Dicle: Mücadele 1918-1921 perspektifi ile güçlendirilmeli

KCK’den Hüseyin Dicle, Türkler ve Kürtlerin faşizme karşı ortak mücadele cephesini kurmaları ve 1918-1921 yıllarında gerçekleştirilen birliktelik perspektifiyle güçlendirmeleri gerektiğini söyledi.

Yüzüncü yılına girilen Erzurum ve Sivas kongrelerine en anlamlı cevabın, faşizme karşı ortak mücadele cephesinde buluşmak olduğunu belirten KCK yöneticilerinden Hüseyin Dicle, “AKP-MHP faşizminin geliştirdiği politikalar sadece Kürtlere değil, Türklere de zarar veriyor” dedi.

KCK yöneticilerinden Hüseyin Dicle Sivas Kongresi’nin yıldönünü münasebetiyle ANF’nin sorularını yanıtladı.

Erzurum ve Sivas kongrelerine neden ihtiyaç duyuldu?

Üzerinden yüz yıl geçmesine rağmen bu kongrelerin, öncesi ve sonrası dönemin gerçek mahiyeti anlaşılmış değil. Türk-Kürt ilişkilerinin gerçek seyrinin nasıl olduğu ve nasıl olması gerektiğini ortaya koyan tarihi bir süreçtir. Dolayısıyla bu sürecin doğru anlaşılması önemlidir. Cumhuriyet şekillenmesi bir komplo ve provokasyon sürecini ifade eder. Provokasyon, Erzurum ve Sivas kongreleri sürecinin tersine hareket edilmesi ve bunun sonucunda günümüzde hala çözülemeyen Kürtlerin haklarının gasp edilip iade edilmemesidir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı’nın yenik çıkmasıyla Anadolu ve Kürdistan coğrafyalarının İtilaf güçlerine açılmasına tepkiler vardı. Kürdistan dışındaki ağırlıklı yerlerde en ilerici haliyle mandacılık öne çıkarken Kürdistan’da İtilaf güçlerini çıkarma fikri vardı ve buna göre hareket ediliyordu. Mandacılığın kabul edilmesi işgalin kabulü demekti. Bunu herkesten önce net bir şekilde reddeden Kürtler olmuştur. ‘Milli Mücadele’ olarak tarif edilen sürecin ruhu ve karakteri budur zaten. Kürtler bunu bulundukları alanlarda direniş geliştiriyordu. Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçmeden önce Kürdistan’a gelmesinin bir sebebi de bu durumun ortaya çıkardığı sonuçlardır. Anadolu’dan önce Erzurum ve Sivas’ta kongrelerin toplanması sürecin en önemli aşamasını ifade eden bir niteliktedir. Erzurum ve Sivas, Kürdistan’ın önemli iki kentidir. O günkü dönemde Kürdistan’ın siyasal ve toplumsal merkezleri buralardır. Bunların yanı sıra Erzincan, Bitlis, Harput, Diyarbekir, Antep ve çevreleridir. Mustafa Kemal, İstanbul’dan hükümetin resmi görevlendirmesi ile ayrılmıştı. İstanbul’daki hükümet ve padişahlık direnişi geliştirecek iradeye sahip değildi. Teslim olmuş durumdaydı. Mustafa Kemal direnişin örgütlenmesi fikrine sahipti. Bunun için en uygun yerin Kürdistan olduğuna karar veriyor ve bu temelde Kürdistan’a, Erzurum’a geçiyor.

Resmi tarih, bu süreci ve nihayetinde Meclis’in açılışı ve sonrasını ‘Türklük’ üzerine bir anlatıyla sunuyor. Bu yanlış mı?

Tam tersine bu süreçte Türklük kavramı önde değildir. Öyle olsaydı Kürtler ne diye bu kongrelere gitsinler. Kaldı ki Mustafa Kemal’i bu kongrelere katan Kürtlerdi. Mustafa Kemal’in çalışmalara dahil edilmesi konusunda ciddi sıkıntı ve itirazlar Erzurum Kongresi’nde aşıldı. Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nde oluşturulan Heyet-i Temsiliye’ye seçilmesi sağlanarak esas olarak güçlü bir konum kazanmış oldu. Ondan önce bir durumu yoktu. Amasya Görüşmeleri’nde oluşturulan bu heyet aracılığı ile Osmanlı hükümetince müzakere aktörü olarak kabul edilir. Dolayısıyla direnişin stratejik merkezi Kürdistan’dı ve buraya dayanarak Osmanlı hükümetinin karşısına çıkıldı. Bu sürece kadar daha diğer yerlerde zorlayıcı bir direniş yoktu. Mustafa Kemal, Kürtlerin siyasi desteğinin yanında askeri de almak istiyordu ve bu sayede Batı’daki direniş ekili olmaya başladı. Kürdistan, daha sonrası için kurtarılmış bölge rolünü oynadı. Bir an Batı’daki mücadelenin başarılı olmadığını düşünelim, eğer teslim olmayacaklarsa Anadolu’dakiler Kürdistan’a gelecek ve yeni strateji üzerinde tartışma yapacaklardı.

