Tecrit ve hapishaneler

Siyasal iktidarlar yakın tarihte birçok kez kendileri için tehdit olarak gördükleri önderleri benzeri koşullar altında tuttu. Bu önderler arasında Antonio Gramsci, Ernst Thaelmann, Nelson Mandela gibi isimler de bulunuyor.

1970’lerden itibaren cezaevlerinde ağır tecrit genel bir ceza infazı şeklinde uygulanmaya başlandı. Dünyada binlerce kişi günün 23-24 saatini tek başına hiçbir sosyal ilişkilenme olmadan cezaevlerinde hücrelerde geçiriyor.

Siyasal iktidarlar yakın tarihte birçok kez kendileri için tehdit olarak gördükleri önderleri benzeri koşullar altında tuttu. Bu önderler arasında Antonio Gramsci, Ernst Thaelmann, Nelson Mandela gibi isimler de bulunuyor.

Cezaevlerinin geçmişi devletin ortaya çıkışına kadar dayanıyor. Sümerler ve Babiller tarihte ilk suç ve ceza tanımını yapan uygarlıklar olarak bilinir. MÖ 1750 yılına dayanan bu tanımlar “intikam – karşılıklılık” çerçevesine dayanıyordu. Devlete karşı işlenen suçları neredeyse tümünün cezası ise ölümdü. Bu nedenle ilk cezaevleri, zindanlar cezanın infazına kadar suçlu olarak görülen kişilerin tutulduğu yerler olarak işlev görüyordu.

ÜNLÜ MAMERTINE CEZAEVİ

Antik çağda Platon gibi bazı Yunan felsefeciler hapis cezasının da bir çeşit intikam yöntemi olarak kullanılabileceğini savundu. O dönemde Atina’da hapis cezaları bir çeşit tedbirdi. Örneğin borçlu olan biri borcunu ödeyene kadar cezaevinde tutuluyordu. Bu da düşük miktarda borçlar nedeniyle insanların uzun süre hapiste kalmalarına neden oluyordu. Yunan idareciler bu nedenle borç miktarına göre hapis süreleri belirlemeye başladı.

Romalılar tarihte ilk kez hapiste tutmayı bir cezalandırma yöntemi olarak kullanmaya başladı. Ünlü Mamertine Cezaevi MÖ 640 yılında Ancus Marcius tarafından inşa edildi. Antik Roma’nın kanalizasyon bölümünde inşa edilen hücrelerde suçlular insan dışkıları içinde uzun süreler tutuluyordu. Hafif suçlarda ise insanlar köle olarak çalıştırılır özellikle gemilerde işgücü olarak kullanılırdı.

Tarihte uzun süre cezaevlerinde tutulan mahkumlara modern zamanlara kadar pek rastlanmaz. Modern zamanlara kadar tecrit altında uzun süreli mahkumiyetler monarşi üyelerine has bir durumdu. Modern anlamdaki cezaevleri 17’inci yüzyılın sonlarında İngiltere ve Hollanda’da ortaya çıkıp giderek yaygınlaştı.

20’inci yüzyılın önemli bir bölümünde tecrit ağırlıkla kısa süreli olarak cezaevlerinde disiplini sağlama amacıyla tutulur ve daha sonra normal hapishane koşullarına alınırdı. Ancak özellikle 1970’lerden itibaren cezaevlerinde ağır tecrit genel bir ceza infazı şeklinde uygulanmaya başlandı. Dünyada binlerce kişi günün 23-24 saatini tek başına hiçbir sosyal ilişkilenme olmadan cezaevlerinde hücrelerde geçiriyor.

Tecrit ve özellikle siyasi, rejim için “tehdit” oluşturan tutuklulara karşı uygulanan tecrit giderek daha yaygın ve yoğunlaşmış bir hale bürünürken bunun insani ve psikolojik etkileri konusunda da tartışmalar daha da büyüyor.

KIRBAÇLAMADAN DAHA İNSANLIKDIŞI

Amerikan Psikoloji Derneğinin verilerine göre tecrit altında tutulan, normal sosyal iletişimden mahrum bırakılan kişilerde anksiyite bozuklukları, panik, uykusuzluk, paranoya, agresyon ve depresyon görülüyor. Her ne kadar dünyada tecrit çok yaygın bir uygulama olsa da bugüne kadar mahkumlar üzerindeki psikolojik etkiler konusunda geniş kapsamlı bir araştırma yapılmış değil. Araştırmalar dışarıda bulunan kişilerin belirli bir dönem izolasyon altında tutulmaya verdikleri tepkileri değerlendirmekle sınırlı. Bunun dışında ABD’de bazı yüksek güvenlikli cezaevlerinde yapılan araştırmalar söz konusu.

