‘Mültecilik değil onu yaratan savaşlar sorundur’

Dünyada zorla yerinden edilenlerin sayısı 100 milyonu aşarken Türkiye’de ise mülteciler “ırkçı” söylemlerin hedefinde. HDP’li Gülsüm Ağaoğlu, “Mültecilik değil onu yaratan savaşlar sorundur” dedi. 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) geçtiğimiz günlerde açıkladığı verilere göre, dünyada zorla yerinden edilenlerin sayısı 100 milyonu aştı. Bu rakam, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana en yüksek seviye.

Suriye savaşı ile birlikte Türkiye’ye yerleşen sığınmacıların sayısı ise 5 milyona yakın. Bu sayı ve 10 yıldır mültecilerle yaşayan Türk devleti, dönem dönem sığınmacılara karşı artan nefret söyleminin geliştiği günlere sürüklendi. Hatta son dönemde sadece politikasını bunun üzerine kuran Zafer Partisi gibi oluşumlar ön plana çıkarırken diğer yandan saldırılar, nefret cinayetleri ve hatta ırkçılık söyleminin ‘normalleşmesi’ gibi sonuçlar da yaşanıyor. AKP ve MHP iktidarının yanlış politikaları, bu söylemlerin daha geniş kesimlerce kabul edilmesine de olanak veriyor.

20 Haziran Dünya Mülteciler Günü vesilesiyle ANF’nin sorularını yanıtlayan HDP Göçmen ve Mülteciler Komisyonu Eşsözcüsü Gülsüm Ağaoğlu, Türkiye’nin mülteci politikalarından yükselen ırkçılığa dair değerlendirmelerde bulundu.

Mülteciliğe karşı ciddi anlamda ırkçı ve şoven bir çıkış var. Özellikle Zafer Partisi'nin de bu anlamda öne çıktığı görülüyor. Bu milliyetçilikle yoğrulan ve daha da genişleyen bir yabancı karşıtlığı da var. Bu durum mülteci konumuna düşen insanlar için nasıl bir tehlike yaratıyor? 

Zafer Partisi çıkışına gelene değin Türkiye zaten “ötekilere” karşı onları görmek istemeyen, onların varlığını reddeden tekçi bir ideolojiyle yoğurmuş durumda. Türkiye Cumhuriyeti'nin ideolojisi de bu; yani tekçilik. O anlamıyla bu tekçiliğe yarayan her şey onlar açısından kullanışlı malzeme ve bu malzeme üzerinden nefret söylemi türetiliyor. Zafer Partisi çıkışı da burada AKP'nin başka bir versiyonu gibi bir şeye dönüştü. Hatta sözde sosyal demokrat partilerin yani CHP'nin Bolu belediye başkanının da mültecilere dair çıkışında benzer örneklere tanık olduk. Yani bunu sadece Zafer Partisi ve Ümit Özdağ'ın çıkışı şeklinde yorumlamamak lazım. 

Türkiye'de zaten bu duruma uygun zemin var. Kendisine benzemeyen, kendisi gibi olmayan, düşünmeyenlere karşı inanılmaz bir tahammülsüzlük var. Ümit Özdağ örneğinde olduğu gibi politikasının merkezinde tek şey, hatta belki de tek politik söylem bu. Yani buradan kendisine zemin buluyor. Ama bugün mülteci meselesi tüm parti tabanlarında hatta bizim partimizin tabanında dahi farklı nedenlere bağlı olarak da ortaya çıkıyor. 

Öte yandan aynı milliyetçi çıkış bir şekilde dünyada da yükselmeye başladı. Özellikle Avrupa’da da göçmen/mülteci karşıtlığı söz konusu. Ki zaten AB politikaları da Suriye savaşından gelenlere karşı kıtayı çelik bir duvarla örmüş vaziyette. Bu anlamıyla baktığımızda mülteci olmanın koşulları şu anki şartlarda neye tekabül ediyor?

Her şeyden önce mültecilik bir sonuç. Savaşlar, iç savaşlar, bazen salgın hastalıklar, doğal felaketler ama asli olarak da savaş nedeniyle insanlar yaşadıkları yerlerden, aidiyetlerinden ya da ortak hafızalarından vazgeçip başka bir ülkeye sığınmak zorunda kalıyor. Hiç kimse durup dururken evini, yaşadığı şehri terk edip gitmek istemez. 1990’larda Türkiye’de Kürtlere yönelik uygulamalarda da insanlar yaşadıkları yerleri terk edip büyük kentlere göç etti. Bu yüzden savaşlar ve bu saydığımız birçok neden devam ettiği sürece -mesela şu en son Rusya'nın Ukrayna'ya müdahalesi örneğinde de olduğu gibi- mültecilik de devam edecek. Bu açıdan biz savaşın mülteciliği yaratan en önemli neden olduğunu ve savaşlardan vazgeçip barışçıl politikalara geçilmesi gerekliliğini savunuyoruz. Ve bu yüzden de biz “mülteciliği” değil mülteciliği yaratan sorun diye addediyoruz bunu. Yoksa mültecilik değil onu yaratan savaşlar sorundur.

Elbette sağ partilerin yükselişi Avrupa'da da gözle görülür bir halde. Fransa'daki seçimlerde Le Pen’in çıkışı, Almanya da nispeten buna uygun politik zeminler hazırlıyor. Türkiye'nin politikası ise tam bir faşizm uygulaması. Zaten AKP, yani saray iktidarı 2011 yılında çıkan savaşta Suriye'deki rejimin değişeceğini ve Esad'ın düşeceğini varsayarak destekledi. Oraya dair de hatta büyük bir politika hayali vardı. Müslüman Kardeşler benzeri bir siyasal iktidar değişikliğine gideceği için destekledi. 

Baktı olmuyor, o zaman Türkiye, göçmek zorunda kalan mültecileri nasıl kullanışlı bir malzeme haline dönüştürürüm, diye hesap yapmaya başladı. Avrupa’ya karşı dönem dönem daha da öne çıkan bir tehdit unsuru olarak kullanmaya başladı ve bunda da başarılı oldu. Avrupa da, aman mülteciler Türkiye'nin içinde kalsın, bana ulaşmasınlar”, diye bir yerde de bu politikaları görmezden geldi. 

Hatta Merkel, o dönem bizim de gittiğimiz Antep, Nizip kampına “burası örnek kamp” dedi. O kampa biz toplama kampı diyoruz. Biz gittiğimizde o kamplar hiçbir şekilde sivil denetime tabi değildi, yalnızca Avrupa'dan gelen parlamenterlerle görmüşlerdi. Daha sonra oraya girmesine izin verilebilen Tabip odalarının raporlarında gördük ki yer yer halk sağlığını tehdit edecek boyutlarda bir salgın, kötü koşullar ve sonrasında kamplarla ilgili yansıyan birçok şey. Biz bu bilgiye erişmişken Merkel buraya dünya çapında örnek bir kamp diye anlatıyordu. 

Herkes biliyor ki Türkiye'nin mültecilere yönelik uygulamaları AB'nin görmezden geldiği, iki yanlı tutumundan kaynaklanıyor. Şimdilerde AB yeni bir uygulamada Türkiye’ye yine para aktarıyor. Biz bu paraların da mültecilerin yararına nasıl, ne şekilde kullanıldığına dair bilgilere hakim değiliz. O yüzden şeffaf da değil. AB mültecileri almıyor, almamak için de böyle Türkiye'de kalmaları pahasına para aktarıyor. Özetle, mültecilik tam olarak bu politikaların arasında kalmış bir duruma tekabül ediyor.

Bir yanıyla baktığımızda, sizin de belirttiğiniz üzere bu meselenin hem iç hem dış aktörlerinin son derece iç içe geçmiş bir politikası söz konusu. Peki, son dönem yine Türkiye’deki uygulamalara dönersek; İçişleri Bakanı Süleyman Soylu bin 200 mahallede “seyreltme” projesi kapsamında yabancılara ikamet sınırı getirildiğini açıkladı. Bunun artması olası. Ayrıca Suriye’ye gönderme projesi var; bu uygulamaların sonuçları neler olur?

Türkiye “Biz mültecileri geri göndermeyeceğiz, onlar gönüllü gidecek” derken, bir yandan da şunu yaptığını biliyorduk. Bir buçuk milyon kadar mülteciyi, kendilerinin belirlediği ve cihatçıların yaşadığı bölgelere yerleştirecekler. Nitekim Suriye'ye yönelik müdahalenin geri planında böyle politik bir kararlaştırma var. Ayrıca orada bir nevi gettolar yapacaklar. 

Bir dönem İstanbul seçimleri öncesi Binali Yıldırım, devlet televizyonu ekranlarında sınır boyunca mültecileri yerleştireceğimiz bir “güvenli bölge” oluşturacağız demişti. Halbuki uluslararası anlaşmalara taraf olduğumuz için hiçbir mülteci, güvenlik gerekçesiyle çıkmak zorunda olduğu ülkenin sınırlarına yakın bir yerde konuşlandırılamaz. 

