GÖRÜNTÜLÜ

‘Referandum Kürtlerin varlığıyla ilgilidir’

Eren: Türkiye’deki demokrasi cephesiyle, Kürtlerin talepleri aynıdır. Demokratikleşmedir. Demokratikleşecek cumhuriyet, Kürtlerin varlığını kabul edecektir.

KCK Halklar ve İnançlar Komitesi üyesi Cihan Eren, OHAL koşullarında Türkiye’de yapılmak istenen anayasa değişikliği ve yaklaşan referandum sürecine ilişkin ANF’nin sorularını yanıtladı.

AKP eliyle yapılmak istenen anayasa değişikliği Türkiye’de gündemden düşmüyor. 1924 ve 80’lerde de bir anayasa değişikliği gerçekleştirilmişti. Hepsini karşılaştıracak olursak, fark nedir? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her şeyden önce anayasa işleriyle uğraşan hukuk ve bilim insanlarının, ortaklaştıkları bir tespitleri var. Anayasalar bildik manada hukuki metinler değildir. Bir toplumun içindeki bütün farklılıkların; farklı inançların ve etnik yapıların tümünün uzlaşmasına dayalı yasal metinlerdir. Bir nevi sözleşme metinleridir. Bir toplumun aidiyetini belirleyen bir nevi uzlaşma metinleridir. Anayasaların içindeki yazılı olan maddeler; bu uzlaşmayı, toplumsal birliği ve bütünlüğü, çağın koşullarına göre, olabilecek en demokratik muhtevada, yan yana getirme ve beraber yaşamaya imkan tanıyacak bir çerçeve belgesi olarak tanımlanıyorlar.

Türkiye’de sadece 1924’te, 1980 askeri darbesinde değil, birçok defa anayasa yapıldı. Askeri darbeler döneminde, özellikle 1960-70 askeri darbelerinde, ara dönemlerde de birçok defa anayasa değişiklikleri yapılmıştır. Fakat 1924 ve 1980, 12 Eylül anayasaları biraz daha özgünlüğü ifade ediyorlar.
Dolayısıyla Türkiye’de yapılmış bütün anayasalarda en fazla dikkate alınan, içinden geçilen süreçte kimin, iktidarı nasıl temsil ettiği noktası olmuştur. Hiçbir zaman, 1921 anayasasını saymazsak, diğer bütün anayasalarda siyasi iktidar; elit kimse, dünyaya bakış açısı neyi ifade ediyorsa, kendi iktidar ve devlet çıkarları neyi ifade ediyorsa, dayatma yasalar şeklinde ele alınmıştır. Onun için Türkiye’deki anayasa yapımları, genelde dayatma anayasalarıdır. Yani devlet, devlet adına bir grup ve bu grubun içerisinde belirleyici olan ekipler otururlar, kendi çıkarlarını bir metne dönüştürür ve bunu bütün topluma dayatırlar. Bunlar faşist anayasalar olmuştur.

Günümüz anayasası da benzer biçimde Türkiye’deki siyasi koşulları, salt Erdoğan ve ekibi çerçevesinde, ya da onlar açısından değerlendiren, onların dünyaya bakış açısını esas alan, onların günümüz ve gelecekteki çıkarlarını bir biçimde güvence altına almaya çalışan, metin olarak ele alınıyor. Bunun için Türkiye’deki farklı etnik yapıları, farklı inanç kesimlerini tanımlayan, onlara yer veren, bir nevi onların varlıklarını da anayasal güvenceye kavuşturan, onların varlıkları için teminat oluşturan bir anayasa değildir.

Şimdi 1924 anayasası hangi süreçten sonra gelişiyor? 1916-17’den itibaren başını Mustafa Kemal’in çektiği bir ekibin, sonra 1919-1920-1921’de geliştirdikleri, adına ulusal kurtuluş mücadelesi dedikleri, bir mücadele süreci var. Bu süreçte Türkiye’de bütün halklar ve etnik yapılar, bir biçimde bu ulusal kurtuluş mücadelesi denilen sürece katılmışlardır. Ve bu katılımları, 1921 gerçekliğinde toplumun bütün kesimlerini bir biçimde ifade etmeye çalışan anayasa şeklinde bir metne dönüştürülmüştür. Bilindiği gibi o dönemlerde Kürdistan, Lazistan başta olmak üzere, diğer farklı etnik yapıların tümünü isimlendirerek, parlamenter temsiliyete kavuşturan bir çerçeve oluşturuluyor. Ne zaman ki Lozan’da bir barış antlaşmasına gidiliyor; Türkiye Cumhuriyeti’nin o zamanki hükümeti tarafından, o dönemin uluslararası güçlerinin, özellikle Sovyetlerdeki Bolşevik devriminden sonra doğan konjonktürü göz önünde bulundurularak bir nevi bu devletin gelişen Bolşevik devrimine karşı, Ortadoğu’da Batı kapitalizminin çıkarlarına göre düzenlenmesini talep ediyor. Bu talep üzerine de o dönemde kendisini tek güç olarak uluslararası sisteme sunan, Mustafa Kemal ve ekibi tarafından, 1924’te yeni bir anayasaya dönüştürülüyor. Yani ulusal kurtuluş mücadelesi veriliyor, ülke bir biçimde kurtarılıyor, hükümet oluşturuluyor, Lozan antlaşmasıyla bir meşruiyete kavuşturuluyor. Meşruiyete kavuşmasıyla; son anda iktidar ve devlet olanların mantığındaki milliyetçilik, o ırkçı yaklaşım 1924’te anayasaya dönüştürülerek, başta Kürtler ve Aleviler olmak üzere Türkiye’deki diğer bütün etnik ve inançsal kesimler yok sayılıyor.

