İran’da uygarlık, siyaset ve direniş geleneği

İran, Medler, Persler, Kürtler ve diğer Zagros halklarının ortak yaşam ve inanç sistemleriyle şekillenen; komünal ve kadın merkezli toplumsallıkların geliştiği, despotik doğu imparatorluklarına karşı direniş geleneği yaratmış bir coğrafyadır.

İRAN VE UYGARLIK

İran’ın tarihsel geçmişi, Mezopotamya ve Asya'nın kesişimindeki kadim halkların öyküsüdür de aynı zamanda. Birçok kaynak, bu halkların Aryen kökenliliğine dikkat çeker.

Aryen halkların yaşadığı bu coğrafyayı bir zihniyet coğrafyası olarak okumak, çok kültürlü ve dilli coğrafyanın siyasi duruşunu anlamak açısından da faydalı olabilir.

Birçok klasik tarihçinin iddiasının aksine Aryenlik, ırksal değil, kültürel ve dilsel bir kimliktir. Bu bağlamda Medler, Persler, Kürtler ve diğer Zagros halkları arasında ortak bir yaşam, inanç ve toplumsal örgütlenme biçimi vardır. Aryenlik, bunun adı olmaktadır.

Bu Aryen yapının despotik Doğu imparatorluklarıyla çeliştiği; daha çok komünal ve kadın merkezli toplumsallıklar ürettiği tarihin birçok dönemecinde görünmektedir. İran platosunda görülen ilk direniş biçimlerini, bu kültürel çizginin bir ifadesi olarak değerlendirmek, bu toplumsal yapıların sadece geçmişte değil, günümüz Ortadoğu’sunda yaşayan halklarının özgürlük ve eşitlik arayışında tarihsel bir dayanak noktası olduğu da açıktır.

İran’daki resmi tarih anlayışı, bu Aryen halkları “Farslaştırma” ve “Şiileştirme” stratejileriyle bastırmış; hatta Aryenliğin içeriğini ırksallaştırarak boşa çıkarmıştır. Oysa Medler, Lulubiler, Gutiler ve İlamlılar gibi halklar hem Kürt halkının tarihsel varlığına işaret eder hem de bu topraklarda doğrudan bir halk demokrasisi olasılığına dair ipuçları sunar.

İRAN’IN UYGARLIK HAFIZASI NEREDE BAŞLADI? 

İran’ın tarihi, klasik tarih yazımında genellikle Ahameniş İmparatorluğu’yla başlatılır. Ancak bölgedeki siyasal, kültürel ve toplumsal örgütlenme pratiklerinin geçmişi, çok daha erken dönemlere, M.Ö. 3. bin yıla kadar uzanır. Bu dönemlerde yazılı kaynakların sınırlı olması, resmi tarih yazımının ideolojik tercihleriyle birleştiğinde, Mezopotamya dışındaki çok sayıda yerel krallığın tarihsel varlığı büyük ölçüde gölgede kalmıştır.

Oysaki söz konusu coğrafya, yalnızca bir imparatorluklar silsilesi değil; aynı zamanda çok merkezli, çoğu zaman komünal ilişkilere dayalı toplumsal örgütlenme biçimlerinin ve inanç sistemlerinin doğum alanıdır.

İlk siyasal organizasyon örneklerine M.Ö. 2700’lerde Elam, Aratta, Enşan, Gonilaha ve benzeri küçük krallıklarda rastlanır. Susa ve çevresi hem Mezopotamya’nın doğu sınırı hem de yerli inanç ve yönetim biçimlerinin merkezlerinden biri olarak işlev görmüştür. Elam uygarlığı, yalnızca çivi yazısının gelişmesinde değil; aynı zamanda bağımsız bir idari yapı kurma çabasıyla da dikkat çeker. Bu yapılar, Sümer ve Akad etkilerine açık olmakla birlikte, kendi dilsel ve dinsel kodlarını sürdürmüşlerdir.

M.Ö. 2. bin yılda ise Zagros Dağları kuşağında yer alan Gûti, Lulubi, Menayi ve Kassi krallıkları, merkezi Mezopotamya uygarlıklarına karşı yerel bir siyasal ve kültürel alternatif teşkil etmişlerdir. Anubanini kabartmaları, yalnızca birer zafer anlatısı değil; bu halkların devletleşme yönündeki estetik ve dinsel temsilleri açısından da önemli arkeolojik belgelerdir. Önder Apo’nun tarihsel okumasına göre, bu halklar Aryen kültürel sürekliliğin ilk siyasal formlarını oluşturmuş; özellikle kadın merkezli komünal yapıların izlerini taşımıştır.

Bu dönemdeki siyasal organizasyonların parçalı yapısı, daha sonra gelen Medler tarafından birleştirilecektir. M.Ö. 700’lerde Zagros havzasında örgütlenen Medler, hem Asur egemenliğine son vererek bölgenin ilk siyasal birliğini kurmuş, hem de Mezopotamya despotizmine karşı bölgesel bir alternatif yaratmıştır. Herodot ve Şahname gibi kaynaklarda Dehak’a (Zehak) karşı başlatılan ayaklanmanın mitolojik biçimde aktarılması, tarihsel bir halk hareketinin ideolojik temsilini göstermesi bakımından dikkate değerdir. Med Krallığı, özellikle Kiyaksar döneminde Asur’un başkenti Ninova’nın yıkımıyla bölgesel güç dengesini değiştirmiştir.

Ancak Medler’in aristokratik çözülmesi, Pers boylarının önünü açmıştır. Kiros (Cyrus), M.Ö. 550’de Astyages’i devirerek Ahameniş İmparatorluğu’nu kurmuş ve bölgenin siyasal yapısını kökten dönüştürmüştür. Kiros’un Babil’i alışı ve Dara’nın Persepolis’i inşa edişi, yalnızca fetih ve mimarlık tarihi açısından değil; merkeziyetçi siyasal yapının kurumsallaşması bakımından da önemli dönüm noktalarıdır. Bu süreçte geliştirilen satraplık sistemi, farklı halkları vergi ve denetim mekanizmalarına bağlayan erken bir idari model olarak değerlendirilebilir.

Ahameniş dönemi, klasik tarih yazımında “hoşgörülü imparatorluk” olarak betimlense de son yıllarda yapılan eleştirel okumalar -özellikle Önder Apo’nun tarih analizleri- bu dönemin aslında Doğu’nun ilk kutsal devletleşme biçimi olduğunu vurgular. Bu dönemde egemenlik, yalnızca siyasal değil; aynı zamanda dini meşruiyetle de temellendirilmiş, kral Ahura Mazda’nın yeryüzündeki temsilcisi olarak sunulmuştur. Bu zihniyet yapısı, halkların siyasal özneliğini bastırırken, tanrısal mutlakiyetçilikle örtülü bir yönetim tarzını kurumsallaştırmıştır.

İmparatorluğun genişlemesiyle birlikte halkların eşit temsili değil, itaat temelli çokluk yönetimi esas alınmış; kültürel çoğulculuk, merkezi kontrolle uyumlu olduğu sürece tolere edilmiştir. Bu yapının çöküşü ise içerideki çözülme ve dışarıdan gelen darbe ile gerçekleşmiştir: M.Ö. 330’da İskender’in gelişiyle birlikte Ahameniş İmparatorluğu sona ermiştir. Persepolis’in yakılması, yalnızca bir kültürel yıkım değil; aynı zamanda tanrısallaştırılmış egemenlik yapısının sembolik çöküşü olarak da yorumlanabilir.

İSKENDER SONRASI GEