Önder Apo, 27 Şubat’ta yaptığı “Barış ve Demokratik Toplum” çağrısıyla Türkiye’de Kürt sorununun demokratik çözümüne dair yürütülen tartışmaları yeni bir eşiğe taşıdı. Bu tarihi deklarasyonla devletin “Kürt sorunu yoktur, bir terör sorunu vardır” söylemini kökten sarsarak meselenin tarihsel gerçekliğini ve meşrutiyetini net bir şekilde ortaya koydu. Yapılan bu tarihi çağrı, Türkiye ve Kürdistan’da olduğu gibi uluslararası alanda da büyük yankı uyandırdı. Yapılan açıklamalarda, Önder Apo’nun çağrısı memnuniyetle karşılanırken sürecin başarıya ulaşması için Türk devletine somut adımlar atma çağrısında bulunuldu.
Önder Apo’nun tarihi çağrısını ve son dönemde yaşanan gelişmeleri, İsviçre Yeşiller Partisi Genel Başkan Yardımcısı, Federal Parlamento Milletvekili ve Parlamento Dış Komisyon Üyesi Nicolas Walder ile konuştuk.
‘BİRLİKTE YAŞAM İÇİN ÖNEMLİ BİR ÇAĞRI’
26 yıldır İmralı Ada Hapishanesi'nde tutulan Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan, Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda 27 Şubat’ta tarihi bir çağrı yaptı. Kürt meselesini yakından takip eden bir siyasetçi olarak bu çağrıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sayın Öcalan’ın çağrısının gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, artık bir araya gelme zamanının geldiğini ifade eden bir çağrıdır. Türkiye’de beraber yaşamak veya Türkiye ile işbirliği içinde olmak için Türk devletinin somut adımlar atmasının zamanıdır. Bu çağrı, Kürtlerin temel taleplerinin ve meselelerinin siyasi ve diplomatik yollarla ele alınması gerektiğini, silahların kullanılma zamanının geçtiğini söylemektir. Aynı zamanda Cumhurbaşkanı Erdoğan’a, Kürt halkıyla ilerlemenin başka yollarını düşünmesi için yapılan bir çağrı olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca bu çağrının, Suriye’nin kuzeyindeki Kürt halkını korumanın bir yolu olduğuna inanıyorum. Şu anda yeni bir hükümetin iş başında olması ve onun mevcut kırılganlığı, Türk hükümetine bu bölgede bazı operasyonlar yürütme fırsatı tanıyordu. Bu nedenle bunun akıllıca bir çağrı olduğunu düşünüyorum ve dikkate alınmasını umuyorum.
‘DEVLET SOMUT ADIMLAR ATMALI’
Bu çağrıya yanıt veren PKK, uygun koşullar oluşursa silah bırakmanın tartışılabileceğini duyurdu. Ancak PKK’den silah bırakmasını talep eden Türk devleti, bugüne kadar süreci garanti altına alacak somut bir adım atmış değil. Dünya örnekleri de göz önüne alındığında, bu sürecin başarıya ulaşması için Türk devleti hangi adımları atmalı?
Bence buradaki temel şart, Türk hükümetinin silah bırakılması karşısında atacağı somut adımın ne olacağıdır. Türk devleti, Kürtlere karşı savaşı ve baskıyı durdurmalı, ilk etapta Kürt mahkûmların tamamını ya da bir kısmını serbest bırakmalı. Keyfi tutuklamalara ve tacizlere son vermeli ve ayrıca Kürtlerin resmi olarak siyasi temsil edilmesine izin vermeye yönelik anayasal bir taahhütte bulunmalıdır.
Bu çağrı, Sayın Öcalan tarafından yapılan güçlü bir mesajdır. Kürtlerin silahları bırakmaya hazır oldukları söylenmiştir. Artık karşı tarafın da adımlar atarak Kürt halkına, silahları dışında kendilerini ifade edebilecekleri başka bir yol sunması ve adım atması gerekiyor. Bu yol, siyaset ve diplomasi yolu olmalıdır. Kürt halkına ve silah bırakanlara siyasi alanda bir yer verilmesi ve onlara saygı gösterilmesi zorunludur. Bu çağrıya yanıt olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan, derhal adım atarak müzakerelere açık olduğunu ifade etmelidir.
PKK temsilcileriyle somut çözümler bulmak amacıyla diyaloğa başlanmalı ve bu süreçte tüm taraflar şiddete başvurmama taahhüdünde bulunmalı. Böylesi bir yaklaşım, çağrıya uygun bir yanıt olacaktır. Asıl önemli olan budur. Taraflardan biri silahları bırakmaya hazır olduğunu ilan etmiştir ve bu, güçlü bir mesajdır. Umarım Türk devleti tarafından dikkate alınır.