Özellikle Kürtler bağlamında zaten yaşanan süreç biliniyor. Bu dayatma üzerine bilindiği gibi, Kürtlerin 1925’te Şeyh Sait İsyanı olarak tanımlanan bir karşı koyuşları söz konusudur. Ondan sonra Zilan var. Sonra 1938’de Kürtlerin Dersim’de bir rahatsızlıkları var. Devlet bütün bu dayatmayı, gerçek bir toplumsal varlığa, toplumsal gerçekliğe dönüştürmek için; başta Kürtler olmak üzere, muhalif olabilecek, Türkiye’de mevcut tekçi anayasayı kabul etmeyen kimler varsa, saldırıya geçiyor. Bilindiği gibi Hristiyanlara dönük yoğun bastırma faaliyetleri, mübadeleler var.

Böylelikle Türkiye, kaskatı faşist bir ülkeye dönüştü ve bu anayasadan bir hayır göremedi. Ne maddi ne manevi imkanlarını değerlendirilebildi. Ne de toplumsal zenginliklerini gerçekten bir sisteme dönüştürebildi. Dolayısıyla Türkiye 1924 anayasasıyla beraber, Ortadoğu’nun tabiri caizse İsviçre’si ya da Japonya’sı olma şansını yitirdi. Peki ne oldu? Sürekli iç isyanlar, sürekli gerginlikler, sürekli çatışmalar yaşandı. Ve bildiğimiz gibi iktidar da bu zorlanmalar karşısında, sürekli darbelerle karşılık verdi. 60-70 ve 80 darbeleriyle, bu toplumsal muhalefetleri bastırmaya çalıştı. 12 Eylül askeri darbesi de toplumsal muhalefeti darbelerle bastıran, iktidarların bir nevi yeter denebilecek şekilde, kendisini kaskatı faşist bir ideolojiye dönüştürerek, bu ideolojiyi kurumsallaştırma çabasını ifade ediyor. İşte 12 Eylül Kenan Evren anayasası, faşistleşmenin kalıcılaştırılmasının tabanını döşedi. Onun için sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel adımlar attı, kurumlar oluşturuldu.

Erdoğan’la beraber bu kurumsallaştırma faaliyetinin, 12 Eylül anayasasıyla başlatılan sürecini, bir nevi kalıcı bir anayasaya dönüştürerek, devletin bütün kurum ve kuruluşlarını faşist bir kurumsallaşmayla, faşist bir yapılandırmaya dönüştürerek, tıpkı Hitler’de olduğu gibi ya da Mussolini’de olduğu gibi artık bir bütün faşist ülkeye evirmiş oluyorlar. Çünkü 12 Eylül askeri darbesi, büyük bir toplumsal faaliyeti, bastıra bastıra iktidara yerleşmeye çalıştı. Bunu yaparken de toplumsal muhalefeti eritecek adımlar da attı. Özellikle sosyal, siyasal ve ekonomik alanlarda. Erdoğan, 12 Eylül askeri darbesiyle, Türkiye’de faşistleşme bağlamında yürütülen çalışmaların ya da atılan adımların, bir yere kadar geldiğini ve artık bu faşistleşmenin kalıcı bir anayasaya dönüştürülmesinin gerektiğini düşündüğü için böyle bir anayasa yapmaya adım atıyor.

AKP, 12 Eylül faşist darbesinin kurumsallaşmış halidir diyebilir miyiz?

Tabii ki. Zaten dikkat edilirse başını AKP’nin çektiği ya da şu anda AKP olarak bildiğimiz, Türkiye’de; kimilerinin yeşil Türkçüler dediği, yeşil faşistler olarak, dinci olarak, milli görüş olarak tanımladığımız bütün bu kavramlar üzerinden isimlendirilen, bu isimler varlıklarını 12 Eylül askeri darbesine borçlular.

Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan; siyah, beyaz ve AKP eliyle geliştirilen yeşil bir Türklük’ten bahsediyor. Bu anayasayla, Türkiye’de geliştirilen faşizm renklerinin birleştirilmesinin kurumsallaştığı bir anayasa mı oluşturuluyor?

