‘Sürecin kazanımlarını belirleyecek olan muhalefetin toplumsal baskısıdır’

‘Sürecin kazanımlarını belirleyecek olan muhalefetin toplumsal baskısıdır’

Barış İçin Akademisyenler Girişimi'nde yer alan Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Erdem Yörük, artık Kürtlerin statüsünün tanınmasının kaçınılmaz olduğu bir noktaya gelindiğini, bu sürecin kırılma noktasının da açlık grevleri olduğunun altını çizerek, Kürt tutsakların eyleminin yarattığı siyasi basınç ve toplumsal mobilizasyonun AKP hükümetini masaya oturmak zorunda bıraktığını vurguladı.

Gelinen noktanın uluslararası dengeler ve AKP’nin seçim planlarıyla da ilgili olduğuna dikkat çeken Yörük, “Ancak Kürt halkının direnişi ve buna destek olan demokratik kamuoyunun baskısı asıl açıklayıcı parametredir. Zira buna benzer uluslararası ve seçim dönemlerinden daha önce de geçmemize rağmen buradaki farklılık Kürt hareketinin çeşitli araçlar vasıtası ile inisiyatifi ele geçirmesidir. Masadaki sürecin ve kazanımların kanuna dökülmesini sağlayacak olan da AKP’nin niyetleri değil muhalefetin toplumsal baskısı olacaktır” dedi.

Kürt sorununun geldiği yeni aşamada AKP'nin "ne pahasına olursa olsun" diyerek başlattığı "çözüm" süreci Kürt hareketi başta olmak üzere muhalif kesimler tarafından ihtiyatla ve kaygıyla ele alınıyor. Buna vesile olan ise geçmişteki "çözüm", "açılım" nidalarının karşılıksız kalması olduğu kadar halen itinayla barış dilini kullanmaktan ve pratik güven veren adımlar atmaktan kaçınan AKP'nin politik tavrındaki geleneksel yaklaşım. Halihazırda sürecin demokratik zeminde vücut bulabilmesi adına 330 akademisyenin bir araya geldiği Barış İçin Akademisyenler Girişimi, geçtiğimiz günlerde sürece olumlu ve somut katkıda bulunabilmek adına bir dizi etkinlik planladı.

Girişim, 2 Nisan’da düzenlediği basın toplantısında, yürütülen tartışmalarda ciddi oranda bir akademik bilgi noksanlığının görüldüğünü, dünyanın çeşitli yerlerinde çatışmaları durdurma ve barışı inşa etme süreçlerinde yapılmış olanları akademik olarak incelemek, bu konuda ülkede kalıcı bir barışın inşasında hayati önemde akademik bilgiyi üretmeye aday olunduğuna dikkat çekmişti.
Girişimde yer alan ve Koç Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Yrd. Doç. Dr. Erdem Yörük ile süreci ele aldık.

Türkiye'nin temel demokratikleşme sorunlarından biri olan Kürt sorununun çözümü diye adlandırılan süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Son üç ay zarfında, Türkiye geri dönülmeyecek şekilde değişti. Artık Kürtlerin statüsünün tanınmasının kaçınılmaz olduğu bir ülkedeyiz. Kürtler mücadele ettiler ve bunu kazandılar. Artık bir müzakere masasına oturuldu. Bu hiç bir şeyin sonu değil, gerçekten de yeni bir mücadelenin başlangıcı. Müzakere masasından nasıl kazanımlarla kalkılacağını belirleyen bazı şeyler var tabi: Birincisi o masaya oturulduğu anda tarafların güç dengeleri, o andaki uluslararası dengeler ve müzakere sürecinde tarafların çeşitli kaynaklardan kazanacakları güç. Kürt hareketinin en büyük güç kaynağının Kürt halk hareketi olduğunu düşünüyorum, özellikle de silahlı grupların çekildiği koşullarda. Masada Kürt tarafı yapacağı diplomatik taktiksel adımların yanı sıra, belki de bunlardan daha önemlisi, sokak hareketlerinden güç bularak kazanımlar elde edecektir.

Sürecin kendisi zaten toplumsal hareketlilik ile başladı. Bence sürecin kırılma noktası açlık grevleriydi. Kürt tutsakların bu eylemi öyle bir siyasi basınç ve toplumsal mobilizasyon yarattı ki, AKP hükümeti masaya oturmak zorunda kaldı. Gelinen nokta tabii ki uluslararası dengeler ve AKP’nin seçim planları ile de ilgili. Ancak Kürt halkının direnişi ve buna destek olan demokratik kamuoyunun baskısı asıl açıklayıcı parametredir. Zira buna benzer uluslararası ve seçim dönemlerinden daha önce de geçmemize rağmen buradaki farklılık Kürt hareketinin çeşitli araçlar vasıtası ile inisiyatifi ele geçirmesidir.

