Uluslararası komplonun perde arkası-I

Kürt Halk Önderi’nin kaçırılıp esir alınmasıyla sonuçlanan uluslararası komploda kimi direkt, kimi de dolaylı 14 devlet yer aldı. 129 günün baş aktörü ise dönemin ABD yönetimiydi.

ABD başkanlığı koltuğuna 1993’te oturan Bill Clinton, Sovyetler’in yıkılmasıyla tek kutupluluğa doğru gidişte yeni dünya düzenini sağlamlaştırmak istiyordu. Dünyada baş gösteren krizlere, savaşlara “dengeleyici” ve “uzlaştırıcı” biçimde yaklaşmayı öngören “Clinton doktrini” ile aslında ABD’nin yeni dış politikası, küresel krizleri daha da derinleştirecekti.

İşte bundan dolayı olacaktı ki 1990’ların ortasında Ruanda, Somali ve Çeçenistan gibi ülkelerde on binlerce insan dünya kamuoyunun gözü önünde katlediliyor, parçalanan Yugoslavya kan gölüne dönüyordu. Aynı şekilde Kürdistan’ın kuzey parçasında da Türk devleti batının desteğiyle yürüttüğü kirli savaş almış başını gitmiş, 5 binden fazla köy yakılmış, binlerce sivil katledilmişti.

Beyaz Saray’da dış politikayı yürüten ekip 1997’de son bulan 1. Clinton döneminin ardından değiştirildi. Clinton’a göre, önceki ekip dünyadaki değişikliklere ayak uyduramıyordu. Bunun için yeni dönemde ılımlı yaklaşımlarıyla bilinen Warren Christopher’in yerine sertlik yanlısı bir isim olan Madeleine Albright’i, Dışişleri Bakanı yaptı. Albright’e uluslararası sistemi güçlendirme, müttefiklerle hareket edip bölgesel sorunları çözme, tehdit altında olan ABD’nin çıkarlarını güvene alma misyonu biçildi. Albright, bir nevi ABD lehine dünyaya ayar vermek için seçilen, o zamanki ABD medyasının ifadesiyle bir “eylem kadını”ydı.

CLİNTON’IN ‘ŞAHİN’ TAKIMI

Uzun yıllar Birleşmiş Milletler’de ABD’nin temsilciliğin yapan Albright, hiç de iyi bir sınav vermemişti. Örneğin yıllar sonra ortaya çıkan ses kayıtlarında Batı’nın uyguladığı ambargo altında kırılan Irak’ta açlık ve ilaçsızlık nedeniyle 500 bin çocuğun ölümü için “başarı için ödenen bedel” diyecek kadar pişkin ve yüzsüz bir siyasetçi olarak ABD’nin dış politika tarihine yazılacaktı.

Albright’in yanında üç “şahin” isim daha Clinton’ın ekibine alınmıştı; Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’na Sandy Berger ve Savunma Bakanlığı’na ise William Cohen getirildi. Soyadlarının baş harflerinden dolayı “Başkan’ın ABC”i olarak anılan bu üç ismin Clinton’un A takımına girdiği Ocak 1997’yi takip eden aylar ve yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’ni de tarihinin en zorlu süreçleri bekliyordu. Clinton, özellikle adının karıştığı skandallardan dolayı ülke gündemini dış konulara kaydırmak istiyordu, bunun için de “Başkan’ın Adamları” iş başındaydı. 1998’in son günlerinde Irak’ın bombalanması, ardından da Kosova savaşı bu minvaldeki sürecin parçalarıydı.

SİMİTİS GÖRÜŞMESİYLE BAŞLAYAN SÜREÇ

Aslında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ı hedef tahtasına koyan komplonun “ilk kilometre taşı” diyeceğimiz olaylar dizisi, 1996’nın ilk günlerinde start aldı. Abdullah Öcalan’ın Suriye’deki varlığını gerekçe yapan Türkiye, BM’nin 51. Maddesini (meşru müdafaa hakkını) dayanak göstererek Şam yönetimine gönderdiği notta savaş tehdidinde bulundu. Şüphesiz böyle bir kalkışma için Ankara rejiminin Batılı güçlerin desteğine ihtiyaç vardı.

