“Sorun ‘dış güçler’ değil, emperyalist kapitalizmin iç mekanizmasıdır”

Olcay Çelik, hükümetin ağzından düşürmediği “dış güçler” ve ekonomiye müdahale lafının aslında Türkiye ekonomisinin emperyalist kapitalizme bağımlılık olarak tanımlarken, bunun bir esaret değil işbirlikçilik olduğunun da altını çiziyor.

Türkiye içinde bulunduğu ekonomik kriz neredeyse tüm nüfusun Merkez Bankası para politikasını izlemesi, faiz ve döviz konuşmasına varan bir duruma evirildi. Peki işçi, emekçi ve halkların esas problemi faiz ve döviz politikaları mı? Marksist Teori Dergisi yazarı Olcay Çelik “Türkiye gibi mali-ekonomik sömürgelere özgü faiz – kur tartışmaları da son tahlilde ülke içinde işçi sınıfının ürettiği artıdeğerin emperyalistler ve yerli sermaye blokları arasında nasıl pay edileceğine dair tartışmalardır” diyerek halkın ya da işçilerin bu tartışmalardan fayda beklemesinin bir anlamı olmadığını vurguluyor. Erdoğan’ın bir “çözüm modeli” olmadığını da söyleyen Olcay Çelik ile 2020-21’de korona ile öne çekilen dünya kapitalist krizinden Türkiye’de yaşanan ekonomi politikasının iflasına geniş bir çerçevede konuştuk.

2018’de belirginleşen daha sonra 2020’de Covid-19 ile derinleşen bir ekonomik kriz var. İktidarın ekonomi politikası hangi aşamada ve krizi hangi safhaya taşıyor?

Türkiye kapitalizmi emperyalizmin bir mali-ekonomik sömürgesi. Yani küresel üretim hiyerarşisindeki rolü, uluslararası tekellerin ucuz emek taşeronu olmak ve ihtiyaç duyduğu parayı da mali sermaye oligarşisinden almak. Bu durum onu ithalata ve yabancı sermaye girişine giderek daha da bağımlı kılıyor. Tabii buradaki “bağımlılığı” Türk burjuvazisinin esareti gibi okumayın. Evet, ülke içinde işçisine ürettirdiği değerin aslan payını eşitsiz mübadele ve faiz talanı ile emperyalizme aktarıyor ancak bu sayede ulusal pazar ile kıyas kabul etmez büyüklükteki küresel pazarlara erişiyor, büyümesini ancak böyle devam ettirebiliyor.

Yani?

Yani pozisyonu mağdur değil, eşitsiz gelişimden doğan nesnel çıkarların dayattığı bir işbirlikçilik. Yerli burjuvazi, kapitalizmin genişleme evresinde bu bağımlılık ilişkileri sürdürebiliyor. Çünkü sipariş de çok, yabancı sermaye akımı da. Ama kapitalizm küresel olarak krize girdiği zaman o da bir mali-ekonomik sömürge olarak daha büyük bir krize giriyor. Bir nevi kapitalizmin genel krizi hiyerarşinin üst halkalarından alt halkalarına aktarılıyor. Türkiye kapitalizminin 2018'de belirginleşen krizin nedensel kökenini kapitalizmin 2008-9'da yaşadığı küresel krizden sonraki inişli-çıkışlı durgunluk sürecinde, daha spesifik olarak da 2013 sonrasında küresel ticaretin ve yabancı sermaye akımlarının mali-ekonomik sömürgelere olan akışının yavaşlamasına bağlayabiliriz. Salgın, kapıda olan küresel yıkımı öne çekmiş oldu.

Peki, 1994 ve 2001 krizleriyle de karşılaştırırsak?

1994 ve 2001 krizleri ise Türkiye kapitalizminin bahsettiğimiz bu mali-ekonomik sömürgeleşme sürecinin altyapısını hazırlamak için atılan, örneğin, maksimum kâr için meta ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi, yerli mali sermayenin kamu kaynaklarıyla geliştirilmesi, devletin ekonomideki etkinliğinin azaltılması gibi adımların nesnel bir sonucuydu. Zaten bu adımlar ve dolayısıyla bu krizler, sermaye sınıfının iktidarı olan AKP'nin 2002 sonrasında emperyalizmin işçi düşmanı mali-ekonomik sömürgeleştirme programını tam gaz uygulayabilmesini sağladı. Bugünkü kriz ise inşa sürecinin değil, bizzat emperyalist kapitalizmin, dolayısıyla mali-ekonomik sömürgecilik programının, Türkiye kapitalizminin krizi. Küresel kriz aşılmadan ki aşılacak gibi durmuyor, bu kriz aşılamaz. Ancak yıkıcı etkileri bir süre ötelenebilir. Faşist şef de bunu yapmaya çalışıyor ama manevra imkanları giderek tükeniyor.