PKK Merkez Komite Üyesi Kasım Engin, ‘Tarih Şimdidir’ adlı kitabında, “Her iki kongrede Kürt ve Türk birlikteliğinin işlenmesinin temel sebebi işgalcilere karşı güç birlikteliğinin gerekliliğidir. Bu sayede yerel düzeyde kendiliğinden gelişen direnme hareketleri birleştirilmiş ve tüm cephelerde savunma heyetleri oluşturulmuştur’’ şeklinde değerlendiriyor. Bu bağlamda, her iki kongrenin Kürt-Türk ilişkileri ve ‘Milli Mücadele’ye etkisi ne oldu?

Britanya, Osmanlı’dan alınan çeşitli tavizlerle/kapitülasyonlarla uzun bir dönem bölgedeki çıkarlarını geliştirme siyaseti izliyordu, ancak bu durum, er ya da geç sona erecekti. Kapitalist sistem, bildik anlamda imparatorluk sistemlerinin ortadan kaldırılmasını bir gereklilik kılıyordu. Klasik imparatorluk sistemi, sermaye birikimi ve azami kar önünde engeldi. Britanya’nın Osmanlı’ya yaklaşımı bu çerçevedeydi. İttihat ve Terakki’nin hegemonya iddiasında olan Almanya ile ortaklığa gitmesi, Britanya’nın bu süreci hızlandırmasına yol açtı. Savaşta Almanya’nın yenilmesinden sonra Britanya, müttefikleriyle birlikte Ortadoğu’nun işgaline girişti. Bu işgalle amaçlanan belliydi; tüm bölge kapitalist sistemin emperyalist çıkarları doğrultusunda yeniden dizayn edilmek istenmekteydi. İşgal, bu dizaynın kendisiydi zaten. Anadolu ve Kürdistan’daki mücadeleye temel olan ve bu mücadelenin karakterini şekillendiren bu süreç olmuştur. Anadolu ve Kürdistan’daki mücadelenin karakteri stratejik bir durumu ifade ediyordu.

Tarihsel olarak Anadolu ve Mezopotamya coğrafyaları stratejik ittifak içerisinde olmuşlardır. Her iki coğrafya ancak birbirine dayanarak güç olabilmişlerdir. Türk-Kürt ilişkilerini de belirleyen bu gerçekliktir. Türkler, Anadolu’ya ‘yerleştikten’ sonra Kürtlerle ilişkileri bu çerçevedeydi. Bu ittifaklar süreci Türklerin Anadolu’ya ‘geçişi’ ile başlamış ve aynı şekilde devam etmiştir. İlk Türk-Kürt birlikteliği, ortak İslam duygusu çerçevesinde Bizans’a karşı yapılan ittifak ile başladı. Bu ittifakın siyasi amacı Bizans’ın gücünü kırmaktı. Her iki kesim bu hususta ortaklaşmıştı. Daha sonraki süreçlerde de Türkler ile Kürtlerin ittifakları devam etti.

Madem böyle bir başarılı bir ittifak vardı, nedir bunu bozan?

Türkler ile Kürtlerin ilişkileri ekseriyet ittifak şeklinde olmuştur. Bu ittifak ilişkisini bozan, kapitalist modernite sisteminin ulus-devlet milliyetçiliğidir. Osmanlı’nın müttefiki Almanya ile beraber savaşta yenilip teslim olmasıyla Anadolu ve Kürdistan’a da giren Britanya, yeni dizaynı, kendisine bağlı işbirlikçi rejimlerle idare edilen ulus devletçikler yaratarak gerçekleştirmeyi planlıyordu. Bunun için Fransa ile birlikte tüm kesimlerle temas halindeydi. Kürtlerden, Türklerden, Arap ve İran halklarından bu kesimleri devşirmek istiyordu. Bunun karşılığı da az değildi. Tıpkı bugün gerçekleştiği şekilde tüm bölge küçük ulus devletçilikler halinde kapitalizmin hegemonik çıkarları doğrultusunda dizayn edilmek isteniyordu.