‘İLK ADIM ÖCALAN’IN ÖZGÜRLÜĞÜ OLMALI’
Bir diğer önemli husus ise, Sayın Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması. Böylesi bir çağrıyı yapan ve barıştan yana tavrını ortaya koyan Abdullah Öcalan, sürecin başarısı için özgür olmalıdır. Sayın Öcalan’ın serbest bırakılması, Türk hükümeti açısından sürece dönük iyi niyet göstergesi olacaktır.
Sayın Öcalan'ı serbest bırakarak ve gerçekten barışın önünü açacak görüşmelere davet ederek yeni bir sayfa açmaya hazır olduklarının bir işareti olacağını düşünüyorum. Çünkü sadece silahları susturmak yeterli değildir; kalıcı bir barış inşa etmek de gereklidir. Güveni yeniden tesis etmek gerekir ve bu, somut adımlarla mümkündür. Bana göre bu adımlardan ilki, Sayın Öcalan’ın serbest bırakılması olacaktır.
‘TARAFLAR İSTERSE İSVİÇRE ROL ÜSTLENEBİLİR’
İsviçre, çatışma süreçlerinin ardından gelişen müzakerelerde taraflar arasında üstlendiği mediyatör (arabuluculuk) veya "Bons Offices" (iyi niyet) rolüyle tanınan ve bu alanda önemli deneyimlere sahip bir ülke. Peki, İsviçre bu süreçte de bir rol üstlenebilir mi? Ya da bu konuda İsviçre’ye herhangi bir talepte bulunuldu mu?
Her iki tarafın talebi doğrultusunda İsviçre böylesi bir rol oynayabilir. İsviçre’nin arabulucu olarak kendini dayatma gibi bir yaklaşımı yoktur. Ayrıca uluslararası bir çatışma olarak kabul edilmeyen bir ihtilafta bunu yapma meşruiyetine de sahip değildir. Ancak İsviçre, bu konuda hazırdır ve hem Türkiye ile hem de Kürt halkıyla yeterince güçlü bir güven ilişkisine sahip olduğumuza inanıyorum. Bu yüzden bir rol oynayabiliriz.
Burada önemli olan, hükümetimizin Türk hükümetine ve Kürt yetkililere bu konuda hazır olduğunu bildirmesidir. Önümüzdeki günlerde dış politika komisyonu toplantımız olacak ve bu konu da gündemde yer alacak. Mevcut perspektifleri inceleyerek İsviçre’nin nasıl bir rol oynayabileceğini de değerlendireceğiz.
‘AB’NİN PKK’YE KARŞI TAVRINI DEĞİŞTİRME ZAMANI GELDİ’
Avrupa uzun süredir PKK’yi ‘terör’ listesinde tutuyor. Birçok uzman, Avrupa’nın bu tutumunun barış sürecinin önünde büyük bir engel oluşturduğuna dikkat çekiyor. Bugün Kürt Halk Önderi'nin çağrısıyla birlikte Avrupa’nın bu yaklaşımı daha fazla tartışılır hale geldi. PKK’nin mevcut tutumu ve bölgedeki gelişmeler göz önüne alındığında Avrupa’nın bu politikayı yeniden değerlendirmesi gerekmiyor mu? Ya da Avrupa, bu süreçte daha aktif bir rol almak için hangi adımları atmalı?
Avrupa’nın da bu sürece dahil olmasını ve PKK’yi terör listesinden çıkarmasını umuyorum. Avrupa’nın bu kararı tamamen siyasi bir karar olup yalnızca Avrupa’yı ilgilendiren bir mesele değil, Türkiye’nin diğer müttefikleri de PKK’yi terör örgütü olarak sınıflandırdı. Bu kararlar, Türk hükümetini memnun etmek için alındı, ancak gerçeklere dayanarak verilmiş kararlar değildi. Evet, şiddet olayları yaşandı ancak burada bir terörden değil, bir direniş ve isyan hareketinden bahsedebiliriz. Bu nedenle PKK’ye ve eylemlerine "terörist" etiketinin yakıştırılmasının doğru olmadığını düşünüyorum. Bu tamamen siyasi bir karar ve barışa ve uzlaşmaya doğru ilerlediğimizde bu kararların bir anlamı kalmayacaktır. Her iki tarafın da atması gereken sembolik adımlar var bence. Avrupa’nın da bu süreçte önemli bir rol oynayarak tarafları barışa yönlendirmesi gerektiğine inanıyorum. Bu da bir noktada taraflardan birini ya da diğerini "terörist" olarak nitelendirmekten vazgeçmeyi gerektirecektir.
