Yaşadığınız toprak özgürse güzeldir...

Gözlerim, müthiş bir hayranlıkla dağların arasına kendini seren o güzel köye bakıyordu.

Bu kayalıklar, şu taşlar, bu tahtalar, küçük kum taneleri ve tekrar kırmızı toprak. Ve yağmur başlamamasına rağmen, yazın sıcaklığına rağmen kurumadan direnen gürül gürül akan bir su… Böyle bir güzelliğe hayran olmamak elde değil.

Sonbaharın bağrında saklanan güzel bir köy gibi. Kavak ağaçları ve çınar ağaçlarının buluştuğu en güzel köylerinden biridir bu sanırım. Bu köyün ismi; Hirorê. Hirorê köyü; Duhok’un Amedîye ilçesine bağlı. Amedîye’yi her gözün görmesini isterdim. Amedîye ilçesi, uçurumlara meydan okuyan ve kendini ona kaptırıp en yüksekte konumlanan çok estetikli, güzel bir şehir. Uçurumları yalnız bırakmayan ve cesaretle oraya konan bir şehir. Kuzey Kürdistan’da, işgalci Türk devletinin çizdiği sınıra 10 kilometre uzaklıkta. Etrafında Kuzey Kürdistan’ın en güzel şehirleri de eşlik ediyor. Şehrin karşısında Hakkari’nin Çukurca ilçesi hattı uzanıyor, çaprazında Şırnak’ın Uludere ilçesi... Hirore köyüne bakınca aklınıza bunların hepsi gelir ama halkını dinleyince şunu diyorsunuz; istediği kadar güzel olsun, istediği kadar cennetten payını almış olsun, bir güzellik özgür olmadıktan sonra ne işe yarayacaktı ki! Hemen başucunda arazisi her gün top atışlarıyla vuruluyorsa ne işe yarayacaktı ki, çocuklar her gün korkuyla o sokağa çıkıp oynuyorsa, insanlar bahçelerini sulamak için bile “acaba keşif uçağı bizi vurur mu” kaygısıyla alelacele evine koşuyorsa, bu güzellik nasıl gözükecekti... Toprak, özgür olduğunda güzel olurdu, köyler özgür olduğunda hatta dağlar bile özgür olduğunda en güzel rengini alır.

'KURTARIRLAR DEDİK, SATTILAR!'

Köylülerin yarısı kış geliyor ve geçinemiyorlar diye Duhok’un yolunu tutmuş. Köyün yarısı da köyünü çok sevdiği, başka bir toprağa gitmek istemediği için gitmemiş. Açıkçası böylesi güzel bir köyde her şeye rağmen kalınır. Bir evin yanından geçiyoruz ama gözlerim en tepede kurulan başka bir evde. Nasıl tutunmuş o kayalıklara hayret! Bir annenin sesiyle tekrar kendime geldim; “Ka wer lîbek hinar bıxwe?” Evinin bahçesini narlarla doldurmuş, ayıklıyor. “Bunları satacak mısın?" Bana bakıp sinirli ve isyan eden bir ses tonuyla; “Ew Tirken qevat! Hepsi çürümüş, savaştan dolayı zamanında gidip almıyoruz, bahçenin etrafını bombalıyorlar, Derare’ye obüs atıyorlar sürekli, bu Kürtlerin kaderi midir kızım! Biz, dedik bunlar bizi kurtaracak, gittiler bizi sattılar!" Güney Kürdistan hükümeti yetkililerini kastederek konuşuyor. "Baksana, hepsi çürümüş, bunları kim alsın, gelinlerime, çocuklarıma yollayacağım."

SOKAKTAN GEÇEN BİR AİLENİN PEŞİNDEN...

Bahçesinin etrafı obüs parçalarıyla dolu, narların kırmızılığa leke gibi düşmüş demir parçacıkları. Sokaktan geçen bir aileye rastladım. Kışın ailesini ısıtmanın derdinde olan bir adam, odunlar toplamış, uzaktan geliyor. Arkasında küçücük bir çocuk var, kolu çizilmiş odunları taşımaktan. Gözleri öylesine masum bakıyor ki... Hemen arkasında yine bir çocuk yürüyor. Birbirinin geleceğini takip etmek istemeyen, bu yaşamı bu şekilde kabul etmeyen bir hizada, sanki mecbur bir yaşama yürür gibiler... Adam bir kaşını kaldırmış vaziyette, yüksek sesle, "nekeşe ha!”, yani “çekme sakın” diyor. Ben de kamerayı indiriyorum, gülümseyerek ona elimi uzatıyorum. Ve “köyünüz ne kadar güzeldir, o kayalıklara o evleri nasıl yapıyorlar" deyince gülümseyip elimi sıktı. “Güzel olsa ne olacak, huzur yok.”

Kürdistanlılar, asla kendisine uzatılan bir eli geri çekmeyen bir halktır. Bu bir kültürdür Kürdistan’da. Ve düşmanları yıllardır onun bu merhametli yanına, insani değerlere olan inanç yanına ihanet eder durur. Hatta kendi ulusundan bile ihanetçi yanlar onu kasıp kavurur. “Bize gidip bir çay içelim” deyince ben de hemen atıldım peşine. Merak ediyorum ne düşündüklerini, neyi nasıl okuduklarını... Sora sora, yavaş yavaş eve doğru gidiyoruz. Evin önünde şaşırmış bir şekilde bize bakan bir anne duruyordu, çocuklarının önüne koştu, odunları onların elinden aldı. Birinin ismi Reyan, biri de Revan.

Birlikte bahçede çay içiyoruz. Ben, eşi, kardeşi ve çocuklar. Gözleri sürekli kameramda, çekim yaptığımı sanıyorlar. Rahat konuşsunlar diye kamerayı kaldırdım. Artık bana bakmaya başladılar:

“Gazetecilerden korkar olduk, her gün birileri geliyor, dediklerimizi kendilerine göre kesiyorlar. Kürdistan 24 geliyor, bir ton laf ediyoruz, tüm şikayetimizi söylüyoruz, gidip sadece gerillaya karşı söylediklerimizi veriyor. Rudaw geliyor, hükümete tonla bir şeyler diyoruz, gidip sadece Türklerle ilgili olan kısmı veriyor, biz kendilerinden çok razıyız gibi gösteriyorlar, NRT geliyor, çok iyi karşılamıyor, hükümet sevmiyor onları, Şeledize’den kaynaklı. Doğru söyleyen gazeteciyi de alıyorlar. Herkes gerçekleri biliyor herkes ama ne fayda, herkes bıkmış bunlardan ama çare nedir? Bunlar bizi soydu, dolandırdı, sattılar her şeyimizi, şimdi de kendisine muhtaç bıraktı. 'Gerillaya saldır' diyor, hey qewat, ben nasıl kardeşimi vurayım! Eşim her gün gerillaya dua ediyor, kardeşim ise Yekiti’den (YNK) yana, bense hep Parti’yi (KDP) destekledim. Hepimiz ayrıyız ama aynı evdeyiz, bir gün kavga etmedik. Peşmergelik yapıyorum. Şimdi bir değerimiz yok, maaş bile yok vallahi, diyorlar ki 'para yok.' Ama eğer savaşırsam para var! Bu nasıl iş... Şimdi ben nasıl hem eşimi hem de kardeşimi vurayım. Bu toprak neyimize yetmiyor, hepimize yeter. Şimdiye kadar nasıl yettiyse hâlâ yeter, savaş olmasın."

Gözlerim pencerede her şeyden habersiz eğlenen küçük Reyan’e takılmıştı. O da bambaşka bir hikâyeydi...