Türkiye’de şöyle bir durum söz konusu; 1923’e kadar Türkiye’deki bütün toplumsal kesimlerin kendisini, bir biçimde ifade ettikleri, toplumsal ve siyasal bir ortam söz konusu. Biz bunu 1921 anayasasında görüyoruz. Lozan antlaşmasından sonra, Kürtlerin inkarı uluslararası sistemin kurallarına göre meşruiyet kazanınca, onların nazarında tekçi bir yapılanmaya dönüştü. Bu tekçi yapılanmadaki ittifak, beyaz Türkler ile siyah faşist dediğimiz, kapkara faşizm olarak tanımladığımız, faşist ortaklar tarafından yürütüldü. Yani bir tarafında yeni oluşturulan; egemen, burjuva, zengin, batı sistemiyle bir biçimde buluşmaya ve kendisini modernleştirmeye çalışan beyaz faşistler, Türkler, diğer tarafta da bunun toplumsal zeminini, ittifak biçimini sonradan MHP olarak görebileceğimiz, kara faşizm biçiminde kendisini ifade eden, faşistlerin ortaklığı.

Bu iki kesim, 1980’e kadar yeksan bir ortaklık ile Türkiye’deki bütün muhalif hareketlere karşı bir mücadelede bulundular. Ve sürekli darbelerle, faşist uygulamalarla toplumu bastırmaya çalıştılar. Fakat katı bir inkarcılığa karşı, özellikle Kürdistan Özgürlük Mücadelesi ve Kürtlerin talepleri başta olmak üzere, diğer bütün muhaliflerin karşı duruşuyla, bu taşınamaz bir duruma geldi. Ve onlar şu karara vardılar: ‘Biz siyasal sistemimizi güçlü bir toplumsal zemine dayandırmazsak, bu siyasal sistemimizi, dinci kanattan ideolojik bir beslenmeyle bir nevi güçlendiremezsek, toplumsal muhalefet, özellikle Kürdistan Özgürlük Hareketi başta olmak üzere, bu mevcut tekçi düzeni yıkacak.’ Dolayısıyla 12 Eylül askeri darbesinde, bu sistemin toplumsallaşması gerektiğinin yani toplumsal ayaklarının güçlendirilmesi gerektiğinin kararı verildi. Böylelikle kendisini dini kimlik üzerinden tanımlayan kesimlere kapı araladılar.

Bilindiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluşunda tasfiye edilen üç önemli kesim var: Birincisi İslamcılar, ikincisi Kürtler, üçüncüsü ise sol kesimlerdir. Dolayısıyla kara faşist ve beyaz Türklerin devlet mantığında; solcuların, Kürtlerin ve İslami kimlikli olan toplumsal kesimlerin, mutlaka olmaması gerekiyor. Özellikle Kürtlerin, hiç olmaması gerekiyor. Çünkü devlet, varlığını Kürtlerin inkarı üzerine geliştiriyor. Şimdi bu zorlanmayla beraber devlet şu kararı verdi; Tamam Kürtler ve solcular olmasın fakat biz Müslümanları, bir nevi terbiye ederek, kendi sistemimiz içine çekebiliriz. Zaten 12 Eylül budur. 12 Eylül askeri darbesinde şehirlerin üzerinde ayetlerin dağıtılması, imam hatip liselerinin, ilahiyat fakültelerinin çoğaltılmasının ve diyanet işleri başkanlığının güçlendirilmesinin nedeni nedir? Devletin kendi toplumsal zemininin dinsellik üzerinden geliştirilmesidir. Yani bu Türkiye Cumhuriyeti devletinin İslamiyet değerlerini bir bütün kullanacağı ve İslami bir devlete dönüşeceği ya da diyelim ki bildik manada dini ilimler içerisinde, yeni bir kültür oluşturacağı anlamına gelmiyor. Terbiye edip, kendisi açısından hadımlaştırıyor ve sistemin içerisine çekiyor. Yani öyle bir duruma getiriyor ki, dini argümanlar kullandığında, toplumda ona muhalefet olmayan bir kesim oluşturmak istiyor. Yani bir toplumsal güce dayandırmak istiyor. Bu da yeşil faşizmdir. Çünkü zaten devlet, kara ve beyaz faşist Türkçülerin zihniyeti üzerine oluşmuş. Toplumsal zeminde ihtiyaç duyduğu kesimleri de yeşil faşizm üzerinden alarak, yeşil faşizmle kara faşizmi beyaz Türklerin ideolojisiyle buluşturuyor.