Erdoğan yazarkasayı ima ederek Ecevit döneminde “O daktilolar neden atıldı acaba?” dedi. Bu dönem atılmaması 2001 krizinden daha iyi olduğu anlamına mı geliyor? Ayrıca yine Erdoğan, “Dövizdeki dalgalanma ekonomik temelli değil” dedi. Bu söylemlerini nasıl yorumluyorsunuz?

Ezilen sınıf ve kesimlerin tarihin bir döneminde sergiledikleri ekonomik protesto eylemlerini diğer dönemlerde sergilememeleri daha çok hak ve özgürlüklerinin geldiği düzey ile ilgili. Yani bugün iktisadi yıkım daha az diye değil, faşist yasak, baskı ve devlet terörü çok daha fazla arttığı için ekonomik eylemler görece sınırlı kalabiliyor. Ama bu da değişiyor. Evet, sınıfsal özellikleri gereği belki esnafın değil ama işçilerin eylemliliği giderek artıyor. Erdoğan'ın polis şiddetini, gözaltı-tutuklama saldırılarını artırmasına rağmen işçi-emekçi direnişleri eskisi kadar kolay bastırılamıyor.

Dövizdeki dalgalanmaya gelirsek, ekonomi-siyaset ayrımının yapay olduğu gerçeğine çok girmeden şunu soralım: Madem bu dalgalanma ekonomik temelli değil, o halde faşist şef neden devamlı ekonomi yönetimini değiştiriyor, faizleri artırıp-azaltıyor, ekonomik “reform” programları açıklıyor ve yabancı sermayeye dikensiz, direnişsiz, örgütsüz bir işçi bahçesi vaat edip duruyor o zaman? Ne yani, ekonomik çıkarının hilafına mı hareket ediyor uluslararası mali sermaye? Böyle zırvaların iç politika retoriği olmak dışında elbette hiçbir anlamı yok.  Kapitalist genişleme dönemlerinde kâr oranları artışından kaynaklı uluslararası mali sermaye akımları artar, dolayısıyla kurlar düşme eğiliminde olur. Kriz dönemlerinde kâr oranları azalınca da bu akışlar azalır, kurlar da yükselme eğilimine girer. Bunu engellemek için faizleri yükselterek emperyalizme artıdeğer transferini artırırsınız ama bu da yerli burjuvaziyi zora sokar. Bu sefer faizleri düşürürsünüz, kur tekrar tırmanır. Kur-faiz cenderesidir bu. Yani sorun “dış güçler” değil, emperyalist kapitalizmin “iç mekanizmasıdır”. Krizde zararın ne kadar yerli burjuvaziye ne kadar emperyalizme yükleneceği meselesidir. Tabi iki durumda da zararlı olan işçi sınıfıdır. Bunu gizlemek için “siyasi” bir hikâye anlatmak zorundasınızdır.

Merkez Bankası Başkanı atamaları, Albayrak’ın istifası fakat yeniden etkisinin hissedilmesi ama hepsinin üstünde Erdoğan’ın kafasındaki “ekonomik çözüm modeli”, finansal kriz dışında bir yönetememe krizini de işaret ediyor mu?

Erdoğan'ın bir “çözüm modeli” yok, çaresizlik içinde savrulmaları var. Kuru baskılamak için faizi artırsa dolaysız temsilcisi olduğu sermaye bloku zarar ediyor. Esas olarak inşaat ve savaş sanayisine odaklı olan bu blok daha çok TL krediler ile iş görüyor. Yatırımları da büyük oranda TL kredi ile, müşterisi de TL kredi ile satın alıyor. Örneğin faizler yükseldiğinde ev kredileri de pahalılaşıyor ve müteahhitlerin konut satışları çakılıyor. Veya Anadolu'da bir organize sanayi bölgelerinde, tekellere makine parçası üreten orta burjuvazi zaten görece az kâr marjı ile çalıştığı için, yükselen faiz onun kârının daha da erimesi anlamına geliyor. Tüm bunlar iktidarın sınıfsal dayanağının sarsılmasına yol açıyor. Yok eğer faizi indireyim, kuru salayım dese, bu sefer de dolaysız temsilcisi olduğu blokun giderek tekelleşen ve yabancı kredilerle iş yapmaya başlayan üyeleri de dolar borcunun ve mali sermaye gücünün asıl sahibi olan ve Erdoğan'ın dolaylı temsilcisi olduğu işbirlikçi-tekelci sermaye bloku da isyan ediyor. İki blokun da zararı Türkiye kapitalizmini ayrı ayrı zora sokuyor.