Türk Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Mart 1996’da soluğu Washington’da aldı ve Beyaz Saray’daki görüşmesinde bu amaçla nabız yokladı, PKK ile mücadelede daha fazla destek talep etti. Asıl sıcak gelişme bahar aylarında yaşanacaktı; 6 Mayıs 1996’da Kürt Halk Önderi’nin Şam’da kaldığı evin yakınında bir ton C4 patlayıcı yüklü bir araç patlatıldı. Öcalan, dönemin Türk Başbakanı Tansu Çiller ve ekibinin tertiplediği suikasttan sağ kurtuldu.

Bu arada 1996’ı “Kıbrıs sorunun çözme yılı” olarak ilan Clinton yönetiminin derdi, iki NATO üyesi olan Türkiye ve Yunanistan arasındaki gerginlikleri çözmekti. Clinton, 9 Nisan 1996’da Beyaz Saray’da Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis’i kabul etti. Kürt Halk Önderi, 2003’te kendisinin de yargılandığı Atina Ağır Ceza Mahkemesi’ne sunduğu yazılı savunmasında bu görüşmeye dikkat çekecek, Yunanistan’ın Ege’deki adalar ve Kıbrıs krizinde Türkiye’den koparılacak tavizler karşılığında ABD’nin bölge siyasetini destekleme sözü verdiğini, Kürt özgürlük mücadelesinin tasfiyesinde iş birliği teklifini kabul ettiğini hatırlatacaktı.

Abdullah Öcalan’ın “Tasfiye edilmem kararı 1998 öncesi alınmış bir karardı” dediği yıllar, işte bu sürece tekabül ediyordu. PKK, 10 Ağustos 1997’de Beyaz Saray’ın "Yabancı Terörist Organizasyonlar" listesine girerken, aynı yıl Yunanistan ve Suriye de PKK’ye destek verdikleri gerekçisiyle ABD Dışişleri Bakanlığı’nın açıkladığı “Uluslararası Terörizm ve Terörizme Destek Veren Ülkeler” raporunda yer aldı. 1997’de Abdullah Öcalan ve lideri olduğu hareket için uluslararası alanı kapatmaya koyulan Clinton yönetimi, 1998’in sonbaharında yeni aktörlerle girişimini sürdürecekti.

9 EKİM VE ÖNCESİNDE ABD DEVREDEYDİ

Türk Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in Suriye sınırının sıfır noktasına gidip Suriye’yi tehdit etmesinden bir gün sonra, 17 Eylül 1998’de Washington’da sürpriz bir gelişme yaşandı. Birbirleriyle yıllardır savaşan KDP ve YNK’nin uzlaşması için Dublin ve Ankara’nın ardından görüşmelerin Washington ayağında “mutlu son” Albright’ın çabalarıyla yakalanmıştı. ABD yönetiminin hazırladığı, İngiltere ve Türkiye’nin taraf olduğu protokole imza atan KDP lideri Mesut Barzani ve YNK lideri Celal Talabani barıştıklarını deklare ederken, anlaşmanın ana maddelerinden biri PKK güçlerinin Güney Kürdistan’da çıkartılmasıydı. Bundaki amaç, şüphesiz Abdullah Öcalan’a Suriye’den çıkması halinde gideceği düşünülen Güney Kürdistan topraklarının KDP ve YNK’nin eliyle kapatılmasıydı.

Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) 30 Eylül 1998 günkü toplantısında kararlaştırılan, 1 Ekim’de Meclis’te Demirel’in Şam’ı savaşla tehdit eden sözlerinden sonra da ABD yönetimi devrede olacaktı. Hemen ertesinde Ankara ile eş zamanlı olarak Washington, Hafız Esad yönetimine “PKK’yi desteklemekten vazgeç” mesajını verdi. 11 NATO üyesi ise 3 Ekim 1998 günü “Dynamic Mix 98” isimli tatbikatının Türkiye bölümü hiç planda olmamasına rağmen Suriye sınırına yakın İskenderun’da başlatıldı.

