Zeynep neden gülüyor?

Zeynep neden gülüyor?

Radikal gazetesi yazarı Yıldırım Türker, bugünkü köşesinde Kürt basınına yönelik operasyonda gözaltına alınarak tutuklanan, ANF muhabiri Zeynep Kuray’ın cezaevinden gönderdiði mektuba yer verdi. Zeynep Kuray mektubunda, Kürt gazetecilerinin tutuklanması karşısındaki suskunluðu sorguluyor.

Yıldırım Türker’in “Zeynep, hapishaneden de sürdürdü gazeteciliðini. Şimdi hepimize hayati sorularla dolu bir mektup yolladı” sözleriyle başlayan yazısı şöyle:

Zeynep Kuray tutuklandıðında işte bu resmini karşıma alıp şöyle yazmıştım: “Zeynep’in resmine uzun uzun baktım. Deli kız ne de güzel gülümsemiş. Bayram deðil. Seyran hiç deðil. Ama edepsizlik bu ya, ‘Kimse gülüşümü benden alamaz’a tutunmuş, bize selam yolluyor. Öyle nispetçi bir vız gelir sırıtışı da deðil hani.

O gülüşte düşmanına yönelik bir sitem, bir meydan okuyuş yok.

Zeynep bize gülüyor. Sanki son anda, tutuklanmasından birkaç dakika evvel bizim bilmediðimiz çok kutlu haberler işitmiş. Bize onları iletmek için sabırsızlanıyor sanki. Bunca ölüme, bunca zulme, bunca adaletsizliðe karşı ne yapmalıyı çözüvermiş sanki. Hayatımızın bütün yoksulluklarına karşı nasıl birlikte durabiliriz’i anlamış bir anda. Tan sökerken.”

Zeynep hâlâ içeride. Biz hâlâ dışarıdayız. Zeynep tutuklandıðında ruhunu özgür, vicdanını diri, aklını genç tutabilmiş olduðu için aydınlık bir içtenlikle gülüyordu.

Zeynep, hapishaneden de sürdürdü gazeteciliðini.

Şimdi hepimize hayati sorularla dolu bir mektup yolladı.

Bugün onun bu resmine bakarak bu mektubunu hep birlikte okuyalım. Ve başımıza bir şey geldiðinde Zeynep kadar içimiz rahat, onun kadar hovardaca gülümseyebilecek miyiz, onu düşünelim.

ZEYNEP KURAY MESLEKTAŞLARINA SORUYOR

“Ýddianamelerimiz elimize geçeli tam bir ay oldu. Başbakan Erdoðan bizleri kastederek ‘Bunlar gazeteci deðil, hırsız, katil, terörist’ dediði için emniyet ve savcılıktan çok daha sansasyonel bir performans bekliyorduk. Ama gördük ki bize atfedilen suçlamalar yayımlanmış haberlerden, haber müdürleriyle yapılmış telefon görüşmelerinden, haber kaynaklarıyla buluşmalardan, hatta isminin gizli kalmasını isteyen bu kaynakların (gazetecinin haber kaynaklarının gizliliði ilkesi çiðnenerek) ‘şüpheli’ sıfatıyla hedef gösterilmesinden ibaretmiş. Tornadan çıkmış gibi birbirine benzeyen ve film yapılsa gişelerde bir tek gün bile dayanamayacak kadar kötü olan bu senaryoları daha önce defalarca haber yaptıðımız için bu iddianame de bize ne şaşırtıcı ne de etkileyici geldi. Ancak basın faaliyetinin açıkça suç kategorisine sokulduðu bu hukuk faciası karşısında, muhalif gazeteler ve birkaç yazar dışında siz meslektaşlarımızın suskunluðu epey etkileyici oldu.

Ahmet Şık ve Nedim Şener’in haksız ve keyfi biçimde tutuklanmalarına olması gerektiði gibi bir tepki vererek biraz da sizlere hiç dönmeyeceðini düşündüðünüz okları ensenizde hissetmeniz sonucunda, ‘Özgür basın susturulamaz!’ şiarıyla sokaklara çıkmış, binler olarak yürümüştünüz. Ama nedense aynı oklar alışıldıðı üzere Kürt basınına yönelince suspus kesildiniz. Peki, bu sessizlik beni şaşırttı mı? Kuşkusuz hayır. Zira bu alanda hep ‘sizler’ ve ‘bizler’ vardık. Kariyerist bir endişeyle, anaakım medyanın içinde yerini saðlama almak uðruna ve kamuoyunu yanıltmak pahasına yıllarca yaşanan katliam ve zulümleri devletin dikte ettiði şekilde örtbas eden sizler; ve ne pahasına olursa olsun gerçekleri aktarmak uðruna infaz edilen, polis tarafından linç edilerek öldürülen, büroları bombalanan ve hapsedilen bizler vardı.