Tekrar edeyim, bu mekanizma sermaye akımlarının patladığı 2001 sonrasındaki bolluk ve genişleme döneminde ciddi bir sorun doğurmuyordu, faşist şef emperyalizmin de dolaylı ve dolaysız temsilcisi olduğu blokların da çıkarlarını uzlaştırabiliyordu. Küresel kriz koşullarında bu olamıyor. Kriz koşullarında işçi sınıfının yarattığı zenginliğin sermaye blokları arasında nasıl pay edileceği meselesi faşist şefin bir o yana, bir bu yana sert hamleler yapmasına yol açıyor. Önce Albayrak ile düşük faiz, bol kredi dönemine geçiyor, kuru Merkez Bankası rezervleriyle tutmaya çalışıyor, deniz bitince de Albayrak'ı görevden alarak emperyalizme ve onun ilk plandaki işbirlikçilerine taviz vermeye başlayacağı mesajını veriyor. Derken, yine bir görevlendirme değişikliği ile tekrar kredi pompalama evresine geçiyor, kendi dolaysız burjuvazisine göz kırpıyor. Yarın tekrar tam tersi bir hamleye girişebilir. Bir dediği diğerini tutmayabilir veya dediğiyle yaptığı arasındaki açı daha da artabilir. Dediğim gibi, ortada bir plan yok. Ama şefin manevralarının tükenmekte olduğunu TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan'ın sitem dozu yüksek son mesajından ve 5'li çeteden Limak Holding'in patronu Nihat Özdemir'in “faiz ve kur aynı anda düşmeli” uyarısından anlıyoruz. Tabii bu huzursuzluklardan işçi-emekçilere bir kazanım çıkmaz, zira aynı faşist şef, Tuncay Özilhan'ın villasını, sokağını Kod 29 ile işten atan işçilerden koruyor.

Yoksullaşma artarken AKP’nin yakınında yöresinde danışman ya da koruma vs. bile bir zenginleşmesi söz konusu. Halk ve bir kesim arasındaki uçurum artıyor mu?

Elbette artıyor. Zaten kriz dediğimiz şey sermayenin krizleridir ve bu krizlerden çıkış, iflasların ve işsizliğin artarak işgücünün yeteri kadar değersizleşmesi, özel sektör borçlarının halka yıkılması, yani işçi sınıfının daha da yoksullaştırılmasıyla mümkündür. Bu da bize krizleri sınıfsal ve siyasi barış içerisinde atlatmanın hiçbir yolunun olmadığını, krizin faturasının muhakkak bir sınıfın ödemesi gerektiğini gösterir. Örneğin, işçi salgında ölümüne çalıştırılabilmeli, 1140 TL'ye ücretsiz izine yollanabilmeli, Kod 29 ile kolayca işten atılabilmeli, şirketlerin borçlarını devlet üstlenmeli ki ülkedeki 26 dolar milyarderinin serveti bir senede 15 milyar dolar arttırabilsin, Koç Holding kârını yüzde 117 büyütebilsin... Kürşat Ayvatoğlu gibi tipler veya Saray'daki şatafat elbette kanımıza dokunuyor ancak krizi ve yoksullaşmayı yaratan şey ekonomi yönetiminin kötü olması veya yolsuzluğun, israfın, köşe dönmeciliğin artması değil, bizzat kapitalist üretim tarzının işleyişidir. Kapitalizm krizlerden böyle çıkar. Bu yüzden ekonomik krizden çıkış sorunu işçi sınıfı için ekonomik değil, siyasi bir sorundur, sınıfsal iktidar sorunudur, devrim sorunudur.

Türkiye ekonomik durumu tamamen faiz-döviz kıskancına alınmış durumda siz de bahsettiniz. Örneğin FED’in faizi sabit tutması Türkiye gibi ülkeler açısından fırsat sayılıyor. Faiz kararları milyonlar tarafından takip ediliyor. Peki faizin durumu gerçekten halkın sorunu mu? 

