımdır. Son derece tehlikeli bir düzenleme yaptılar. Bugün belki bunun vahşiliğini hissetmiyoruz ama yarın koşulları oluşunca daha yoğun hissedilecektir.
Türkiye’nin uzun yıllardır yaşadığı gibi kişisel görüşümü söylüyorum, gayri ahlaki bir şekilde iktidarın kötü kullanıldığı, keyfiyete dayalı kullanıldığı son derece problemli bir durum çıkıyor. Adli Tıp Kurumu’nda mesleğine hürmet ederek davrananlar da var. Kaldı ki BM İşkenceyi Önleme Komitesi’nin Türkiye’ye yönelik üçüncü periyodik raporunda, Avrupa Birliği’nin (AB) Türkiye’ye ilişkin hazırladığı yıllık ilerleme raporlarında Adli Tıp Kurumu’ndan alınması sınırlılığının uygun olmadığı, bağımsız heyetlerin raporlarının da kabul edilmesi isteniyor. Derhal, amasız, ancaksız yapılması gerekiyor. Güler Zere birkaç yıl önce tartışıldı. Ne yazık ki ölen pek çok insan bunu bulamadı. Güler Zere’nin de raporları vardı. Çıkartılmamak için direnildi ve çıktığında da hayatını kaybetti. Bu acı çekilmez bir acı. İHD ile birlikte çalışıyoruz. En son açıklanan rapor bizim kaynaklarımıza göre 121’i ağır, şu an da derhal salınması gereken, kabaca da 411 kişilik bir liste var. Her gün güncelleşmesi gerekiyor. Bu listeler bizim ulaşabildiğimiz bilgilerle sınırlı. Bakanlığın verileri daha çok büyük. Çünkü Türkiye’deki ceza ve infaz kurumlarında 130 bin insan var. Biz tamamına hakim değiliz. Ulaşabildiğimiz ya da bize ulaşan bu rakamlar ise kesin değil. Muhtemelen bu en az diyebileceğimiz. Çok üstünde sağlık problemi olan insanlar var. Derhal salınmalıdır. Bağımsız, nesnel ve bilimsel raporlar yeterli. Bunun önünde direnmek işkence ve kötü muameledir. Hukuki olarak bir gün mahkum edilir bunlar ama mesele bu insanların yaşamlarının korunmasıdır. Herkesin her şeyi yapması gerekir. Herkesin bu çığlığa katılması gerekir.
* Söyleşinin başında Adalet Bakanı tarafından yapılan bir açıklamada mahkum sayısının artacağını söylediniz. İçinden geçtiğimiz şu günlerde Kürt sorununun çözümüne dair başlatılan bir süreç var. Bu süreçten bağımsız değil bu sorun elbet. Son yıllarda binlerce insan tutuklandı. Özellikle de 2009’dan bu yana yapılan operasyonlarla. Cezaevlerinde yaşanan sıkıntılarla ilgili süreç ve uygulamalar paralelinde nasıl değerlendiriyorsunuz gelinen noktayı?
İçinde bulunduğum TİHV başta olmak üzere, insan hakları kurumları olarak, sıradan bir yurttaş olarak öncelikli olarak silahların susması gerektiğini söylüyordum, söylüyorduk. Buna hürmet etmeyenler nedeniyle doğrudan acı çekenler, cezaevlerine konanlar, yaşamlarını yitirenler oldu. 5 aydır doğrudan çatışma sonucunda yaşamını yitiren insan olmamasından olağanüstü mutluyuz. Sadece geçen sene bizim kayıtlarımıza göre 796 insan, ki 2000’li yıllarda rastlanmayan rakamdır bu, çatışmalarda yaşamlarını yitirmişlerdir. Tabi ilgili tarafların rakamları daha farklıdır. Olağanüstü acılı bir dönem. Bu 5 ayın mutluluğunu duyuyoruz ölüm olmadığından. Doğrudan Türkiye’de belki milyonlarca ailenin fertleri yer aldıkları için onlar çok sahici yaşıyorlar. Onlar bugün itibariyle yarın kızından., oğlundan, babasından, annesinden ölüm haberi geleceği kaygısını yaşamıyorlar. Bu sevinci paylaşmamız lazım. Bizim de talebimizdi aynı zamanda. Bu çok kıymetli.
Kamuoyu tarafından bilindiği gibi PKK silahlı güçlerini sınır dışına çekmeye başladı. Bir süre sonra tamamlanacaktır. Bu kritik pratik adım olarak yaşandı. O zaman birinci cümle bu geri çekilme sürecinin herhangi bir şekilde zedelenmeden, zarar görmeden tamamlanabilmesinin ortamına katkı sunmaktır hepimizin yapması gereken. Sağlıklı çekilmeleri için. İzleme süreçleri riskleri izleme, o riskleri ortadan kaldırma çalışmaları yapmak, problemlerin çözümü için müdahil olmak birinci kategoride yapmamız gereken şeyler. İkinci kategoride ise tabi ki çok önemli olan çatışmasızlık ortamının kalıcılaşması, sürekliliğinin sağlanması, deyim yerindeyse böyle bir ortama dönme olasılığının ortadan kaldırmaya dönük çaba içinde olmalıyız. Meselenin son turu 30 yıl süren, daha da önüne gittiğimizde Türkiye, benzer toplumsal travmalar tarihi ile örnek oluşturuyor dünyada. Karmaşık travmalar diyoruz bunlara. Bu denli kuşaktan kuşağa aktarılan çatışmaların son bulması için çatışmasızlığın kalıcılaştırılması teknik bir konu değil.