Şimdi Wall Street Journal gazetecilik deyimiyle haberi patlatınca, ‘Ne güzel araştırmışlar, bak biz yapamadık’ diyorsunuz. Doðrusu sevgili meslektaşlarım, siz bunu zaten hiçbir zaman yapamadınız ki... Uludere Roboski’de çoðu çocuk 34 can katledilirken tam 12 saat boyunca sustuðunuz gibi Pozantı Cezaevi’nde çocukların tecavüze uðradıðı haberi yankılanırken de kalem oynatmak için günlerce beklediniz. Biraz daha mı geriye gidelim? Haydi gidelim. Bölgede Kürt halkının dili yasaklanırken, kimlikleri inkâr edilirken, toplu mezarlara gömülürken, helikopterlerden atılırken, köyleri yakılırken, JÝTEM tarafından faili meçhul cinayetlerle kaybedilirken neredeydiniz? Peki siz gazetecilik oynarken, daha da kötüsü gerçekleri bildiðiniz halde yansıtmazken, bu haberleri kamuoyuna kim ulaştırdı? Hemen hatırlatayım: Şimdilerde haberlerini sık sık kes-yapıştır yöntemiyle kullandıðınız ama diðer yandan da bugün KCK basın komitesi adı altında hedef gösterilen Gündem gazetesi, Fırat Haber Ajansı (ANF) ve Dicle Haber Ajansı.

Hal böyleyken neden toplum bu kadar duyarsız ve unutkan oldu? Neden iki kutup haline geldi? Neden Uludere katliamı karşısında dahi gereken reaksiyonu veremiyor? Bu sorularda, gelmiş geçmiş ve mevcut iktidarların statükosunun olduðu kadar, sizlerin de büyük bir payı var sevgili meslektaşlarım. Şayet kendinizle gerçek bir yüzleşme yapmak istiyorsanız, sizlere yönetmenliðini Sami Solmaz’ın yaptıðı ve birçok gazeteci arkadaşın günah çıkarttıðı Savaşın Tanıkları isimli belgeseli izlemenizi tavsiye ediyorum.

Bizim iddianame çıktıktan birkaç gün sonra, gözüm Cengiz Çandar’ın Radikal gazetesinde çıkan lig şampiyonluðu hakkındaki yazısına takıldı. Çandar, o gece çıkan kargaşada olay yerine gelen bir gazetecinin sırf Fenerbahçeli olduðu için polis tarafından darp edilerek atıldıðı nezarethanede üç gün boyunca çektiði eziyeti anlatıyordu. Peki, üç deðil, beş gün deðil, tam 165 gündür sırf muhalif yayınlarda çalıştıðımız için dört duvar arasında tutulan bizler adına söylenecek hiç mi bir sözünüz yoktu? Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoðlu’nun ‘Biz de mi tutuklanacaktık?’ başlıklı yazısında, Cengiz Çandar’ın da içinde bulunduðu birçok gazeteci-yazarın emniyetin hedefinde olduðu deşifre edilmişken bu sessizliðin sebebi ne? Yoksa bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın mı deniyor? Ama unutmayın ki evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor.

24 Aralık 2011 tarihinde tutuklandıðımızda Vatan gazetesi muhabiri Çaðdaş Ulus, belki korkuya kapılarak belki de bırakılacaðı umuduyla, muhalif basında yer alan bizleri kastederek ‘Çok pişmanım. Bunlarla aynı havayı solumaktan utanıyorum’ dedi ve erkek meslektaşlarımızın konduðu Kandıra F Tipi Cezaevi’nden Maltepe Cezaevi’ne gitti. Sonra ne oldu? Üzülerek belirtmeliyim ki ona gardiyanların emriyle tuvalet temizlemek düştü.

Yönetmen Mathieu Kassovitz’in Paris banliyölerini bütün gerçekliðiyle beyazperdeye taşıdıðı La Haine (Nefret) filminde, başroldeki Afrikalı göçmenin (Hubert Koundé) fonda anlattıðı hikâye beni hep çok etkilemiştir: Çok yüksek bir binanın tepesinden düşen bir adam, katların önünden hızla geçerken içini rahatlatmak için sürekli ‘Şimdiye kadar her şey yolunda’ diye tekrarlayıp durur, ancak bilmediði ve maalesef öðreneceði şey, asıl önem taşıyanın düşüş deðil çakılma anı olduðudur.”