Türkiye’de basına yönelik artan devlet baskısı ve bunun yaratacağı sonuçlara ilişkin sorularımızı yanıtlayan gazeteci Mustafa Delen “90’larda faili meçhullerle özgür basını susturmaya çalıştılar, bugün ise çıplak şiddetle susturmaya çalışıyorlar” dedi.
“Batı, Erdoğan ile son kavşakta, yollar ayrılacak, bunun verileri her geçen gün daha da çoğalıyor” diyen Delen, “Saltanatın sonu için geri sayım başlamıştır” tespitinde bulundu.
Gazeteci Delen, ANF’nin sorularını yanıtladı…
Türkiye’de gelişen tutuklanma furyası devam ediyor, buna basın halkası da eklendi, bu gidişat için neler söylemek istersiniz?
AKP saray çetesi, geçtiğimiz Temmuz ayından bu yana bir savaş başlatmıştır. Bu savaş Kürtlere karşıdır. Bu savaş Türkiye toplumuna karşıdır. Barıştan ve demokrasiden yana olan tüm kesimlere karşıdır. Bu savaş, olup bitenlere itirazı olan herkese karşıdır.
Bu savaş, Türkiye’deki halklar açısından sürpriz olmadı. Çünkü AKP ve Erdoğan’ın mantalitesi biliniyor; tekçidir, inkârcıdır ve belki de en önemlisi riyakârdır.
Bu mantaliteye göre bir anayasa, bir rejim ve bir toplumsal şekillenmeye gittiler. Bunu yaparlarken de Kürt sorunu başta olmak üzere tüm demokratik sorunları çürümeye bırakmak istediler.
İşte HDP gibi siyasi çevreler buna itiraz etti. Akademisyenler buna itiraz etti. Kadınlar, gençler, işçiler buna itiraz etti. Basın ahlakını esas alan gazeteciler de buna itiraz etti. Dolayısıyla tutuklanma furyası itiraz eden çevrelere dönüktür. Çıkan seslere yöneliyorlar. Buna tahammülleri yok. Beklenemez de!
Basın üzerinde sürekli bir tazyik vardı...
Bu doğru. Basın mevcut gidişatın gözü kulağı durumundadır. Bu ülkede nelerin olup bittiğini en iyi gören, konuşan, tartışan ve bunun analizini yapan basındır. Gazetecilerdir. Tabii ki, iktidarın icraatlarını, uygulamalarını gerektiğinde eleştirecekler. Yorumlayacaklar. Bu onların görevi. Bunu her basın çevresi ya da gazeteci yapmıyor kuşkusuz. Kendi havuz medyalarının dışında kalanlar ancak itiraz edebilir. İrade gösterebilir. Bu da özgür ve alternatif konumda olan Kürt medyasıdır. Sol, sosyalist basındır. Belki az buçuk da demokratik çizgide olan kimi gazetecilerdir. Dikkat edin baskı da bu çevreleridir.
90’lı yıllardaki hâkim yaklaşımla bugünkü hâkim yaklaşım arasında bir fark görüyor musunuz, basın açısından?
90’lı yıllarda da devletin ve hükümetlerin esas zihniyeti inkâr ve imhaydı. Resmi zihniyet buydu. İşte Çiler, Güreş ve Demirel üçlüsünün bu zihniyetle gerçekleştirdikleri kirli uygulamalar biliniyor. Bunların çoğu ortaya serildi. Siyasetçi, iş adamı, yurtsever, gazeteci ve hatta dağıtımcı ve bayi demeden onlarca insanı katlettiler. Sakat bıraktılar. Yıllarca tutsak ettiler. Bu yönelimleri bir savaş konsepti dâhilinde yürütüyorlardı. Zaten bunlar birer savaş hükümetleriydiler. O dönemlerde basın üzerinde sansür, sürgün ve baskılar eksik olmuyordu. Buna rağmen alternatif basın susmadı. Yılmadı. Ondan sonra JİTEM eliyle infazlara yöneldiler. Hüseyin Deniz ve Apê Musa başta olmak üzere Kemal Kılıç, Cengiz Altun, Ferhat Tepe ve daha nicesini katlettiler. Örneğin Burhan Karadeniz o dönem 19 yaşında bir muhabirdi, ömür boyu felç bıraktılar. Nazım Babaoğlu henüz 17 yaşındaydı, bir habere gidiyor ve bir daha geri dönemiyor.
90’larda faili meçhullerle özgür basını susturmaya çalıştılar, bugün ise çıplak bir şiddetle susturmaya çalışıyorlar. Ancak o dönemdeki savaş konseptleri batı ve bölge devletleri tarafından destekleniyordu. Yine toplumun sessizliğinden cesaret alınıyordu. Dolayısıyla bu dönemle kıyaslarsak zihniyet aynı; inkar ve imha! Ama temel fark eskisi gibi bölgeden ve batıdan destek yok. Hatta tersine itirazlar var. Ve bu gelişiyor. Büyüyor.
Toplum ise sessiz değil. Son derece öfkeli. Sarayın savaşımını benimsemiyor. Onaylamıyor. Karşıdır. Yeterli olmasa da bunu ifade ediyor.
Bugün şiddetin dozajı daha fazla gibi…
Evet, geçmişte en azından devlet çeşitli araçlar ve gruplar kullanıyordu. Cinayetleri gizli işliyordu. Yani bir çekincesi vardı. Ama bugün devletin çıplak zoruyla karşı karşıyayız. Erdoğan, devlet adına tüm cinayetleri üstleniyor. AKP hükümeti, kırım ve yıkım operasyonlarını gizlemiyor. Bütün bunları açıktan yapıyorlar. Dünyaya meydan okurcasına yapıyorlar.
Peki, AKP neden önceki hükümetler gibi dünyadan ve özellikle de batıdan destek alamıyor?
AKP’nin retoriği riyakârlıktır. İlkesiz bir pragmatizm anlayışına sahiptir. Nasıl diyeceksiniz? Bakınız, uzun bir süre AB için çalıştılar, olmayınca vazgeçtiler. Israrlı olmadılar. Kürt sorununa çözüm, demokratik açılım, bilmem Alevi açılımı vs. Samimi davranmadılar. Yine Tunus’ta başlayan İhvan rüzgârına hemen yelken açtılar. Mısır’da Mursi için sahte gözyaşı döktüler. Olmadı. Bıraktılar. En son sarıldıkları silah nedir? DAİŞ. Evet, uzun bir süre DAİŞ’i beslediler. Rojava’da DAİŞ eliyle Kürt Özgürlük Mücadelesini boğmak istediler. Ama bu da tutmadı. Dolayısıyla tüm enstrümanlarını kaybetmiş durumdalar. Tüm yüzleri açığa çıkmıştır. Artık takacakları maske kalmadı bunların. Kim bu zihniyeti, bu anlayışı, bu siyaset tarzını kabul eder ki? Bir gün çağdaş, diğer bir gün İhvan, bilmem DAİŞ olunur mu hiç? Bu bir karakter sorunudur ve son derece de hastalıklıdır.
Tam da bu bağlamda Erdoğan’ın ABD ziyaretini sormak istiyorum, bu son Batı ziyaretini nasıl okumak gerekir sizce?
Batı, Erdoğan ile son kavşakta. Yollar ayrılacak. Bunun verileri her geçen gün daha da çoğalıyor. Bu anlamıyla Erdoğan’ın son ABD ziyareti oldukça önemli. Tam bir fiyaskoydu. Erdoğan’ı başkanlık düzeyinde değil, bir uyarı mektubuyla karşıladılar. Mektupta, özetle; Başkanlıktaki ısrarın ülkeyi bölmeye götürür, iç savaşa götürür, deniliyor. Onun tekçiliğine, onun inkârcılığına, onun diktatörlüğüne dikkat çekiliyor. Bu mektubun altında bir sürü tanınmış diplomat, akademisyen ve bölgede görev yapmış subayların imzası bulunuyor. Yine bununla Türkiye’deki akademisyenlerin bildirisine destek mesajı var.
ABD gezisinin bir değer çarpıcı yanı ise protestolardı. Resmen Erdoğan’ı sorguladılar. Ama korumalarının tepkisi son derece ilkel ve gayri ahlakiydi. Pervasızcaydı. Gazeteci Amberin Zaman’ın da içinde bulunduğu gazeteci kafilesine olmadık hakaretlerde bulundular. Bunlar kabul edilebilir mi? Yutulabilir mi? Şu anda sadece Amerika’da değil, Avrupa’da ve tüm dünyada bu konu konuşuluyor. Bunu engellemeye güçleri yetecek mi bakalım?
Bu mektubu ciddi bir uyarı olarak görüyorsunuz?
Evet, önce Joe Biden üzerinden uyardılar. Sonra Can Dündar ile Erdem Gül’ün duruşması üzerinden uyardılar. Biliniyor, o duruşmaya birçok Batılı elçi hazır bulunmuştu. Bu gezide de hem o mektup, hem de diplomatik yaklaşımla uyardılar. Yüz vermediler. Dikkat edin PKK’nin lafı bile geçmedi. Destek yok. Ama Erdoğan bunu ne kadar anlar ve anlam verir, bu ayrı bir şey.
Yani artık Erdoğan gidici mi?
Neden olmasın. AKP ve Erdoğan’ın önünde iki seçenek var; ya Kürtlerin ve diğer muhalif çevrelerin taleplerini kabul edecek ya da bitecek. Artık devrimle mi, iç darbeyle mi yoksa dış baskıyla mı gidecek belli değil. Belki de hepsinin toplamıyla gidecek.
2023 vizyonu ham bir hayaldir. Erdoğan, başkan olamaz. AKP, kendi başına bir anayasa hazırlayamaz. İşler, o tekçi ve inkârcı akıllarıyla yürüyemez.
Baskı, şiddet üst seviyede, bu aşılabilir mi?
Neden olmasın. Aşılır. Erdoğan, yıllardır toplumda öfke ekiyor. Gün gelir bu öfke patlamayacak mı? Patlayacak. Ne içeride ne de dışarıda tehdit etmediği çevre kalmadı. Herkese rest çekiyor. Hiçleştiriyor. Zaten bir devlet adamı kültürü yok. Kaba saba bir adam işte. Düşünün cunta anayasası bile onu tatmin etmiyor. Bu kadar dizginsiz. Ultra faşizan. Bu davranışlarıyla taşıdığı sıfatın da bir meşruiyeti kalmıyor.
Kürtler öyle kolay kolay Cizre’yi unutmaz. Sur’u unutmaz. O gencecik evlatlarının kanını yerde bırakmaz. Bunu hep birlikte göreceğiz.
Kürtler için Batı yeterince duyarlı mı sizce?
Elbette ki değil. Onca katliam oldu. HDP’nin tutuklanmayan belediye başkanı kalmadı. Gazeteciler vuruluyor. Tutuklanıyor. TV kanalları kapatılıyor. Bütün bunlar düşünüldüğünde kesinlikle tepkiler çok zayıftır.
90’larda Kürt gazeteciler şehit düştü, bugün de DAİŞ tarafından şehit düşen gazeteciler var, işte Deniz Fırat örneği var, en son Şengal’de şehit düşen Amanç (Agir Banê) var, bu kayıplar için ne diyeceksiniz?
90’larda çok arkadaşımız şehit düştü. Bazıları da baskılardan dolayı dağa çıktılar. Gurbetelli Ersöz, Mehmet Şenol gibi isimler. Bu arkadaşların kalemleri engellendiği için dağa çıkıp ellerine silah aldılar. Sonra da şehit düştüler. Enver Polat (Selçuk) örneği var. O da vahşiyane bir hava saldırısında şehit düşmüştü. Hepsini de 90’lı yıllarda kaybettik.
Bugünkü iktidar de ya tutukluyor ya da öldürüyor. Cizre bodrumlarında katledilenler arasında Azadiya Welat editörü Rohat Aktaş ve Ömer Baran da vardı. Barbarca yaktılar. Şimdi Deniz Fırat’ın katili sadece DAİŞ mi? Hayır. Bir o kadar da AKP’dir. Erdoğan’dır. Çünkü gerçek şu ki DAİŞ’i Kürt Özgürlük Mücadelesine yönelten de Erdoğan’dır. En son Şengal’de şehit düşen Amanç (Agir Banê) arkadaşımız için de aynı şey geçerlidir. Bütün bu şahadetlerin sorumlusu kesinlikle AKP’dir. Onun birer siyasi sonuçlarıdır. Ondan ayrı veya bağımsız ele alamayız. Aynı kafa, aynı zihniyettir.
Genel gidişattan umutlu olalım diyorsunuz?
Kesinlikle. AKP ve Saray çetesinin bir meşruiyeti kalmadı. Yasallığını yitirdiler. Kürtleri, sol ve demokratik çevreleri kaybettiler. Tüm komşu devletlerle çelişkililer. Batı, eskisi gibi desteklemiyor. İmaj kalmamış. Şiddet ve tehdit siyaseti AKP ve Erdoğan’ı kurtaramaz. Olsa olsa batırır. Bitirir. Onun da sonu, diğer tüm diktatörlerin sonu gibi olacak.
Yani bu diktatörlüğü yıkacak bir güç de özgür-alternatif basın olacaktır, öyle mi diyelim?
Hayır, özgür ve alternatif basın yıkılan diktatörlüğü manşete çekecek. Gelişmelere bakılırsa bunun için geri sayım başlamıştır. Saltanat dönemi sona erecek. Erdoğan’ın sonu da manşetlere çekilecek. Bunu hep birlikte göreceğiz. Umutlarımızı mücadeleyle güçlendirelim.