Bu durumu başka bir çatışmada; İsrail-Filistin meselesinde de görüyoruz. Filistin tarafının giderek daha fazla itibarsızlaştırılması, çatışmayı öyle bir dengesiz hale getirdi, ki artık barışa doğru ilerlemek mümkün olmuyor. Çünkü taraflardan biri kendini üstün gördüğünde taviz vermeye gerek duymuyor. Eğer gerçekten barışa ulaşmak istiyorsak her iki tarafın da barıştan kazanç sağlaması gerekir. Bir tarafın aşırı derecede güçlenmesini önlemek çok önemlidir. Aynı şekilde PKK’yi terörist olarak sınıflandırmak ve bu direnişi itibarsızlaştırmak da barış için olumlu bir adım olmadı ama bugün durum bu şekilde. Ve bence PKK’yi terörist olarak tanımlayan ülkelerin Sayın Öcalan’ın çağrısını ve gerekirse PKK liderlerinin silahlı mücadeleden vazgeçmeye hazır olduklarını dikkate almaları iyi olacaktır.
‘ERDOĞAN’IN PRATİĞİ ÇÖZÜM VE BARIŞTAN UZAK’
Türkiye, bir yandan uluslararası alanda Kürt sorununu demokratik yollarla çözmek istediği imajını verirken diğer yandan da ülke içindeki baskılarını sürdürüyor. Son dönemde ana muhalefet partisi CHP hedef alınmış durumda ve İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu tutuklandı. Barışın tartışıldığı bir dönemde Erdoğan iktidarının sergilediği bu tutum hakkında ne düşünüyorsunuz?
Erdoğan’ın çelişkili sinyallerini yorumlamak gerçekten çok zor. İnsan her şeyin daha iyiye gittiğini düşünürken bir anda alınan bazı kararlar, Erdoğan hükümetinin otokratik reflekslerinin aniden geri döndüğünü düşündürüyor. Üstelik bugün böyle bir yönelimi gerektiren somut bir durum da görünmüyor.
Bence bu sinyaller, aynı zamanda hükümetin kırılganlığını da gösteriyor. Türkiye’de çoğunluk için ekonomik durum gerçekten tatmin edici değil ve bu da hükümeti zayıflatıyor. Biliyoruz ki, hükümetler ekonomik veya sosyo-ekonomik nedenlerle zayıfladıklarında -bunu Rusya’da da gördük- daha otoriterleşmeye ve şiddetle yönetmeye eğilim gösteriyorlar. Belki de Avrupa’nın uzattığı bir dostluk eliyle Türkiye’de belli bir istikrar sağlanabilir ve neden olmasın, daha demokratik bir yapıya geri dönüş gerçekleşebilir.
CHP’ye dönük saldırılar, öncelikle hükümetin büyük bir kırılganlık içinde olduğunu gösteriyor. Muhtemelen Erdoğan’ın kendisi de nasıl bir yol izlemesi gerektiğini tam olarak bilmiyor. Çünkü bölgedeki birçok çatışma devam ediyor, ekonomik durum iyi değil ve küresel jeopolitik değişimler Türkiye’nin kendine yeni bir konum belirlemesini gerektiriyor. Bu belirsizlik hali, hükümetin muhalefete ve Kürt meselesine yönelik tepkilerinde de hissediliyor.
Bana göre Türk hükümetinin şu ana kadar Öcalan’ın çağrısına verdiği yanıt, meselenin önemine kesinlikle uygun değil. Hükümetin derhal uzlaşmacı bir tavır sergileyerek, bu durumu kendi halkına barış yanlısı bir lider olarak göstermek için bir fırsata çevirmesi gerekirdi. Oysaki tam tersi bir yaklaşım görüyoruz ve bu tepkiyi oldukça belirsiz buluyorum. Hükümetin kendi içinde de büyük bir çatışma içinde olduğunu düşünüyorum.
‘ULUSLARARASI TOPLUM MÜDAHİL OLMALI’
Bölgedeki bir diğer önemli mesele ise Suriye’deki gelişmeler. Cihatçı örgüt HTŞ ile yeni Suriye’nin geleceğinin tartışıldığı bir dönemde uluslararası toplum, ülkenin kıyı kentlerinde yaşanan Alevi katliamları ile sarsıldı. Bu gelişmeleri ve uluslararası toplumun HTŞ’ye dönük yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yeni hükümetin bu kadar hızlı kontrolü ele almasına, ilk haftalardaki sükunete ve başlangıçta oldukça ılımlı mesajlar vermesine şaşırmıştım. Ancak son dönemde yaşanan katliamlarla birlikte Suriye’de son yıllarda süregelen şiddetin tamamen ortadan kalkmadığını da gördük. Elbette tüm sebepleri ve detayları öğrenmek gerekecek. Ancak böyle katliamların hala yaşanabiliyor olması, geleceğe dair pek de iyi bir işaret değil.