Bugün AKP ve Ergenekoncular niye buluştular? Ya da AKP ve MHP niye buluştu? AKP, İslami değerleri ve İslami terminolojiyi kullanarak toplumu devşiriyor. Bizim MHP olarak bildiğimiz, Ergenekoncular olarak bildiğimiz, özellikle bunun bugün en çok konuşan yüzü Doğu Perinçek, Vatan Partisi ekibidir, akıl da bunlarındır. Konuşunca dincidir ama sistem faşisttir. AKP’ye kadar bu süreç nasıl geliyordu? Salt Türkçülük üzerinden. Her şey, herkes Türkçü, herkes Türk olmak zorunda argümanlarıyla, değerlendirme yapıyorlardı. Şimdi de şöyle; ‘Biz Müslüman Türk’üz.’ Geçmişte, ‘Biz Türk’üz ama İslam da olabilir’ denilirdi, ki buna laiklik diyorlar. Şimdiyse, ‘Biz Türk’üz ama biz Müslüman Türk’üz’ deniliyor. Zaten Vatan Partisi çevresi, yani Ergenekon olarak bildiğimiz çevre, çok açık bir biçimde bunu söylüyor. ‘Biz de İslam’ı kullanalım, biz de İslam’dan faydalanalım’ diyorlar. Dolayısıyla AKP’de gördüğümüz, İslam’ın Türkiye’de faşistleştirilmesidir. Baas Partisi gibi yapılmasıdır. Yani ilk defa Türkiye’de Saddam rejimi oluşturuluyor, Nasırcılık sistemleşiyor diyebiliriz. Yani din ilk defa Türkiye’de bu düzeyde; faşizmin, Türk milliyetçiliğinin hizmetinde koşturuluyor. Bunun da kavramsal olarak tanımlaması şöyledir: Türkiye’de kara, beyaz ve yeşil faşistler buluşarak bir siyasal sistem oluşturuyorlar. Ama şunu unutmayalım bu sistem konuşunca İslami’dir. İslami argümanlıdır. Zaten AKP’nin sık sık ecdat, Osmanlı, Abdülhamit ve Abdülaziz demesinin nedeni budur. Oraya dayandırıldığı için.

Mustafa Kemal çizgisi kendisini nereye dayandırıyordu? Avrupa modernizmine dayandırıyordu. Kendisi ile İslam arasında da laiklik üzerinden bir bağ kurmaya çalışıyordu. O bilinen bir husustur. Şimdi o biraz daha gölgede bırakılarak, İslam üzerinden bunlara yaklaştırılıyor. Tarihten de bilinmektedir ki; hiçbir milliyetçilik, dini kullanan milliyetçilikten, daha tehlikeli değildir. Çünkü bu milliyetçilikte her şey kutsallık adına yapılıyor. Öldürünce de ölünce de kutsal bir şey yapmış oluyor. Dikkat edilirse, Erdoğan ikide bir şehadetten bahseder, şehidin şerbetinden bahseder, ölümden, cennetlikten bahseder. Sebebi budur. Dolayısıyla günümüzde Türkiye’deki o kara ve beyaz faşist ideoloji, yeşil bir elbise giyerek, AKP şahsında kendisini siyasal bir sisteme kavuşturmaya çalışıyor.

Peki bu durum Türkiye’nin dış politikasını etkilemez mi? Sonuçta gelecekte hem Suriye hem de Irak’a dönük farklı planları var. Bu anayasa değişikliği dış politikayı nasıl etkiler?

Şimdi günümüzde, kapitalist sistemin içerisinde bulunduğu yapısal bir kaos var. Avrupa sistemin merkezi ve bu sistemin taşıyıcı gücüdür. Buralarda giderek sağcılığa dönük bir siyasal gidişat söz konusudur. 1990’lardan itibaren Ortadoğu’da içine girdiği bir savaş var. Ve biz bu savaşı Önderliğimizin de tanımladığı gibi, ‘3. Dünya Savaşı’ olarak ifade ediyoruz. Dolayısıyla bu gelişmeleri de görmeden Türkiye’deki dış politikayı sadece içerideki durumla izah etmek gerçekçi olamaz. Dolayısıyla kapitalist sistemin, Türkiye’ye özellikle 90’lı yıllardan sonra verdiği bir görev vardı. Bu görevin özellikle Irak ve Suriye’de yerine getirilmesi gereken sorumlulukları vardı. Türkiye kendisine verilen bu görevleri yerine getirmedi diyebiliriz.

Çok ünlü bir Mart teskeresi, söz konusuydu. Irak’a ve Suriye’ye dönük müdahale yapıldığında da ABD ve Türkiye’nin ortak planladığı bazı şeyler vardı. Şimdi burada Türkiye’deki klasik devlet, yani bizim Ergenekoncular olarak bildiğimiz o kesim, yine kara faşist kesim olarak bildiğimiz bir diğer kesim, bu politikaları bir bütün olarak yapmadı. Niye? Çünkü onlar; sistemin bir kaos yaşadığını, Ortadoğu’da çok ciddi değişikliklerin olacağını, bu değişikliklerin olması ile muhtemelen Ortadoğu’nun biraz da demokratikleşmeye doğru evrilebileceğini, Ortadoğu’daki demokratikleşme yönlü gelişmelerin, Kürtlere büyük fırsatlar doğuracağını, kadınların, gençlik hareketinin daha fazla ön plana çıkacağını, toplumdaki entelektüel, sanatçı kesimlerin daha fazla sivil toplum çerçevesinde demokratik birer örgütlü güç olarak ortaya çıkabileceklerini tahmin ediyorlardı. Onun için bunun önünü kapattılar.