* Siyasal alanda atılacak adımlar da var tabiî ki.
Sadece siyasal alanı değil toplumsal alanı da var. Çatışan güçlerden biri olmasam da beni de doğrudan ilgilendiriyor bu. Çünkü çatışma denen ortamın temelinde yatan şey insanların kendilerini her düzeyde eşit, özgürce ifade edebilme meselesi aslında. Bunun önünün açılması herhangi bir müzakere konusu değildir. Çünkü insanlık alemi yüzyıllardır acılı deneyimleri dahilinde bir mutabakata oluşmuş. Çeşitli bildirgelerde yer alıyor. BM bildirgesi bile insanların haklı bir direnme, ayaklanma yoluna başvurmaması için bu hakların devletler tarafından güvence altına alınmasıyla başlar. Zaten insanlık alemi bu haklar meselesinde o acılı dönemlerde mutabakatını sağlamış. Biz de o insanlık aleminin bir üyesi, ülkesiyiz. Neyin müzakeresi yapılıyor? Herhangi bir müzakere ihtiyacı duyulmadan insan hakları açısından güvence altına alınması, geliştirilmesi gereken ortaya çıkartılma meselesidir. Haklar parçalanamaz bütündür. İfade özgürlüğü, yaşam hakkı, çevre gibi ayrı ayrı konuşuyoruz. Bunları anlayabilelim diye ayırıyoruz. İnsan, haklarıyla bütündür. Bütün haklarıyla bir bütündür. Orasını veriyorum bunu vermiyorum. Anadilde eğitimi veriyorum diğerini vermiyorum gibi kimsenin parçalama yetkisi yok. İnsan hakları perspektifi ile baktığınızda böyle olamaz.
HAKLAR EVRENSEL İNSAN HAKKIDIR, MÜZAKERESİ OLMAZ
Bu güvencesizlik ortamının, çatışmasızlık ortamının birinci bölümü budur. Kimileri buna yol temizliği der. Kavramlar çok önemli değil. Bunu güvence altına alma sorumluluğunda olup da almayan doğrudan siyasi iktidarın bugüne kadar suç işlediğinin göstergesidir bu durum. Burada yapılması gereken, siyasi iktidara sesleneceğimiz nokta “bugüne kadar bunları yapmadığın için suç işledin” şeklindedir. Devlet bu hakları güvence alır diyor bildirgeler. Bu suçu bundan sonra işlememeli. Biz devletten bir şey beklemiyoruz. Sadece iktidarın devletin temsilcisi olmasından kaynaklı sorumluluğunu yerine getirmesini, aksi halde iktidar olarak bir meşruiyetinin kalmayacağını belirtiyoruz. Talep değil bu, yapılması gerekendir. Bunun müzakeresi olamaz. Müzakere şudur; elinde silah olanla müzakere edeceksin. O karar onundur. Benim elimde silah olmadığı için haddime değil bunu konuşmam. Son dönemde özellikle Abdullah Öcalan ile yapılan görüşmelerin sağlıklı bir müzakerelere oturması bu bakımdan önemlidir. Silahlar yurt dışına çıkıyor ama ne olacak? Müzakere meselesi silahları elinde bulunduranların etkin, içtenlikli, doğrudan amaca yönelik pazarlığa yer vermeden olmalı. Müzakere pazarlık değildir. Müzakere birbirini daha iyi anlama, bu parçalanmışlıktan geleceğe doğru bütünlüklü bir yürüyüş yapmaktır.
‘ADALETİN TESİSİ HAKİKATLE YÜZLEŞMEKTİR’
Biz çok acılar yaşadık, hepimiz. Her şeyi geri getirmek olanaklı değil. Ölenleri yerine getiremeyeceğiz. Bununla beraber her şeyi yerine getiremeyeceğimiz bilinci ve hissiyle, bunu kabul ederek yola devam edebilmemiz için demin andığım kocaman toplumsal travmayla baş etmemiz gerekiyor. Bu acılar sahici. Bir noktanın altını özellikle çizmek isterim. Tamam, helalleştik deyip yola devam edilmez. İsteseniz de istemeseniz de o acılar yarın oradan buradan patlar. Sen acını unut diyerek unutturman olanaklı değil. Bu neden başımıza geldi? Neden sorusu, işte hakikat denen şey o. Hakikatle yüzleşmek o. Yeniden anlamlandırmamız gerekecek. Bu olursa hakikate ulaşacaksanız. Şeklen bahsetmiyoruz. Anlamlandıracağız, ondan sonra bir adalet duygusunun tesisi gerekir. O olandan bitenden sonra. O kör kuyulara atılan insanların yakınları bunu anlamlandıracak, geri gelmeyeceğini de bilecek ama adalet duygusu tesis edilecek. İsterse affetmez, adalet hakkı denen şey bu. Dünya deneyimlerinde de o nedenle şeklen konuşulmuyor. Teknik bir yanı yoktur. Özeti parçalanmışlıktan tekrar birlikte ortak bir geleceğe yürümenin kaçınılmaz zeminidir. Bu yaraları şu ya da bu düzeyde telafi etme, onarmadır. O yüzden biz TİHV olarak yıllardan beri bu adı koyarak gerek onarma gerek hakikate ulaşma ile anılması gerekir.
‘YAS SÜRECİNİN YAŞANMIŞ OLMASI ÖNEMLİ’
Ruhlarımız kesildi. Ne yazık ki yaşamlarını yitiren insanların vücutları da kesildi. Toplu mezarlar kepçeyle kazılmasın derken yarayı deşip kenara bırakmak istemediğimiz içindir. Usulüne uygun yeniden gömmek için yeniden kazıyoruz. Onu yeniden anlamlandırıyoruz. Adalet duygusunu yeniden pekiştirmeye çalışıyoruz. O yas sürecini yaşıyoruz. Bu insani bir şey. Ama yası tamamlayamazsa geçmiş geçmişte kalamaz, gelecekte gelmez. Dolayısıyla o yas süreçlerinin tamamlanması aynı zamanda kolektif belleğin yazılması demektir. Bu olursa parçalanmış gelecekten ortak bir geleceğe gideriz. Dolayısıyla kolektif bellek salt Kürtlerin kendi içinde yapacakları, Kürtlerin dışındakilerin kendi içinde yapacakları bir mesele değil. Aksine iyi tanıklık deniyor buna, seni anlıyorum ve yaranı onarmak için seninle birlikte yürüyorum demektir. Bu olmazsa parçalanmışlık devam eder. Çatışmasızlık ortamının kalıcılaşması da zor olur.
Özet olarak söyleyecek olursam; birincisi silahlı güçlerin yurtdışına çekilme sürecine etkin müdahil olmalıyız. Sağlıklı olması için her düzeyde çaba göstermeliyiz.
İkincisi çatışmasızlık sürecinin kalcılaşması için hepimiz müdahil olmalıyız.
Üçüncüsü yaşananları onarma ve birlikte geleceğe yürümekte hepimiz müdahil olmalıyız. Siyasi iktidarın bunu yapabilmesi için toplumsal muhalefeti yığmamız gerekir.
‘ÇATIŞMASIZLIK DIŞINDA HİÇBİR İYİLEŞME YOK’
* Sürecin içeriğinin anlam bulması, gerçek bir barışın adalet ve demokrasiyle buluşması için cezaevlerindeki bu sorunların çözülmesi hayati ve gelecek anlamında da belirleyici bir niteliği var. Elbette yaşamın birçok alanını kapsıyor ancak özellikle de direkt TİHV’in alanı olduğu için sormak istiyorum. İktidarın cezaevleri politikasının daha da negatif bir formla yürütüleceğine dönük yaklaşımı çözüm kavramının içeriğinden uzak bir biçimde suya yazı yazmak değil midir?
Somut olarak insan hakları açısından baktığımızda nettir. Gündelik hayatta çatışma yaşanmıyor. Bugün itibariyle ne yasal düzenleme ne gündelik uygulamalar açısından en ufak bir düzenleme olmadığı gibi daha ne olsun? Her ilde doğrudan polis adı altındaki görevlilerin yaptığı, atın adımınızı ne olursa olsun, gazından, suyundan, copundan ülke nefes alamaz halde. Silahlı güçlerin sınır dışına çıkması, çatışmasızlık dışında olumlu hiçbir şey yok. Kimi KCK davalarında birkaç haftaya kadar 300 kadar insan salındı. KCK davalarında bugün itibariyle 10 bin insan var. Muhalif kesimden insanlar da var. Operasyonlar sürüyor. Birkaç gün önce Aydın Germencik’te KCK davasından yargılanan 6 kişiye, 9’ar yıl hapis cezası verildi. Kime, ne cezası veriyorsunuz? Bir gösteriye katılmış. Bir lamba kırılmış ya da birkaç lamba. “Örgüt üyesi olmamak adına” ceza veriliyor. İnanılmaz bir durumdur. Dolayısıyla 2005’te 16 bin kişi hakkında dava açılmışken bu rakam çıktı 60 binlere. Bugün başka bir düzeye ulaşıyor bu. Siyasi iktidar yasal düzenlemeleri arkasına alarak otoriter uygulamayı gündelik hayatta katmerleştirerek sürdürüyor. Emek sineması için giden sanatçı mı, memur mu, öğrenci mi, işçi mi hepsi için aynı işlem.