AKP 'KÜRTLERE EN AZ YASAL HAKKI NASIL TANIRIM'IN PEŞİNDE

Kamuoyunda sıkça tartışılan ve Başbakan başta olmak üzere hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalarda “Geldikleri gibi gitsinler” yaklaşımı var. Fakat Kürt hareketi yaptığı açıklamada, “Meclis yasal düzenleme yaparsa sınır dışına çıkacağını” vurguluyor. Hükümet ise parlamentoyu değil kendisini muhatap göstererek yasal düzenlemeye yanaşmama eğiliminde. Sizce bu yaklaşım çözüme ne denli bir katkı sunar?

Burada iki faktör var: Birincisi, AKP hükümeti “Kürtlere en az yasal hak nasıl tanırım da bu işi bitiririm” derdi içerisinde. Dolayısıyla kendisi için daha sonrasında bağlayıcı hale gelebilecek yasal düzenlemeleri yapmaktan kaçınıyor. Süreci yasalarla değil sözlerle sürdürme çabası bu yüzden. İkincisi, mecliste yapılacak bir düzenlemede CHP ve MHP sürecin dışında ve karşısında duracağı için, inisiyatif AKP ve BDP arasında paylaşılacak ve de bu BDP’yi iyice güçlendirecek. AKP süreç sonrasında hem bölgede hem de metropollerin varoşlarında tek rakip olarak BDP’yi gördüğü için rakibinin elini güçlendirmek istemiyor. Ancak bence en nihayetinde mutlaka meclis devreye girmek durumunda kalacaktır. En nihayetinde ise, AKP’nin temsil ettiği Türk Sünni burjuvazi, halen Kürtleri yasal ve meşru bir muhatap olarak görmeye direniyor. Bu zaten müzakere sürecindeki en kritik nokta. AKP, her ne kadar CHP ve MHP’yi suçlayıp dursa da, Kürtleri bu güne kadar ezen ve ezdiren siyasi zihniyet ve geleneğin birebir temsilcisidir. Şimdi bir şekilde masaya oturmak zorunda kaldılar, ancak masadaki sürecin ve kazanımların kanuna dökülmesini sağlayacak olan da AKP’nin niyetleri değil muhalefetin toplumsal baskısı olacaktır.

Sürecin en önemli görülen yanı ise Akil insanlar. Ancak hakikat komisyonu da çözüm noktasında önemli bir gündem. Buna yaklaşımınız nedir?

Sürecin birçok elementi gibi Akil İnsanlar Komisyonu için de bazı şüpheler var, demokratik kamuoyunda. Bu komisyon AKP’nin planlarının PR’ını yapmak komisyonu mudur, diye ifade edilebilecek bir şüphe. Ben, bu barış sürecinin hiç bir evresinin ve doğrultusunun tam olarak ve uzun vadeli planlanmış bir hükümet stratejisi olarak kurgulanabileceğini düşünmüyorum. Böyle bir düşünce, AKP’ye sahip olduğundan daha büyük bir kudret atfedecektir. AKP’nin süreci bir yıldan daha uzun bir süreden beri adım adım faklı senaryolar üzerinden planlamış olduğunu biliyoruz. Ancak, planları ne olursa olsun, AKP, Kürt hareketinin stratejilerini ve uluslararası dinamiklerin seyrini kontrol edemiyor ve bunlar çok belirleyici unsurlar. Demek istediğim şu: sürecin sonucunda varacağımız nokta AKP’nin planladığı nokta olmayacak. Bizim tam istediğimiz nokta da olmayacak. O iki nokta arasında nereye varacağımız tamamen iki tarafın gücüne ve taktiklerinin akılcılığına bağlı olacak. İmralı’da bunu söylüyordu bence. Türkiye’deki durumun silah dışı araçlarla yönetileceği bir aşamaya giriyoruz. Sürece kısır bir şüphecilik ile bakmak bizi siyasetin dışına, AKP’nin kontrolüne itecektir. Sürece üretken bir şüphecilik ile bakmalı, her noktada müdahil olmalı ve sürecin istikametini değiştirmeye çalışmalıyız. Akil İnsanlar Komisyonu’na böyle bakmak lazım. İçerisinde birçok değerli insan var. Bizler Barış İçin Akademisyenler olarak Akil İnsanlar ile temas halindeyiz ve kendi uzmanlık alanlarımız doğrultusunda elimizden geldiğince onları beslemeye çalışacağız.