Mesela günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır ki Ortadoğu’da değişiklik yapmak isteyen bir güç varsa, bu güç önce Türkiye’yi değiştirmek zorundadır. Niye? Çünkü Ortadoğu’da yapılacak bir değişim geriye gidemez. Çünkü mevcut geri düzey DAİŞ’tir. DAİŞ’ten daha geri bir düzey olamaz. DAİŞ’in ne kadar tehlikeli olduğu görüldü. Ulus devlet anlamında da Arap ülkeleri, İran, Irak, Suriye ve Türkiye gözümüzün önündedir. Bundan daha kötü ulus devletler olamaz. Dolayısıyla bu değişim tarihsel olarak da daha olumlu diyebileceğimiz, daha yaşanılabilir diyebileceğimiz bir yöne evrilmek durumundadır. Şimdi Ortadoğu’da böylesi bir değişim gerçekleştiğinde, Kürtler açığa çıkmak zorundadır. Çünkü bu sistem Kürtlerin inkârı üzerinden kendisini kurumsallaştırmış. Şimdi Kürtlerin bir halk olarak ortaya çıkması demek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin 1924 anayasasıyla başlattığı ve 1980 anayasasıyla da kalıcılaştırmak istediği siyasal sisteminin değişmesi demektir. Zaten bunu söylüyorlar. İkide bir beka sorunu dedikleri budur. Türkiye Cumhuriyeti’nin beka sorunu yoktur. Türk halkı için beka sorunu yoktur. Türkiye’deki demokratik kesim için beka sorunu yoktur. Türkiye’deki Aleviler için beka sorunu yoktur. Türkiye’deki milliyetçiler için de beka sorunu yoktur. Beka sorunu yaşayan, inkâr ve imha sistemidir. Yani kendisini değiştirmek zorundadır.

O zaman kimin beka sorunu vardır?

Erdoğan’ın, AKP’nin ve MHP’nin beka sorunu vardır. Çünkü bunlar Kürtlerin inkârı üzerinden Türkiye’de devletleşmiş olan kesimlerdir.

Anayasa taslağındaki yargı, yürütme ve yasamanın tek adam yani tek elden yürütülmesi kendilerini aklamak üzerinden mi geliştiriliyor? Yani kendi bekalarını korumak üzerinden mi geliştiriyorlar?

Gelişmeler bu yönlü. Mevcut inkarcı, tekçi cumhuriyetin, devletin, değişmesini istiyorlar. Yani bu bağlamda, AKP’lilerin de söylediği bir şey var; sistem değişmiyor, herkes sistemin değişmesi gerektiğini söylüyor. Ama sistem nasıl değişecek? Yani değişmek kendi başına bir kavram. Onun sağı var, solu var, arkası var, üstü var, ilerisi var, gerisi var, faşisti var, demokratı var, liberal var, dincisi var, şeriatçısı var. Yani var da var. Ne tür bir değişiklik? Burada onlar beka sorunu olarak şunu söylüyorlar: ‘Biz inkâr ve imha sistemi olan Cumhuriyeti yani kara ve beyaz faşist sistemi, yeşile büründürerek, herkese değiştik diyelim.’ Ama bu değişim zaten Ortadoğu’da aşılmak zorunda olan bir değişimdir. Türkiye’de atılan bu adım, Mustafa Kemal’in başlattığından daha geriye gitmek demek oluyor. Krallaşacak, tekçi bir sisteme dönüşecek, tek adam sistemine dönüşecek.

Değişim değil, geriye dönmek mi?

Geriye giden bir değişimdir. Dolayısıyla sistem geliyor, kendisini bir kişinin iki dudağı arasına koyuyor. Yani bu adam ne isterse; hangi kanunu, yasayı çıkartmak, kimi başbakan yapmak, kimi milletvekili yapmak, kimi hakim yapmak, savcı yapmak isterse yapacağı hatta yerleştirdiği bu insanlardan, kimin öğretmen olmasını, kimin normal memur, kimin belediye çöpçüsü olacağını belirleyecek bir sisteme dönüşüyor. Biz bu sistemi Katar’dan, Suudi Arabistan’dan, Esat Rejimi’nden biliyoruz. Biz bu sistemi Saddam’dan biliyoruz. Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin 80- 90 yıllık macerası buraya mı evrilmeliydi? ‘En hakiki mürşit ilimdir’ diyen bir sistem, ‘Yurtta sulh cihanda sulh’ diyen bir sistem, kendisine modernleşmeyi hedef biçen demokratik ve sosyal hukuk devletini kendisine sözde de olsa hedef biçmiş bir sistem buraya mı dönmeliydi? Bu tartışılmak durumundadır. Dolayısıyla mevcut anayasayla, sistemi geriye götürmek isteyen kesim, kendisini güçlendirmek istiyor.