Emperyalist ülkelerdeki merkez bankalarının faiz kararları elbette ki Türkiye gibi mali-ekonomik sömürgelere akacak olan sermaye akımlarına etki ediyor ancak meseleye sadece bu rakamlardan bakmak yanıltıcı olur. Bahsettiğim gibi, uluslararası mali sermaye akımlarının yavaşlaması 2008-9'daki küresel kriz sonrasının bir gerçeği. Kâr oranlarının kapitalizmin iç yasası gereği daha da düşmesi reel üretimi, küresel ticareti giderek kârsız hale getirdi ve bu da mali-ekonomik sömürge kapitalizmlerini zayıflatarak uluslararası akımların buralarda faiz vurgunculuğu yapmasını zorlaştırdı. Bir de tersinden bakalım, bu merkez bankaları sıfıra yakın oranda faiz veriyorlar ama yine tekeller borç alıp üretim ve ticaret yapmayı değil, yine faiz, borsa vb. hayali sermaye pazarlarına yönelmeyi seçiyorlar. Eğer geçmişe kıyasla daha düşük bir FED faizi bu akımların yayılmasını eskisinden daha fazla engelleyebilme kapasitesine sahipse sorunu rakamlarda değil, kapitalist üretim tarzının krize yazgılı mekanizmasında aramak gerekiyor.

Peki bu faiz eksenli politikanın sürdürülebilmesi ne kadar mümkün?

Ya da kapitalizm içerisinde kalarak faize dayalı bu düzen nereye kadar sürdürülebilir? Faiz sıklıkla sanıldığı gibi “paradan para kazanmak” değildir. Faiz kârı, reel üretimde yaratılan artıdeğerden mali kapitalistin aldığı paydır. Türkiye gibi mali-ekonomik sömürgelere özgü faiz – kur tartışmaları da son tahlilde ülke içinde işçi sınıfının ürettiği artıdeğerin emperyalistler ve yerli sermaye blokları arasında nasıl pay edileceğine dair tartışmalardır. Biraz önce bunun Türkiye'deki mekanizmasını biraz açıklamıştım. Düşük faizle kredi genişlemesine dayalı ekonomi politikaları iktidarın doğrudan sınıfsal dayanağı olan burjuva bloku krizden korumak, semirtmek için seçtiği bir yoldur ve onun tam tersi olan sıkı para politikası gibi bu da sürdürülemezdir. Ucuz krediye dayalı genişleme orta burjuvaziyi ve hatta halkı bir süre çok sınırlı bir şekilde rahatlatabilse de kurların yükselmesine yol açarak, ithalata bağımlı üretimin pahalılaşmasına, dolayısıyla hayat pahalılığının da artmasına yol açar. Tersi, yani sıkı para politikası ise kuru düşürse de kriz koşullarındaki anlamı direkt olarak ekonomiyi durdurmaktır, işsizliktir, iflastır. Hangisini seçsin halk? Hayat pahalılığı ile aç kalmayı mı, yoksa işsiz kalıp aç kalmayı mı? Kırk katır mı, kırk satır mı?

Kısacası, işçi sınıfının bu tartışmalardan fayda beklemesi elbette ki saçmadır. Zira bu kavga bizim değil, bizden söküleni artırma ve bölüşme kavgasıdır. Halkın faizle yatıp faizle kalkması burjuva ideolojisinin hegemonyasıdır, başarısıdır. Eğer siz iktidarda olan sınıfı, sınıflar savaşımını gizleyip “Türkiye ekonomisi” diye sahte bir bütünlük üzerinden meseleleri tartıştırabilirseniz, ezilen sınıfların burjuvazinin çıkarlarını kendi çıkarları sanmalarını sağlayabilirsiniz. Tıpkı “Vatan” denen sahte bütünlüğü “böldürtmemek” üzerinden Türk işçi-emekçisini Türk burjuvazisinin çıkarlarına yedekleyip, şovenizm ve ırkçılıkla Kürt halkına ve kazanımlarına düşman etmek gibi...

Kapitalizm çok uzun zamandır yapısal bir kriz içinde, Türkiye de bundan ayrı düşünülemez. Ama korona sonrası toparlanmalar da mevcut. Peki Türkiye’ye dünyanın bu durumunu yansıması nedir sizce?