Hatta ABD 2. Deniz Piyade ve Deniz Kuvvetleri’ne ait 2 bin 500 asker İskenderun’da konuşlandırıldı. Birçok gözlemciye göre; tüm bunlar, başını ABD’nin çektiği NATO’nun Suriye’ye karşı bir savaş hazırlığıydı. Bu gelişmeleri fark eden Abdullah Öcalan, 9 Ekim günü Suriye’den çıktı. Aynı gün ABD Savunma Bakanı William Cohen de Ankara’da Türk yetkililerle istişare halindeydi. Türk Başbakanı Mesut Yılmaz ile bir araya gelen Clinton’ın “şahin” ekibinden Cohen, “PKK terörist bir örgüt ve Suriye topraklarında faaliyet göstermesine izin verilmemeli” diyordu.

‘SIĞINMA BAŞVURUSUNU KABUL ETMEYİN’ BASKISI

9 Ekim’in hemen ertesinde ise “acil” koduyla İnterpol’ün Kırmızı Bülteni’nde Abdullah Öcalan için yakalanma kararı çıkartıldı. Şüphesiz İnterpol’ün hızlı kararı, ABD’nin direktifiyle gerçekleşmişti. Kürt Halk Önderi’ni önce küresel çapta “terörist” ilan eden, ardından da askeri ve diplomasi gücünü kullanarak Suriye’den çıkmasını sağlayan Clinton yönetimi, bundan sonra komplonun örüldüğü diğer başkentlerde de karşımıza çıkacaktı. Bunun için ABD’nin öncelikli hedefi Abdullah Öcalan’ın gittiği ülkelerde sığınma hakkının kabul edilmemesi, tutuklanması, hatta mümkünse Türkiye’ye teslim edilmesiydi.

Suriye Havayolları’na ait bir yolcu uçağıyla Atina Hellinikon Havaalanı’na inen Abdullah Öcalan’a kapılarını kapatan Yunanistan, aynı gün özel bir uçakla Rusya’nın başkenti Moskova’ya götürdü. 11 Ekim’den itibaren Rusya’daki geçiş güzergahları ve konaklanan yerlere dair bilgiler, ABD ve İsrail istihbaratları tarafından sürekli Ankara’ya aktarılırken, Rus parlamentosunun alt kanadı Duma’dan Kürt Halk Önderi’ne sığınma başvurusunun verilmesi kararı çıktı.

Rusya’nın yasalarını çiğneyerek Abdullah Öcalan’ın sığınma talebini geri çekmesi için başlatılan süreçte Türkiye’nin yanında ABD de yerini alacaktı. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin, 5 Kasım 1998 günü günlük basın toplantısında “Duma’nın kararı karşısında ABD'nin tutumu nedir?” sorusuna şu yanıtı verdi: “Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, PKK'yı terör örgütü olarak ilan etmiştir. Rusya hükümetinden, Abdullah Öcalan'ın Rusya'da olup olmadığını araştırmasını ve kendisini hemen sınır dışı ya da iade etmek için gerekli adımları atmasını istedik. Hiçbir ülke, bir teröriste sığınma hakkı tanımamalıdır. Tekrar vurguluyorum; hiçbir ülke!”

ROMA WASHİNGTON’IN KISKACINDA

Rusya’daki 33 günün ardından 12 Kasım 1998 günü saat 22.00 sıralarında Rus Havayolları'na ait uçakla Roma’daki Leonardo da Vinci Havaalanı'na inen Kürt Halk Önderi, küresel güçlerin beklemediği bir hamle yapmıştı. Abdullah Öcalan, 9 Ekim günü Atina’daki 5 saatin ardından yeniden bir NATO ve Avrupa Birliği üyesi ülkedeydi. Almanya’nın yıllar önce hakkında çıkardığı tutuklama kararından dolayı gözaltına alınan Abdullah Öcalan, İtalyan makamlarına sığınma başvurusunda bulundu.

Kürt Halk Önderi’nin İtalya’da oluşu bir anda dünya medyasının manşetlerinde yer bulurken, Almanya İçişleri Bakan Otto Schily nasıl bir yargılanmanın olacağına dair seçenekleri görüşmek üzere Roma’ya gitti. Otto Schily’nin Roma’da olduğu gün, 16 Kasım 1998’de ABD Dışişleri Bakanı James Rubin, şu açıklamayı yaptı: “PKK lideri Öcalan’ın yakalanmasını, dünya terörüyle mücadelede önemli bir adım olarak değerlendiriyoruz. İtalyan hükümetinin hareketini memnunlukla karşılıyoruz. Öcalan’ın iade edilmesi ve adalet önünde çıkarılması gerektiğine inanıyoruz. Türkiye, Almanya ve İtalyan’ın konu üzerinde birlikte çalışmasını arzuluyoruz.”