Anayasalar bir toplumun, bir ülkenin zenginliklerinin uzlaşmasıyla olur. Nihayetinde o zenginliklerin, uzlaşmasına bağlıdır. Ama burada olan bu değildir. Bir tek adam, grup ve kesim, sistemi daha geriye çekebilmek için kendisinin ihtiyaç duyduğu güçleri kendi elinde oluşturuyor. Yargıyı da parlamentoyu da hükümeti de kendisi belirliyor. Yani yasamayı da yürütmeyi de yargıyı da kendisi belirliyor ki, kafasındaki geriye gidişin önündeki bütün engelleri kaldırabilsin. Olan budur.

Geriye dönük çok güçlü bir değişiklik, AKP- Erdoğan’la beraber MHP ortaklığıyla oluşuyor. Aslında olan bir nevi Alparslan Türkeş’in, ‘Biz içerde, fikirlerimiz iktidardadır’ düşüncesinin pratikleşmesi oluyor. Yani artık MHP’den bildiğimiz o ülkücülük, faşist ve ırkçı zihniyet, anayasallaşarak devletleşiyor. Dolayısıyla mevcutta yapılan şey, AKP ve MHP uzlaşma metnidir. Ama MHP’nin de tümü değildir. Onu da bilmek gerekir. Yani bu işe biraz milliyetçi biraz da kültürel baktığını söyleyen, Türkçülük üzerinden baktığını söyleyen, Türklerin geçmiş tarihi ve kültürü, değerleri ve mirasıyla bakmaya çalışanlar da dışlanacaktır. Türkçülüğü salt Müslümanlıkla ele alan milliyetçiler güç olacak ama Türkçülüğü, Türk milliyetçiliğini İslam’ın ötesine götüren kültürel milliyetçi denilen kesimler dışlanacak. MHP içerisindeki çatallaşma da farklılaşma da bunun ispatıdır.

1980’ler anayasasının referandum koşulları OHAL’di. Günümüzde de yine aynı OHAL koşullarında referanduma gidiliyor. Bunu nasıl değerlendirebilirsiniz?

Zaten askeri darbeler OHAL ilan ederek kendilerini toplumun üzerinde güç yaparlar. Dolayısıyla faşist askeri darbe mantığıyla baktığımızda çok da anormal bir şey değildir. Erdoğan da 7 Haziran’da darbe yaptı. İlan etmediği bir OHAL ortamı yarattı. 15 Temmuz askeri darbesini de gerekçe yaparak bir bütün OHAL’e dönüştürdü. Dolayısıyla artık OHAL, Türkiye’nin normal hali olacak. Yani bu yasa zaten OHAL’i normalleştirmedir. Zaten MHP lideri bunu açık söyledi. “Bir fiili durum var biz bunu yasallaştırmak zorundayız” dedi. Fiili durum dediği nedir? Erdoğan’a gelen, OHAL durumudur. Dolayısıyla mevcut anayasaya, Türkiye’deki OHAL’i, normal hale dönüştürme anayasası demek de mümkündür. Zaten böyle olacak. Çünkü Karar Hükmünde Kararname yetkisi tanınacak Cumhurbaşkanına. İstediği KHK’yi çıkartabilecek. OHAL’de de en önemli yasal güç budur. OHAL oluyor, sen istediğin yasayı OHAL bahanesiyle çıkarabiliyorsun. Şimdi bu yasallaşacak. Mevcut durumda Erdoğan, zaten fiili olarak sistemi değiştireceğini daha önce söylemişti. Şimdi değiştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye artık budur. OHAL’i yoktur. Kimse bu kavramları kurarak kendisini yanıltmamalıdır.

Türkiye’nin durumu gerçekten de içler acısı bir durumdur. Yani Ortadoğu’da Arap halkının kendisinde değiştirmek istediklerini, Ortadoğu’da bütün insanlığın değiştirmek istediği bir sistem; yıkılan, liderleri idam edilen, linç edilen bir sistem, Türkiye’de çok normal bir biçimde ve demokrasi adı altında rejimleştiriliyor. Türkiye halkı için, Türkiye’nin değerleri için hani hep söylerler ya, Çanakkale’deki şehitlerin anısı için bile çok trajik bir durumdur. O insanlar böyle bir Türkiye için ölmemişlerdir. Bunu bilmek gerekir. Kürtler, Çanakkale’de böyle bir Türkiye oluşsun diye Türklerle beraber mücadele etmemişlerdir. Bu bilinmek durumundadır.