New York Times yazarı David Brooks bu araştırmalar üzerinden şu yazıyı yayınlamıştı: “Aşırı tecrit koşullarındaki hükümlülere yaptığımız şeyin kırbaçlamadan daha insanlık dışı olduğu söylenebilir. Oysa aşırı sosyal acıya maruz bırakmak Amerikan hapishanelerinde son derece olağan bir işlem. Her yıl 80 bin kadar hükümlü hücre hapsine alınıyor. Yüksek güvenlikli cezaevlerinde tecrit edilen bu insanlar genelde 2'ye 3 metrelik çıplak odalara kilitleniyor. Haftanın iki gününü o odalarda tamamen tek başına geçiriyorlar. Kalan beş günde de günün 23 saati tecrit edilebiliyorlar. Hapishane personeliyle iletişim bazen diyafonla sürdürülüyor. Dünyayla iletişim asgari düzeyin bile altında kalabiliyor. Ziyaretçi varsa görüşmeler video ekranı üstünden yürüyor. Hükümlüler yıllar boyu bir başka insanın şefkat dokunuşundan mahrum kalabiliyor. Böyle bir durumda yegane bedensel temas, idman avlusuna yapacakları yolculukta kendilerine pranga takan gardiyanlarla oluyor (...) Birçok insan böyle şartlar altında basbayağı çöküyor. Kaba tahminlere göre hapishanedeki intihar vakalarının kabaca yarısı tecritte gerçekleşiyor. Oysa tecritteki hükümlüler hapishanelerdeki toplam mevcudun yalnızca yüzde 5'i oluşturuyor (…) asıl mesele şu: Somut bir acı olmadığı zannıyla insanlara alabildiğine sosyal acı çektirmekte bir sakınca olmadığı varsayımını çürütmeliyiz. İnsanları hapse koymak zaten onlara acı çektiriyor. Bunun üstüne onları bir de sosyal, duygusal ve ilişkisel boyutlarıyla sağlık için gerekli besinlerden mahrum etmemiz gerekmez.”

20 ve 21’inci yüzyılda çok sayıda lider, devrimci, sosyalist ağır tecrit koşulları altında tutuldu. Bu önderler arasında en ağır koşullara Güney Afrika’nın efsanevi lideri Nelson Mandela ve Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan sahipti. Mandela ve Öcalan dışında yakın tarihimizdeki bazı ağır tecrit mahkumları şöyle:

ANTONIO GRAMSCI: Dünya tarihinin en etkili Marksist düşünürlerinden biri olan Antonio Gramsci, İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından biriydi. Kapitalist sistemin kültürel kurumları kullanarak iktidarını nasıl güçlendirdiğini kültürel hegemonya konseptini kurarak açıklayan Gramsci, 20’inci yüzyılın Marksist teoriye en büyük katkıyı sağlayan düşünür olarak bilinir.

 

Gramsci, İtalya’da faşizmin yükselişte olduğu bir dönemde ülkede Komünist Parti’nin liderlerinden biriydi. İtalyan meclisinin bir üyesi olan Gramsci, L’Unity adlı bir gazete çıkarmaya hazırlandığı sırada Mussolini rejimi tarafından tutuklandı. Milletvekilliği dokunulmazlığına rağmen Gramsci, Roma merkezindeki Regina Coeli cezaevine konuldu.

Gramsci en iyi eserlerini cezaevinde kaldığı 11 yıl boyunca verdi. Ancak içinde tutulduğu ağır koşullar sağlığını etkiledi. 25 sene hapis cezası aldığı davada savcı “Bu 20 sene boyunca onun beyninin çalışmasını engellemeliyiz” demişti. Cezaevi yetkilileri tam da bunu yaptı. Ustica adasında 5 sene hücre cezasına ve Turi cezaevinde 20 sene hapse mahkum edildi.