Washington’dan yapılan açıklamalar ve devreye konulan diplomatik baskının sonuç vermediğini gören Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 19 Kasım 1998 günü yardımcısı Strobe Talbott’i Roma’ya gönderdi. İtalyan’ın Dışişleri Bakanı Lamberto Dini ile yaptığı görüşmede Talbott’un “Öcalan’ı derhal Türkiye’ye teslim edin” baskısıyla karşılaşan ve elindeki kartları azalan D'Alema yönetimi, Öcalan’ı eski sömürgeleri olan Libya’ya gönderilmesini önerdi. Ancak ABD’liler, Kaddafi’nin iktidarındaki Libya’nın “denetim dışı ülke” olduğunu belirterek, iade için “Eğer Türkiye olmayacaksa Almanya olmalı” diyordu.

İtalya Başbakanı D'Alema ile 27 Kasım günü görüşen Almanya Başbakanı Schröder, “Öcalan’ı istemiyoruz” deyince, Roma’nın eli daha da zayıfladı. O günlerde Kürt Halk Önderi, “Türkiye’nin de suçlarının ele alınacağı uluslararası bir mahkeme kurulsun” diyordu. Bazı Alman ve İtalyan yetkililerinin sıcak baktığı bu teklif, yine Washington’ın baskısıyla gerçekleşmeyecekti.

D'Alema, yıllar sonra kendisiyle yapılan bir söyleşide Beyaz Saray’ın o günlerde bizzat devreye girdiğini şu sözlerle anlattı: “Türkiye sürekli nota üzerine nota gönderiyor, biz ise çözüm çareleri arıyorduk. Devreye o dönemin ABD Başkanı Bill Clinton girdi. Bana telefon etti. ‘Öcalan bir teröristtir. Türkiye’ye iade edin’ isteğinde bulundu. Ben de kendisine bunun imkanı olmayacağını, geçmişte idam cezası var diye ABD’nin istediği bir kişiyi onlara iade etmediğimizi anımsattım. Sanırım tatmin olmamıştı.”

ALBRİGHT MOSKOVA’DA

Kürt Halk Önderi, Roma’da geçirdiği 66 günün ardından 15 Ocak 1999’da Roma’dan çıkıp Moskova’ya ulaşmasından bir gün sonra Beyaz Saray’dan yeni bir açıklama geldi. Clinton’ın “şahin” ekibinde yer alan Ulusal Güvenlik Danışmanı Sandy Berger, 16 Ocak 1999’da Abdullah Öcalan’ın peşini bırakmadıklarını şu sözlerle itiraf etti: “Abdullah Öcalan’ın yargıya önüne çıkarılması ve hesap vermesi gerekiyor. Öcalan’ın uluslararası hukuk ve ilgili ülkelerin iç hukukları çerçevesinde, Türkiye’ye iade edilmesini istedik, ancak İtalya bunu istemedi.”

Yaklaşık 10 gün sonra komplonun Rusya istasyonunda işlerin “raydan çıkmaması” için bu kez bizzat ABD Dışişleri Bakanı Albright devreye girecekti. 26 Ocak 1998’da Moskova’ya giden Albright, Rus Başbakanı Jewgeni Primakow’a “Bizimle hareket edin, Öcalan’a kapıları kapatın” dedi. ABD’nin baskısı bir hafta içinde sonuç verirken, Kürt Halk Önderi önce Yunanistan’a, 2 Şubat günü de Kenya’nın başkenti Nairobi’ye götürüldü.

NYT: KÖTÜ KÜRT ÖCALAN’I YAKALAYACAĞIZ

New York Times (NYT)’ın yazarı William Safire, 4 Şubat 1999 günkü köşesinde Amerikan ve İsrail istihbaratının ortak çalışması sonucunda “Kötü Kürt Öcalan’ın” yakalanacağını yazdı. Aynı gün bir CIA elemanı da Türkiye’nin MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun’la evinde bir araya geldi. O görüşmede CIA, bizzat ABD Başkanı Clinton’ın emriyle Kürt Halk Önderi’ni esir alacak operasyon planını MİT’e sundu.