O halde bu dönemdeki Kürt-Türk birlikteliği biraz da zorunlu muydu?

Bu süreçte Türk-Kürt birlikteliğinin sağlanmasında, Anadolu ve Kürdistan’ın işgal altında olmasının payı belirleyicidir. Anadolu ve Kürdistan’ın hemen her yerinde kendiliğinden direniş örgütleri kuruluyor ve bu lokal örgütler savaşıyordu. Kürdistan’daki direnişler daha kararlıydı ve sonuç veriyordu. Fakat bu direnişler lokal düzeyde kalıyor ve stratejik bir programa sahip değildi. Anadolu’da da direnişler gelişmekle beraber Britanya veya ABD mandacılığı fikri bürokrasi, siyaset ve ordu çevresinde hakimdi. Osmanlı devleti zaten teslim olmuş durumdaydı. Kurtuluş, ancak gelişen dağınık haldeki bu direniş örgütlerini birleştirmekle sağlanabilirdi. Başka hiçbir program bunu sağlayamazdı. Koşullar bunu gerektiriyordu.

Erzurum Kongresi bunu sonucu muydu?

Bu çerçevede önce Kürdistan’daki direniş örgütlerinin bir araya getirilmesi sağlandı. Erzurum Kongresi’nde bu gerçekleştirildi. Hatta bunun da ötesine geçilerek bu direniş hareketini temsil eden bir yürütme de kuruldu. Sivas Kongresi’ne böyle gidildi. Sivas, Kürdistan’ın en batı sınırıdır. Kürdistan ile Anadolu hareketinin buluştuğu merkezdir. Bu şekilde Erzurum Kongresi’nde sağlanan güç ile Anadolu hareketiyle buluşma gerçekleşmiş oldu. Sivas Kongresi’nde de direniş hareketinin birliği bütünüyle sağlandı. Sürecin, siyasi ve toplumsal zeminin bu şekildir. Hem Anadolu hem Kürdistan’ın fiili işgali, Türk-Kürt ilişkilerinin yeniden canlanması gerektiği fikrini doğurdu.

Daha sonra Batı cephesindeki savaşlar hem de İngiltere ile yürütülen müzakere süreci bu temel üzerinden geliştirildi.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanıyla birlikte Erzurum ve Sivas kongrelerindeki bu birlikteliğin yerini zamanla tekçi devlet aklı aldı. Nasıl oldu, niye buna evrildi?

Britanya’nın yeni haliyle cumhuriyeti kabul etmesi, Ortadoğu politikalarıyla uyumlu olmasına bağlıydı. İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak gibi şahsiyetlerin katılım ve hızla etkili bir duruma gelmeleri kuşkuludur. Yunanların ardından mücadelenin sonlanıp cumhuriyetin inşasına girilmesini savunuyorlar. Ankara merkezli cumhuriyet inşası, Kürdistan’ı dışta tutan bir gelişme oldu. Halbuki Erzurum ve Sivas kongrelerinde işgalden kurtarılıp yeni bir idare sisteminin kurulması gereken yer Türklerin ve Kürtlerin vatanları olan Anadolu ve Kürdistan olarak belirlenmişti. Mücadeleye bunun için girişilmişti. Amasya Görüşmeleri’nde Osmanlı hükümetine kabul ettirilen ve bunun üzerine Meclis’in toplanmasını bu fikir sağlamıştı. Zaten İstanbul’daki Meclis’in Britanya tarafından dağıtılması, yani Osmanlı devletinin resmi olarak son bulması, ‘Misak-ı Milli’ kararı nedeniyle olmuştur. Britanya, Türk-Kürt birlikteliğini kendisi açısından tehlikeli görüyor, çıkarlarına aykırı buluyordu. Sonradan katılanlar Britanya taraftarı bir politika izlediler. Gittikçe hakim olan bu politika oldu. Misak-ı Milli’ye bağlı kalınmadı. Musul ve Kerkük olarak ifade edilen Kürdistan’ın güneyi Britanya’nın idaresine bırakıldı. Kalan yerde de bir ulus-devlet inşasına girişildi. Ulus-devlet inşası, Kürtlerin sistem dışına itilmesi ve Kürdistan’ın parçalanması anlamına geliyordu.

Şimdi kendilerini çok akıllı sanan bazı milliyetçi tarihçi ve siyasetçiler, ulus devlet fikrinin baştan beri gizlendiğini belirtiyor. Bunu da olumlu anlamda ifade ediyorlar ama gerçeklik bu şekilde değildir. Öyle düz çizgide bir ilerleme yoktur. Erzurum Kongresi’nde Mustafa Kemal kabul görmüyor. Kürtlerin sahip çıkmaları üzerine dahil oluyor. Yani koşullar öyle gizli programları kaldıracak nitelikte değil. Ağır koşullar söz konusudur. Hatta mücadele önderliğinin bu ağır koşullardan ötürü kurtuluş programına tam sahip çıkamamasından bahsetmek gerçekçidir.