Zamanla Gramsci’nin tüm dişleri döküldü, sindirim sistemi çöktü ve katı gıda yiyememeye başladı. Nöbetler geçiriyor, kan kusuyor ve başını hücre duvarlarına vuracak kadar şiddetli ağrılar çekiyordu. 1933 yılında ağırlaşan sağlık sorunları nedeniyle Formia’daki bir hastaneye nakledildi. İki sene sonra da Roma’daki Quisisana Kliniğine taşındı. 21 Nisan 1937 tarihinde tahliye edilmesine karar verildiği zaman artık ölmek üzereydi ve hiçbir yere nakledilemeyecek durumdaydı.

Gramsci 27 Nisan 1937’de daha 46 yaşındayken öldü. 11 senelik tecrit onda damar sertleşmesi, verem, yüksek tansiyon, angına, gut hastalığı ve bir dizi sindirim sistemi hastalığına neden olmuştu.

Gramsci'nin Torino, Puglia, Formia hapishanelerinde yazdıkları düşünce tarihimizi derinden etkilemiştir. Hatta Mussolini bile, Gramsci'nin yaratıcı etkinliklerini sürdürebilmesi için suçunu "Devletin güvenliğine karşı komplo" kapsamı dışında tutmuştur. Gramsci, hapishanelerdeki çok kısıtlı ortamda bir yığın "defter" tutarak yaşadı. 1937'de ölümünden sonra yakınlarına verilen bu defterler felsefi, tarihi, toplumbilimsel, edebi, ekonomik ve filolojik bilgilerin derlendiği eşsiz bir hazinedir.

ERNST THAELMANN: Almanya Komünist Partisi lideri Thaelmann, Nazi rejiminin ilk hedeflerinden biriydi.

Thaelmann, 1886 yılında Hamburg’ta doğdu. Okumak istiyordu ama ailesinin bunun için gerekli parası yoktu. Bu nedenle Hamburg’ta limanda daha 10 yaşındayken iş aramaya başladı. Bu dönem ünlü Hamburg liman grevinin gerçekleştiği zamandı. Thaelmann komünist mücadeleyle ilk kez henüz bir çocukken tanıştı.

1904 yılında sendikal mücadeleyle tanışan Thaelmann, Birinci Dünya Savaşı sırasında Almanya Bağımsız Sosyal Demokratik Partisi’ne üye oldu ve Ekim 1918’de Birinci Dünya Savaşının bitmesine kısa bir süre kala ordudan firar etti.

Savaştan sonra Hamburg’a dönen Thaelmann, 1923 Hamburg ayaklanmasını örgütledi ancak ayaklanmanın başarısız olmasının ardından bir süre yeraltında yaşamak zorunda kaldı.

Thaelmann, 1925 yılında Almanya Komünist Partisi’nin lideri haline geldi. Adolf Hitler’in başa geldiği süreçte en radikal direnişi Alman komünistleri sergiliyordu. Thaelmann, 1933 yılında Hitler’in iktidardan şiddetle devrilmesini savunuyordu. Ancak Thaelmann ve bir grup arkadaşı ünlü Reichstag yangınının ertesinde, 3 Mart 1933 günü tutuklandı.

Nazi rejimi önce Thaelmann’ı yargılamayı planlıyordu. Ancak 1935 yılına gelindiğinde Naziler tüm işkencelerine rağmen Thaelmann’dan Hitler rejimini devirmek için darbe hazırladıkları yönüne bir ifade alınamamıştı. Davada Thaelmann’ı mahkum edecek kesin bir neden yoktu.

Bu süreçte Bautsen’de cezaevinde tecrit altında tutulan Thaelmann, sanki yargılanacakmış gibi belirsiz tarihteki bir mahkemeye hazırlanıyordu. Bu mahkeme hiçbir zaman gerçekleşmedi.

Thaelmann, 1944 yılında Adolf Hitler’in kişisel olarak verdiği bir emrin ardından Buchenwald Toplama Kampında Nazi SS’i tarafından katledildi. Thaelmann öldürüldüğünde son 11 yılını tek başına bir hücrede geçirmişti.

Görgü tanıklarına göre Thaelmann sekiz diğer komünist ile birlikte 18 Ağustos günü öldürüldü. Thaelmann’ın cenazesi hiçbir zaman bulunamadı.

ABIMAEL GUZMAN: Aydınlık Yol Peru’da 1980 yılından itibaren ülkedeki faşist rejime karşı silahlı mücadeleye başlamıştı. Örgütün başında Abimael Guzman vardı.