Referandum için tüm partiler startını verdi. Ağırlıkta ‘hayır’ daha çok öne çıkıyor. CHP, MHP’den ayrılan bir grup ve HDP, ‘hayır’ yönünde tavırlarını ortaya koydu. Bunların hepsini yan yana getirdiğimizde ‘hayır’ demeleri noktasında amaçsal olarak bir ayrılık var. Bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Çok geniş bir yelpazeden hayır denilmesinin temel sebebi, anayasaların toplumsal uzlaşma metinleri olmasıdır. Anayasalar, toplumsal birliği demokratik temelde kurmaya çalışan metinlerdir. Bu yapılan anayasa bir dayatma olduğu için, Bahçeli-Erdoğan’ın bir metnidir bu. Yani onların kendi aralarındaki barış antlaşmasıdır. Kara faşistlerle, yeşil faşistlerin barış antlaşmasıdır bu metin. Şimdi onlar arasındaki bu barış metnini toplum görüyor. Her cepheden, her yelpazeden insanlar buna karşı çıkıyor. Yani bu anayasanın yanlış olduğunun ispatı aslında her cepheden insanın buna karşı çıkmasıdır. Çünkü kimseyi kucaklamıyor, kimseyi almıyor.

En çarpıcı örnek de MHP’nin içerisindeki durumdur. Bahçeli’nin Erdoğan’la uzlaşmasının değişik şahsi nedenleri de olabilir. Çünkü daha önce Bahçeli’nin özel yaşamına ilişkin söylenen bazı şeyler vardı, belki bunların da etkisi olabilir ama ne olursa olsun MHP bile bölünmüşse, bu bunun bu kadar yanlış olduğunu gösteriyor. AKP içerisinde de bölünmeler vardır. AKP içerisinde de Cemil Çiçek gibi, Köksal Toptan gibi, Bülent Arınç ve muhtemelen Abdullah Gül gibi kesimler de bu anayasaya çok fazla sıcak bakmıyorlar. Belki değişik kaygılarından ötürü açıkça ifade etmiyorlar ama onlar da bu anayasaya gelmiyorlar. Dolayısıyla bu anayasayla beraber şu bilinmelidir; Türkiye’de yeni bir kesim açığa çıkacak. Belki de yeni bir parti çıkacak. AKP ve MHP’nin birlikteliğiyle yeni bir oluşuma gidilecek. Bu oluşum kendi içerisinde, kendisi gibi olmayanları da tasfiye edecektir. Zaten Erdoğan’ın pratiği bunu çok defalar ispatladı.

Attığı her yeni adım kendisine göre kendi içerisinde kendisiyle beraber olan yol arkadaşlarını tasfiyeye götürdü. MHP de böyle bir adım attı. Muhalif olarak da bilinen o kültürel milliyetçi diyebileceğimiz ya da böyle olduğunu düşündüğümüz o insanları tasfiye etti. Şimdi anayasa referandumdan geçerse bunun birlikteliğinden yeni bir siyasi oluşum çıkacak. Dolayısıyla o diğer kesimlerin tümü tasfiye edilecekler. Şimdi bunun için bu kaygıları yaşayan kesimler muhalefet edeceklerdir. Çünkü gerçekten de bu ne anayasa olarak anayasadır ne de hukuki bir metindir.

Esas anayasa bu referandumdan sonra Erdoğan'ın yazacağı anayasa olacak. Bu yapılan, Erdoğan’a yeni bir anayasa yapma imkanı tanıyacaktır. Esas ne olacağını biz bu referandumdan sonra göreceğiz. Bunun için bu gerçeği görerek herkesin büyük kaygılar duyması gerekiyor. Bu adam ülkeyi satışa bile götürebilir. Böyle şeyler Türkiye tarihinde yaşanmıştır. Enver Paşa durup dururken Türkiye’yi niye 1. Dünya Savaşı’na soktu? Kendi kariyer ve iktidar hırsı için. Sözüm ona Osmanlı’nın kaybettiği topraklarını yeniden Almanlarla kazanacaktı. Bir iktidar hırsı Türkiye’yi ne hale soktu? Bu da böyle bir şey yapabilir. Dolayısıyla bu çerçevede özellikle üç kesimin çok büyük tehlikelerle karşı karşıya olduğunu söyleyebiliriz. Kürtler, Aleviler ve sol, demokratik kesimler. Bu referandumla Erdoğan yeni anayasa yapabilecek imkanlara kavuşursa bu üç kesim kendisini felaketlerin beklediği kesimler olacak. Dini, milliyetçilik için kullanmaya karşı olan kesimler de büyük bir zarar görecekler. CHP’nin, Cumhuriyetin laiklik sürecinde Alevilerin başına getirdiğinin aynısını, Erdoğan Müslümanların başına getirebilir. Çünkü CHP’li laik Kemalizm, Alevilere diyordu ki; ‘Bu cumhuriyet sizin.’ Ama on yılda bir Alevileri katlediyordu. Bunun aynısını Erdoğan, Müslümanlara yapabilir. Biz bir Müslüman ülkeyiz, her şeye Allah u Ekber’le gidiyor. Ama biliyorlar ki bu dinci ve milliyetçi bir adamdır. Yani dini değerleri, kendi milliyetçi iktidar hırsı için kullanıyor. Bu din anlamında günahtır. Buna karşı çıkan Müslümanlar da olacaktır. Dolayısıyla Müslümanları da zaman zaman vurması gerekecektir.