Şimdi bu yeni uygulamada geçici kabul anlaşması kapsamına alınmayan kişilerin de şu an geçici kabullerinin yapılmayacağı, o yapılana kadar da bizim “toplama kampı” diye anacağımız koşullarda bekletileceği, dışarıyla ilişkinin kesileceği bir düzenlemeye gidiyorlar. Yani bunun ne kadar süreceği, yani o kamplarda ne kadar kalacakları, nasıl süreceği, o kampların koşulları ne olur, az çok biliyoruz. Daha önceki pratikler toplama kampı denecek kadar kötü koşullardaydı. Orada yaşayan kişiler özellikle çocuklar, kadınlar fuhuşa zorlanıyorlardı. Oradaki kamp yöneticilerinin inisiyatifiyle hem de. Bütün bunların tekrar yaşanacağına dair kaygılıyız. 

Ayrıca mültecilerin yerel nüfusun oranı geçmemesi için bir seyreltme politikası uygulayacaklarını hatta bunun böyle olduğunu tespit ettikleri yerlere de kabulün olmayacağı söyleniyor. Kendi beyanları bu yönde ama biz bu beyanların geri planında sürdürmüş oldukları demografik değişimin ne olduğunu biliyoruz. Daha önce mesela Maraş'ta Alevilerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelere mültecileri yerleştirmeye çalıştıklarını öğrenmiştik.

Mülteci politikaları bu yönde devam ederken GÖÇİZDER’e yönelik bir baskı, tutuklama ve çalışmalarının “suç” sayılması gibi bir operasyon yapıldı. Bu baskıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?

GÖÇİZDER, ortak işler de yaptığımız, açıklamalarda bulunduğumuz bir kurum. Öncelikle Türk devlet sınırları içinde göçe zorlanmışların belgesini tutan bir dernek. Bu belgelerin çoğunluğunun Kürtlerle ilgili olması, Kürtlerin yaşadığı insan ve yaşam hak ihlallerini raporlaştırmaları, elbette bu derneğe yönelik yaklaşımın temel nedeni oldu. Zira Kürtçe şarkı söylemekten, Kürtçe oyunlarının yasaklanmasına kadar Kürt düşmanlığının ayyuka çıktığını da biliyoruz. 

Son olarak 20 Haziran Dünya Mülteciler Günü. Özellikle Türkiye açısından HDP'nin bu konudaki programını hatırlatmak açısından neler söyleyeceksiniz? 

Öncelikle Türkiye’nin taraf olduğu mülteci sözleşmesindeki “coğrafi çekince” kaldırılmalı. Bu, doğudan gelenlerin mülteci olarak kabul edilmediği, salt batıdan gelenlere mülteci dendiği bir coğrafya çekince... Yeni uygulamaya geçecek olan geçici koruma kamplarında yaşamanın ise insanların kendi iradelerine bağlı olması gerekli. Anayasal olarak güvence altına alınmış “eşit yurttaşlık” temelinin sağlanması için gerekli uygulamaların yapılması; geri dönmek şeklinde irade beyan edenlerin ise geri döneceği şartlar sağlanmış olması gerekli. Geri dönenlerin güvenliğinin ve koşullarının da sivil denetçiler tarafından denetleniyor olması lazım. Veya burada yaşayan, yaşama yönünde karar verenlerin birlikte uyum içinde yaşamasının koşullarının sağlanması. Yani devletin bir entegrasyon politikası olması şart. Bu politikanın da kişilerin kendi kişisel tarihini, öncelikli olarak ana dilini, kültürünü kaybetmeksizin burada kendi renklerini taşıyarak, birlikte yaşamanın koşullarını inşa ediyor olması. 

Türkiye'de mülteciler, mülteci kadın, mülteci çocuk olmak üzere daha özgün hak ihlallerine tabiler. Bunların o özgünlüklerine göre de düzenleme yapılıyor olması gerekli. 

En önemlilerinden biri de mültecilerin Türkiye'de ucuzun da ucuzu koşullarda çalışıyor olması. Buna tabi olarak emek piyasasındaki Türkiyeli yoksullarla karşı karşıya geliyorlar. Bundan kaynaklı da bizim tabanımız bile “benim ekmeğimi yiyor” diyor. Biz de şunu diyoruz: Onlar senin ekmeğini yemiyor. Devlet onları yoksulun da yoksulu şartlarda çalıştırıyor. Buradan çıkışın yolu ise birlikte, ortak mücadeledir.