1934 doğumlu olan Guzman felsefe ve hukuk okudu. 1962 yılında Ayacucho’daki San Cristobal of Huamanda Üniversitesinde felsefe profesörü olarak çalışmaya başladı. Üniversitedeyken Peru’nun yerli halkının dili olan Quechua üzerinde araştırmalarda bulundu. Bu sırada komünist fikirlerden de etkilenen Guzman, 1970’li yılların ortalarında yeraltına çekilerek Aydınlık Yol örgütünü silahlı mücadeleye hazırladı.

Örgüt Mayıs 1980’de Chuschi köyünde seçim sandıklarını yakarak silahlı mücadeleye başladı. Ülkenin orta ve güney kesimlerinde etkinlik kuran örgüt 1990ların ortalarına kadar Peru rejimine karşı şiddetli bir mücadele verdi.

1992 yılında Aydınlık Yol ülkede en etkin dönemini yaşıyordu. Peru’da ordu ve polis ise örgütün liderlerinin peşindeydi. Guzman hiç şüphesiz bu listenin en başındaydı.

Peru polisi Lima’nın Surco mahallesinde bir bale okulunda örgütün liderlerinden birinin kaldığını düşünüyordu. Konuttan çıkan çöpü takip altına alan polis sedef hastalığına karşı kullanılan krem tüpleri buldu. Guzman’ın sedef hastalığı olduğunu bilen polis evi bastı ve Guzman ile örgütün sekiz lideri yakalandı.

Guzman ele geçirildiğinde Aydınlık Yol’un 23 bin 430 üyesi vardı.

Guzman yakalanmasının hemen ardından Lima açıklarındaki San Lorenzo adasında bulunan bir donanma üssünde tutulmaya başlandı. Guzmao da göstermelik bir mahkemeyle ömür boyu hapse mahkum edilerek Peru’nun başkenti Lima yakınlarındaki Collao deniz üssündeki cezaevine götürülür. İlk başlarda tüm dünyayla her türlü iletişimi kesilir. Renkli magazin dergilerinin dışında hiçbir şey verilmez. Dehlizi andıran karanlık bir hücrede tutulur. Günde sadece bir saat gün yüzü görmesine izin verilir. Bir de kendisine verilen renkli magazin dergilerini okuması için bir saat ışık verilir. Tüm yönelimlere karşı Peru halkı direnişi bırakmaz. Fujimori yönetimindeki gerici ve baskıcı Peru hükümeti, halkın bu mücadelesi karşısında daha fazla tutunamaz. Fujimori kaçarak ülkeyi terk eder. Yeni gelen yönetim, sorunları çözmek için gerillalarla görüşmeler yapar. Bunun içinde başta Guzmao’nun yaşam koşullarını değiştirirler. Dış dünyayla ilişkilenmesini sağlamak için tam ev hapsi denmezse de ona benzer bir durum oluştururlar. Bu durum sorunların çözülmesinde önemli bir adım olur.

Guzman bugün 84 yaşında. Cezaevinde geçirdiği 27 yılın önemli bir bölümünü tecrit altında geçiren Guzman’la çok sınırlı sayıda kişi görüşebiliyor. Tupac Amaru Devrimci Hareketi lideri Victor Polay’ın da tutulduğu cezaevinin inşa edilmesini öneren eski istihbarat şefi Vladimiro Montesinos da burada bulunuyor.

ÇAKAL CARLOS: Venezüellalı Ramirez Sanchez 1970 yılında Filistin Halk Kurtuluş Ordusuna katıldığında Latin Amerika kökenlerine vurgu yamak için Carlos adını almıştı. Filistin mücadelesinin uluslararası toplumun gündeminde en üst sırada olduğu yıllarda Carlos kısa sürede birçok eyleme imza atarak dünyada en çok aranan isimlerden biri haline geldi. Carlos’un ünü 1975 yılında OPEC’in Viyana’daki merkezinin bombalanması eylemiyle tüm dünyaya yayıldı.

İngiliz The Guardian gazetesinin bir muhabirinin Carlos’un eşyalarının arasında Frederick Forsyth’ın “Çakal’ın Günü” romanını görmesinin ardından Sanchez “Çakal Carlos” olarak anılmaya başlandı.

Carlos, İngiltere’de Britanya Siyonist Federasyonu başkan yardımcısı Joseph Sieff’e karşı suikast girişimi, Happolaim Bankasına yönelik bombalı saldırı gibi eylemlerde başroldeydi. Ama ünlenmesi Fransa’da El Al havayollarına ait uçaklara yönelik iki roket saldırısı ile başladı. 13 ve 17 Ocak tarihlerinde gerçekleşen bu iki saldırının ardından da Carlos kaçmayı başardı. İkinci saldırının ardından Carlos’un kuşatma altından çıkması onu bir efsane haline getirdi.