Suriye’de yaşananlar hepimizi endişelendirdi ve Parlamento’da da tartışıldı. Kürt halkının durumu hakkında kaygılarımız vardı, çünkü onlar uzun süre Beşar Esad rejimine karşı mücadele verdiler ve sonuç olarak iki taraf arasında sıkışıp kalma riskiyle karşı karşıya kaldılar. Bir yanda ABD’nin taahhütleri, diğer yanda ise Rusya’nın geri çekilmesi. Ayrıca Türkiye'nin bu durumdan faydalanarak bölgede kontrolü ele geçirme ihtimali bizi endişelendirdi ve hâlâ endişelendirmeye devam ediyor.
Bu nedenle, şahsen ben Öcalan’ın açıklamalarını ve nihayetinde şiddetin en azından bir nebze azalmasını sağlayacak olası bir anlaşma ihtimalini olumlu karşıladım. Çünkü Suriye’deki durumun hâlâ son derece kırılgan olduğunu düşünüyorum. Yeni hükümete güvenip güvenmememiz gerektiğini bilmiyorum. Bugün o hükümet iktidarda ve bir yandan yatıştırıcı sinyaller verse de diğer yandan devam eden bir şiddet var, bu da her an yeniden kontrolden çıkabilir. Bu yüzden son derece dikkatli olunmalı.
Şu anda bir gözlem sürecindeyiz, ancak bana göre diğer ülkelerin siyasi liderlerinin, uluslararası hukukun veya insan haklarının ihlal edildiği durumlara derhâl ve en hızlı şekilde tepki vermeleri çok önemli. Bu tür ihlalleri gecikmeden kınamak gerekiyor, aksi takdirde bu ihlaller bir norm hâline gelebilir. Çünkü böylesine hassas dönemlerde zamanında müdahale edilmezse, Suriye halkının günlük yaşamı şiddet, korku ve sürekli katliamlarla şekillenebilir. Böyle bir döneme asla geri dönülmemelidir. Bu yüzden uluslararası toplum, ciddi insan hakları ihlalleri meydana geldiğinde derhâl harekete geçmelidir.
‘ROJAVA SURİYE’NİN GELECEĞİ İÇİN BİR MODEL’
Esad rejiminin düşmesinin ardından uluslararası toplum, iktidarı ele geçiren cihatçı örgüt lideri Colani ile görüşerek Suriye’nin geleceğini tartışmaya başladı. Ancak bugüne kadar Suriye’nin yapısında büyük bir değişiklik olmadı. Öte yandan Rojava’da inşa edilmiş bir demokratik modelin varlığı söz konusu. Suriye’nin sosyolojik yapısı göz önüne alındığında, bu model ülkenin bütünü için bir örnek olarak değerlendirilemez mi?
Umut ediyorum ki, gelecekteki Suriye hükümeti çok sesli olur ve özellikle Rojava'da kurulan, temsili olan ve son derece ilham verici demokratik modelden ilham alır. Ancak tabii ki bir ülkeye yönetim modeli dayatmak son derece zordur. Hatta bazı ülkelerde bunu görmekteyiz: Rusya'ya, Çin'e ve şimdi de Amerika Birleşik Devletleri'ne bakıyorum; burada demokratik model giderek kayboluyor. Çin'de zaten kayboldu, Rusya da aynı şekilde ve Amerika'da da otokrasi güçleniyor.
İşte bu yüzden bir model sunmak ya da dayatmak karmaşıktır. Bununla birlikte tüm alanlarda, özellikle de şu anda şekillenen ekonomik işbirliği konusunda, Suriye hükümetinden karşılık olarak azınlıklara saygı, temsili bir hükümetin kurulması ve mümkünse en geniş şekilde demokratik bir hükümetin kurulması talep edilmelidir. Bu hükümetin tam şekli ne olmalı? Başkanlık demokrasisi mi, sadece parlamenter bir sistem mi yoksa bir monarşi mi, monarşist demokratik bir sistem mi olmalı? Hali hazırda sahada karşılık bulan bir sistem mevcut. Rojava örneği gerçekten ilham verici ve Suriye'nin gelecekteki hükümetinin bundan ilham almasının çok faydalı olacağına inanıyorum.