Kapitalizm 2008-9 krizinden 2010 yılında çıksa da eski kâr oranlarına dönemedi ve inişli çıkışlı bir durgunluk halinde on yıl geçirdi. Kapitalist üretim tarzının sağlığını kabaca 3 yerden ölçersiniz: Sabit sermaye yatırımları, küresel istihdamın seyri ve üretkenlik artışları... 2019'a gelindiğinde sermaye yatırımlarının büyüme hızı yüzde 0,5'a kadar gerilemişti. Küresel istihdam artışı yüzde 1'e yakınsamaya başlamıştı. Üretkenlik artışları ise tam bir çakılma yaşıyordu. Salgın olmasaydı 2020 ve 21 küresel kriz yılları olacaktı büyük ihtimalle. Salgın, ki o da emperyalist kapitalizmin ormansızlaştırma politikalarının bir sonucudur, bu krizi farklı bir yerden öne çekmiş oldu. Kapitalizmin krizlerden çıkması için üretim araçları ve emek gücünün değerinin yeteri kadar düşmesi ve böylelikle kâr oranlarının yeniden yükselmesi gerekir. Bu değersizleşme de iflaslarla olur. Ancak uluslararası tekeller batamayacak kadar büyük hale geldikleri için artık krizde batmalarına müsaade edilmiyor, zararları kamu tarafından üstlenilerek kurtarılıyor. Batan küçük şirketler oluyor. 2008-9'da da bunun aynı kurtarma paketlerini görmüştük. Şimdi bu paketler 5-6 kat daha büyük boyutta. Dolayısıyla kapitalizm krize girse bile, ihtiyaç duyduğu miktarda yıkım ve değersizleşme yaşamadığı için krizden çıkamıyor, ya da çıksa bile son 10 yılda olduğu gibi giderek kötüleşen bir durgunluğun içine yuvarlanıyor. Bu bize kapitalist üretim tarzının artık varoluşsal bir krizde olduğunu gösteriyor.

Peki somut olarak ne beklemeliyiz? Örneğin, aşının hızla yaygın bir şekilde uygulandığını ki bu patent yasaları altında bu ham bir hayal ve 1-1,5 sene içerisinde salgın tehdidinin ortadan kalktığını varsayalım. Ertelenmiş tüketim ve rahatlayan tedarik zincirleri bir canlanma yaratabilir. Ancak salgında üretim araçlarında ve emek gücünde yeterli miktarda değersizleşme yaşanmadığı için, salgın öncesinde zaten iyice azalmış olan kâr oranları yeteri kadar toparlanmamış olacak. Kapitalizmde üretim üretmek veya tüketmek için değil, kâr için yapıldığından, düşük kâr oranları bu kısa canlanma evresinin hemen ardından çok ama çok daha ağır bir krize yol açabilir.

Türkiye kapitalizmi salgını “Allah'ın bir lütfu” olarak gördü. Faşist şefin hesabına göre dünyada ticaretin durduğu, üretimin çakıldığı bu dönemde Türk burjuvazisi çarkları döndürmeye devam ederse “salgın sonrasında” rakip mali-ekonomik sömürgelere göre büyük bir avantaj sağlayacak, uluslararası tekellerin yeni üretim ve tedarik üslerinden biri olacaktı. Bu sebeple salgında işçilerin canını hiçe sayarak fabrikalara tıktılar, üretime tam gaz devam ettiler, ihtiyaç duymadıklarını da kısa çalışma, telafi çalışması, ücretsiz izin, Kod 29 gibi uygulamalarla işten atarak maliyetlerini düşürdüler. Türkiye salgın döneminde işte böyle, yani etimiz, kanımızla büyüdü. Peki sonrasında ne olur? Küresel kapitalizm krizdeyken krizden çıkmak, giderek ufalan bir pastadan daha büyük pay ummak kadar zor bir şeydir. Bu da asla sadece işçi sınıfını daha fazla mülksüzleştirerek sağlanamaz. Aynı zamanda işgalciliğin, yayılmacılığın, savaşın da büyütülmesi, savaş sanayisinin canlı tutulması ve daha ucuz işgücüne, daha ucuz hammaddeye erişilmesi gerekir. Türk burjuvazisinin yapmaya çalıştığı da budur. Yani krizin nedeni savaş değildir. Tersine, savaş, Türkiye kapitalizminin krizden çıkışının bir aracı olarak kullanılmaktadır.