AKP PAZARLIK GÜCÜNÜ ARTIRMAK İSTİYOR

Başbakanın "silahlar sussun fikirler konuşsun" sözleri ve fikirlerini konuşturanların akıbeti paradoksu var. Binlerce siyasetçi, seçilmiş, bu yüzden cezaevlerinde. Bu ne denli samimi ve inandırıcıdır sizce?

Müzakere masasında alınacak her karar, anlaşmaya yazılacak her kelime, o an toplumsal alanda mücadele dinamiklerinde hangi tarafın daha kuvvetli olduğuyla belirlenecek. AKP de masada pazarlık gücünü artırmak için, Kürt tutsakları “rehine” olarak kullanıyor. 2006’da TMK çıkarılırken hem toplumu terörize ederek muhalefeti bitirmek, hem de yeri geldiğinde pazarlık aracı olarak kullanmak üzere büyük bir rehine kitlesi yaratma çabası güdüldü. Dolayısıyla mesela kritik bir aşamada diyecek ki, o zaman ben birazını çıkarayım içeridekilerin. Sanki Kürtlere bir hak veriyormuş gibi yapacak bunu da. Ve ayrıca devlet süreç boyunca bir sürü benzer saldırı daha yapacak. Barış İçin Akademisyenler içerisindeki arkadaşlarımız, mesela Nazan Üstündağ, gösteriyorlar ki, müzakere döneminde devletler her sıkıştıklarında şiddete yöneliyorlar, Türk devleti de bunu yapacak, bugün Dicle Üniversitesi’nde olanlar, dün Paris’te olanlar, maalesef biz barışa yaklaşıyoruz dedikçe, böyle şeyler daha çok olacak.

Barış İçin Akademisyenler Girişimi olarak yaklaşık 330 akademisyen bir deklarasyon yayınladınız. Bu konuya ilişkin yayınladığınız deklarasyon bağlamında barışın tam anlamıyla tesisi ve demokratikleşmenin güçlü bir şekilde yapılaşması için nelerin yapılması gerektiğini düşünüyorsunuz?

Bir kere devlet “üzerine düşeni” yapıyor. AKP’nin derdi Kürtlere hak ettikleri insani ve siyasi hakları vermek değil, PKK’yi bitirmek. Eğer mesele güven ise onların bu konuda ellerinden geleni yapacağına güvenmek lazım: AKP, Kürtlere en az hakkı vererek PKK’yi nasıl bitiririmin stratejisini yapmakla meşgul ve barış süreci de onlar için bu demek. Bunun yüzde yüz farkında olarak, bizim için ise süreç, ne kökten reddedilecek bir kandırmaca, ne de bir barış müjdesi olarak görülmeli. Biz şu anda Kürtlerin 30 yıllık mücadelesinde sadece ve sadece yeni bir aşamaya geçtik. Bu mücadelenin de yeni enstrümanları ve taktikleri olacak. Örgütlü bir sokak hareketi bunun en önemli ayağı bence. Entelektüeller de bundan sonrası için bu halk hareketinin içinde, yanında, arkasında, her nerede istiyorlarsa artık yer almalılar, ama karşısında değil. Bundan sonrası aynı zamanda bir hegemonya mücadelesi olacak. Ben bir yazımda 2000’ler boyunca AKP’nin neo-liberal kapitalist hegemonya projesini bozan, onun altını oyan ana siyasi hareketin Kürt hareketinin merkezinde yer aldığı toplumsal muhalefet olduğunu belirtmiştim.

Şu anda gerçekten yeni bir Türkiye kuruluyor, ama bu yeni Türkiye eskisinden iyi mi kötü mü olacak? Bunu belirleyecek olan Kürt hareketinin gücüdür, iradesidir, aydınların hegemonik rolüdür, gücüdür. 2009’da ilk Kürt açılımı olduğunda Radikal İki’de “1990’lardan Bu Yana Kürt Açılımı” diye bir yazı yazmıştım. O yazıda, nasıl 1990’lardaki Kürt açılımı Çiller döneminin devlet terörü ile sonuçlandıysa, 2009’daki Kürt açılımının da benzer bir yere evrilebileceğini söylemiştim. Maalesef 2 yıllık bir devlet terörü daha yaşadık. Bir kez daha gördük ki Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi Kürt açılımları ve kapanmaları ile dolu. Ama, bizim tarihten gördüğümüz şu ki, Kürtler örgütlü ve mobilize olduklarında, her açılım kapanım döngüsünden daha da güçlenerek çıkıyorlar. Bence eğer Kürtler sokakta süreç üzerinde baskı oluştururlarsa, şimdi yine kazanacaklar.