Sonuçta olumsuzluk atfettiğiniz süreç de Mustafa Kemal liderliğinde gelişti. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Musul ve Kerkük için Britanya’yla sert bir mücadelenin göze alınması gerekiyordu. Bu göze alınmadı. Minimal cumhuriyet projesine razı olundu. Mustafa Kemal de dahil Ankara’daki kadrolar Fransa modelinde bir devlet inşasına girdi. Felaket buradan kaynaklandı. Kürtlerin burada bir kusuru yoktur. Kürtler, ulus devletin inşa edildiğini gördükten sonra tepki gösterdi. İngiliz kışkırtması vb. birer yalandır. Bu tarz üsluplar, egemenlerin kılıf bulamaya dönük geliştirdikleri özel savaş uygulamalarıdır. Kürtlerin tepkisi Britanya’nın projesineydi. Örneğin güneyde de Britanya'yla mücadele halindeydi. Kürtlerin şehirleri İngiliz uçaklarınca bombalanıyordu. Britanya, Kürtler ile Türklerin birlikteliğini istemedi. Bunun yerine Ankara merkezli sıkıştırılmış bir ulus devleti kendisi için daha yararlı buldu. Gerçekleşen bunlar oldu.

Öcalan, bu yıllardaki Kürt-Türk birlikteliğinin gerekliliğine ilişkin “Ayrılık hele hele bir birine karşıt olmak elde var olanın da gerçekten gitmesi olacaktı” diyor. Günümüzde AKP-MHP faşizminin Kürt halkı ve Kürdistan üzerine politikalarına bakıldığında siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Türk-Kürt birlikteliği siyasi bir muhtevaya dayanıyor ve koşulların getirdiği bir zorunluluktu. Önder Apo bu zorunluluğun o süreçte olduğu kadar bu süreçte de geçerli olduğunu belirtiyor. Şimdi de Türk-Kürt ilişkilerine dayatılan büyü bir komplo ve provokasyon var. AKP-MHP iktidarı, çok ince bir faşizm geliştiriyor. Sanki Misak-ı Milli gereği hareket ediyormuş gibi bir görüntü çiziyor. Bu bilinçli bir çarpıtmadır. Misak’taki yerler, Kürtler ile Türklerin ortak vatan toprakları olarak tanımlanmıştı. Sivas Kongresi’nde, Türk ve Kürtlerin birbirlerinin sosyal ve ırki haklarını tanıyacakları belirtilmişti. AKP-MHP faşizmi bunu tümüyle çarpıtmaktadır. Türk-Kürt savaşına zemin bulmak için bunu yaptığı açıktır. Bunun başka bir açıklaması yoktur. Tekçi ve soykırımcı devlet projesinin günümüzdeki devamı AKP-MHP iktidarıdır.

AKP-MHP faşizminin geliştirdiği politikalar sadece Kürtlere değil, Türklere de zarar veriyor. AKP-MHP faşizmi, her yerde Türklerle Kürtleri karşı karşıya getiriyor. Kürtlerin bulunduğu her yeri işgal etmekle tehdit ediyor. Bunun bir felaket olduğu ve olacağı açıktır. AKP-MHP faşizminin geliştirdiği bu politikaların hiçbir siyasi ve toplumsal zemini yok. Tekçi, milliyetçi ve soykırımcı devlet anlayışına bürünmüş çarpık bir iktidar ve sermaye birikimi söz konusudur. AKP-MHP faşizminin bu politikaları, herkesi birbirine düşürmekten, düşmanlaştırıp kırdırmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Bunu önüne mutlaka geçilmesi gerekiyor. AKP-MHP faşizmine karşı mücadele bu anlamıyla 1918-1921 yıllarında gerçekleştirilen birliktelik perspektifiyle güçlendirilmelidir. Türkler ve Kürtler açısından faşizme karşı ortak mücadele cephesini kurmaları yüzüncü yılına girilen bu iki kongrelere karşısında en anlamlı cevap olacaktır. Kuşkusuz sadece Türkler ile Kürtlerin değil, tüm diğer halkların, demokrasi güçlerinin birlikteliği sağlanmalıdır. Biz herkesi faşizme karşı ortak mücadele cephesinde buluşmaya davet ediyoruz.