Kürtler için bu anayasa işte AKP, CHP, HDP ve BDP değildir. Biz Kürt’üz, Türk milliyetçileri, dincileri ırkçı bir anayasa yapıyorlar. Bizim bu anayasayla bir alakamız olamaz. Dolayısıyla Kürtler bu referanduma giderlerken; işte AKP’dir, Erdoğan’dır mantığı üzerinden bakmamaları lazım. Bu bir belediye seçimi değildir. Bu bir parlamenter seçim ya da normal bir anayasa metnine dayanmış bir cumhurbaşkanı seçimi değildir. Bu, Kürtlerin varlığıyla ilgili bir şeydir. Yani yurtsever, PKK’li olan Kürtlerin dışında bütün Kürtleri ilgilendiren bir şeydir. Kürtlerin varlığı söz konusu burada. Bunun için Kürtlerin öyle siyasi AKP’lilik, HDP’lilik, DBP’lilik üzerinden değil, Kürt ve Türk üzerinden okumalarının daha doğru olacağını düşünüyorum. Çünkü bu anayasa referandumuyla Erdoğan, yeni bir anayasa yapacak güce gelir ve bu gücün onayını alırsa, kendi içindeki Kürtleri de tasfiye edecektir. Nereden biliyoruz bunu? Lozan antlaşmasındaki Kürt heyeti, İsmet İnönü ile beraber İngilizlerle tartışırlarken, Türkiye Cumhuriyeti’ni Türklerin ve Kürtlerin devleti olarak tanımlıyor. O Kürtler, İngilizler karşısında Cumhuriyet’in yasallaşmasının meşrulaşmasına yardımcı oluyorlar. O kesimler Lozan’dan dönüp Ankara’ya geldiklerinde, 1924 anayasasıyla idam ediliyorlar. Şu anda AKP’ye oy veren AKP içerisindeki Kürtlerin bir kısmı, özellikle Hasan Basrilere baksınlar, onların başına neler geldi? Mustafa Kemal’in kendi talimatıyla mektup yazdırıp, Kürt elbiseleriyle fotoğrafını çekip Lozan’a gönderdiği adamları sonra idam ettiğini biliyoruz. Aynı şey olabilir. Çünkü böyle bir süreçten geçiyoruz. Dolayısıyla Kürtlerin ‘Hayır’ının nedeni kendi ulusal varlıklarıyla ilgilidir.

Tabi ki Kürtlerin kendi ulusal varlıklarının kabulüne dönük alacakları tutum, Türkiye’nin demokratikleşmesinin de motor gücüdür. Bu açıdan biz, Türkiye’deki demokrasi mücadelesiyle beraberiz. Dolayısıyla Türkiye’deki demokrasi cephesiyle, Kürtlerin talepleri aynıdır. Demokratikleşmedir. Demokratikleşecek cumhuriyet, Kürtlerin varlığını kabul edecektir. Dolayısıyla Kürtler bu referandumda ya kendi boyunlarına bizzat kendileri urganı geçirip kendilerini idam ettirecekler ya da bu urganı Erdoğan’ın boynuna geçirecekler. Şimdiden tartışılıyor. MGK’da da Kürt seçmeninin çok önemli olduğu görüldü. Referandumda Kürdistan’da özel tedbirler alacaklarını söylediler. Niye? Çünkü gerçekten de Erdoğan’ın urganı, Kürtlerin elindedir. Türkiye bölünmüş. Kürtler hangi tarafa ağırlığını koyarlarsa o taraf kazanacak. Dolayısıyla Önderliğimizin de tespit ettiği çok önemli bir şey vardı; Türkiye’nin demokratikleşmesinin yolu Kürt sorununun çözülmesinden geçer. Kürtlerin varlığına bağlıdır. O zaman biz Kürtler tekrardan Türkiye’de tarihsel bir görev ve rolle karşı karşıyayız. Sağı, solu, milliyetçisi, dincisi, sosyalisti ayrımı yoktur burada. Çünkü Türkiye demokratikleşirse Kürtler var olacak. Kürtler var olunca da Kürtler içerisindeki diğer toplumsal kesimler yani dini hassasiyeti olan, Alevi’si, Êzidî’si, solcusu, milliyetçisi kendisini bir biçimde ifade edebilirler. Ama eğer ki referandumdan ‘evet’ geçerse, bu Kürtlerin başına ölümü, katliamı getirir. O zaman ne Kürt dincisi olur ne, Kürt Alevi’si olur, ne Kürt milliyetçisi olur. Dolayısıyla Kürt solu üzerine de, PKK’nin temsil ettiği sol çizgi üzerine de büyük bir katliam geliştirilebilir.