Uluslararası komplonun 4 Şubat günlüğünde ABD cephesinde yaşanan gelişmeler bununla da sınırlı değildi. O gün Dışişleri Bakanlığı bütçesinin ele alındığı Senato Ödenekler Komitesi’nde ülkesinin “terörle mücadelesini” anlatan Dışişleri Bakanı Albright, İtalya ve Almanya’ya resmen fırça çekiyordu. “Öcalan’ı barındıran ülkeler onu adalete teslim etsin” diyen Albright, sözü Almanya ve İtalya’ya getirerek şunları söyledi: “İtalya ve Almanya, Öcalan’ı yargı önüne çıkarma konusunda bir yöntem bulamadı. Bu fırsat kararlılıkla değerlendirileceği yerde, tereddüt ve savsaklamalarla harcanmıştır. Almanya, Öcalan’ın yargı önüne çıkarılması için kısa bir süre önce ortaya çıkan fırsatı değerlendirmedi. Bundan dolayı hayal kırıklığına uğradık.”

BEYAZ SARAY: DÖRT AY TAKİPTE KALDIK

Şüphesiz ABD’nin tasarladığı plan çerçevesinde Abdullah Öcalan, Kenya’ya götürülmüştü. 15 Şubat’ı takip eden günlerde ABD basınında yer alan haber-yorumlarda, Kenya’ya gidiş için “Öcalan’ın yapabileceği en kötü seçim” deniliyordu. Çünkü 7 Ağustos 1998 günü Kenya’nın başkenti Nairobi ve Tanzanya’nın başkenti Daresselam’da ABD’nin elçilik binalarını hedef alan bombalı saldırıların ardından Afrika kıtasının Ortadoğu bölgesinde yer alan bu iki komşu ülke, CIA ve MOSSAD’ın üssü haline gelmişti.

ABD basınına göre Şubat’ın o puslu günlerinde havalimanında giriş-çıkış yapan bütün yabancıların bilgileri dahil, olup biten her gelişmeden Nairobi’de bulunan 100’den fazla CIA elamanı anında haberdar oluyordu. Üstelik 15 Şubat günü Kürt Halk Önderi’nin kaldığı Yunan elçilik binasından çıkartılmasında da Beyaz Saray, Atina’ya baskı yapacaktı. 15 Şubat’ın ardından ABD resmi olarak Kürt Halk Önderi’nin kaçırılıp esir alınmasında rol oynadığını reddetse de 20 Şubat 1999 günü Tim Weiner imzasıyla NYT’da çıkan ve Beyaz Saray’daki kaynaklara dayandırılan bir haberde, ABD’nin bu operasyonda önemli rol üstlendiği yazılıyordu. İsmi açıklanmayan Beyaz Saray’daki yetkili, “Kürt isyancı lider Öcalan’ın yakalanması için dört ay takipte kaldık” diyordu.

OPERASYONU BLİNKEN KOORDİNE EDİYORDU

Dışişleri Bakanı Albright, Mayıs 2000’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık yayınladığı “Global Terörizm’ raporunu düzenlediği basın toplantısında değerlendirirken, “Öcalan’ın yakalanması 1999 yılında terörle mücadelede önemli bir katkı sundu” diyerek ABD’nin 129 günlük sürecin en önemli aktörü olduğunu itiraf etti. Çok değil, birkaç yıl sonra Clinton’ın o dönemki danışmanı Tony Blinken de Ocak 2002’de Kürt halkı için “ateşten günler” olarak kayıtlara geçen sürecin nasıl işlediğini şu sözlerle detaylı anlatacaktı: “Öcalan’ın yakalanma emrini Başkan (Clinton) çıkardı ve beni de bu konudaki gelişmeleri sürekli takip ve koordine etmek için görevlendirdi. Başkan operasyon hakkında sürekli bilgi aldı ve adım adım izledi. Operasyonu başkan adına koordine edip CIA’nın bu konudaki görevlerini yönettim. Ayrıca iş birliği içinde bulunduğumuz tüm ilgili ülkelere ve MİT ile sürekli açık hatta bulunmaları konusunda Başkan adına talimat verdim.”

Yarın: İngiltere, İsrail, Mısır, Almanya ve diğer devletlerin rolü…