1975’de Paraguay’da yakalanan iki kişinin üzerinde Carlos’a ait olduğu iddia edilen bir numara bulundu. Bu numarayı takip eden Fransız yetkililer Carlos’a FHKC’den Lübnanlı Michel Moukharbal üzerinden ulaştı. Paris’te bir evde Moukharbal ve iki Fransız ajanı ile buluşan Carlos, içine çekildiği tuzağı anladı ve her üç kişiyi de öldürerek Brüksel üzerinden Beyrut’a kaçtı.

Carlos bu tarihten sonra Fransa’nın başlattığı insan avı nedeniyle dünyada en çok aranan kişiler listesine girdi. OPEC’e yönelik eyleminin ardından Ortadoğu ve Afrika’da değişik ülkelerde senelerce Batılı istihbarat servisleriyle köşe kapmaca oynadı. Carlos 14 Ağustos 1994 tarihinde Sudan’da hükümet yetkilileri tarafından Fransa’ya teslim edildi.

Carlos 1994 yılında girdiği cezaevinde 11 sene boyunca ağır tecrit koşulları içinde kaldı. Paris’teki La Sante Cezaevinde tutulan Carlos ilk dönemlerde gardiyanların dahi yüzünü göremiyordu. 2008 yılından sonra ise diğer mahkumlarla ortak bir alanı paylaşmasına izin verildi.

IRA TUTUKLULARI: IRA tutuklularına İngiliz hükümeti özellikle 1970lerin ortalarından başlamak üzere çok ağır tecrit uygulamaya başlamıştı. Öncelikli uygulama aynı Türkiye’de olduğu gibi tek tip elbiseydi. Tek tip elbise dayatmasına karşı çıkanlara hiçbir giyecek, kalem, kağıt, radyo ya da okuyacak materyal verilmeden küçük bir hücreye atılıyordu. Hücrelerde yatak, masa ve dolaplar gibi temel eşyalar dışında bir şey bulunmuyordu.

Tutsaklara yasak olmayan bireysel eşyalar sabun, diş macunu, diş fırçası, tarak ve aylık dört ufak paket tuvalet kağıdından ibaretti. Hiç kıyafetleri olmadığı için tutsaklar battaniyelere sarınıyorlardı ve bu yüzden "battaniye adamlar" diye anılır olmuşlardı. Bu tutsaklar beş yıl boyunca haftanın her günü 24 saat süresince kapalı tutulmuşlardı.

Hücrelerinden yalnızca Pazar günleri blok kafeteryasındaki dini törenlere katılmak ve ayda bir kez yarım saatliğine arkadaşları veya aileleri ile görüşmek üzere ayrılabiliyorlardı.

Buna karşı direnişlere İngiliz hükümetinin cevabı koşulların daha da ağırlaştırılması oldu. Gardiyanlar tutsakların duşa girmelerine izin vermemeye başladılar; tutsakların dışkı kovalarını, ağızlarına kadar dolu olmalarına rağmen, boşaltmayı reddettiler. Köpükten yapılma döşekleri haricinde, tutsakların tüm eşyalarına el koydular. Tutsakların ellerine geçen tek şey ayda bir kez ailelerinden edinebildikleri ufak paket tuvalet kağıtlarıydı.

Tutsaklar biriken idrarı hücre kapılarının altından atmaya çalıştığında gardiyanlar bunu hücrelerine geri süpürüyor ve bu da köpük döşeklerinin idrarla sırsıklam olmasına neden oluyordu. Dışkılarını pencereden dışarı attıklarında ise, gardiyanlar bunları hücrelerine geri atıyordu. Nihayetinde, tutsaklar duvarları dışkılarıyla sıvanmış, köşelerine yemek artıkları yığılmış hücrelerinde çırçıplak yatmaya zorlandılar.

Bu ağır koşullar Bobby Sands ve arkadaşlarının öncülüğünde gelişen açlık grevi direnişleriyle kısmen aşıldı. Ancak seçkin IRA üyelerine uygulanan tecrit 1990ların ortalarına kadar devam etti.

Yarın:

Xanana Gusmao

Jose Alberto Mujica Cordano