DEMOKRATİK BİR ANAYASA İÇİN SOKAK HAREKETLERİ ARTMALI

Anayasa süreci de var önümüzde. Anayasal anlamda çoğulcu, farklılıkları kucaklayıcı bir düzlemde ele alınmaması halinde ya da 12 Eylül Darbe Anayasası da denilen 1982 Anayasası'nda kimi rötuşlarla çağa uygun, demokratik kriterlere uygun bir anayasa yapılabilmesi mümkün mü?

Tabii ki değil, ancak bu da işte bir mücadele alanı. Herkes gibi, aydınlar da uzmanlık alanları doğrultusunda anayasa sürecine müdahil olmalı, demokratik bir anayasa için ezilenler, yoksullar, Kürtler, kadınlar sokağa dökülmeli. Barış ve yeni anayasa sürecinde Kürt tarafında sokak hareketlerinin artması muhtemelen süreci sabote etme çabası olarak suçlanacaktır devlet ve liberaller tarafından. Ancak bu çok mesnetsiz bir suçlama olacak, zira silahların bırakıldığı noktada Kürt tarafının asıl güvencesi kitlesidir. Halkın siyasete müdahale alanını seçimlerle kısıtlamak ise klasik bir burjuva stratejisidir. Ben toplumsal hareketler çalışan bir sosyolog olarak şunu biliyorum ki, sokak hareketleri her zaman ve her zaman muhalefetin elini güçlendirmiştir ve devletin elini zayıflatmıştır. Dolayısıyla da anayasa süreci hem siyasi parti düzeyindeki müzakerelerin hem kitle hareketinin etkisi altında olmalıdır. Ancak bu müzakereler sonucunda, bu aralar Türkiye solunda sıklıkla ifade edildiğinin aksine, ben Kürt hareketinin AKP ile daha muhafazakar ve otoriter bir rejim için bir pazarlık yapmayacağını biliyorum. Buna BDP’nin ne ideolojik, ne de örgütsel yapısı izin verir. Üyelerinin birbirine yoldaş dediği bir partiden bahsediyoruz. Kürtler çok iyi biliyorlar ki, o İslamcı diktatörlük ilk olarak Kürtleri ezecek. Anlaşılması gereken şu: barış müzakerelerini tanımı gereği savaştığınız kişiyle, yani düşmanınızla yaparsınız. Masaya oturmak her konuda anlaşılacak anlamına gelmiyor.

BDP GÜÇLÜ OLURSA AKP'NİN SEÇİM YATIRIMI ZAYIF SONUÇ VERİR

Peki AKP, önümüzdeki anayasa ve seçim sürecine bir yatırım olarak mı böylesi bir süreç başlattı? Çünkü seçimlerde AKP'yi zorlayan tek yer bölge. Burada da BDP, Kürt siyaseti ile bir mücadele yürütüyor AKP.

Olabilir, AKP’nin 50 bin tane motivasyonu olabilir. Bu insanlar Türk devletini yönetiyorlar, tabii ki onların aklında “dünyada barış daim olsun” şiarı yok. Seçimler var, yeni-Osmanlıcı fantezileri var, Suriye’deki sıkışmaları var, vs. Ama bizim için bunlar tamamen fırsat yaratır, siyaseten fırsatlar yaratır. Toplumu mobilize ederek buradan maksimum kazanımla çıkmak lazım. Bunları da maksimum derecede yazıya kanuna döktürmek gerekiyor ki, kalıcı olsun. Bizler, AKP’nin uzun vadeli her şeyi yapabilen, planlayabilen bir parti olduğunu varsaymamalıyız, AKP de kendi çıkarlarını maksimize etmeye çalışan pragmatist bir aktör, Kürt muhalefetinden çok daha güçlü tabii ki, ama mutlak güçlü değil. AKP de halk hareketlerine tepki vermek durumunda. Eğer AKP bunu seçim yatırımı olarak görüyorsa, BDP de seçimlerde maksimum oy kazanmak için süreci değerlendirmeli. Bakın BDP süreci çok sağlıklı yönetiyor, muhtemelen de halkın BDP’ye güveni gittikçe artıyor. BDP ne kadar güçlü bir şekilde sürecin inisiyatifli öznesi olursa, AKP’nin seçim yatırımı o kadar zayıf sonuç verecektir. Ben, süreç seçim yatırımı deyip süreçten soğumanın apolitik olduğunu düşünüyorum, ne yapacaktı ki AKP, bir burjuva partisi sonuç olarak.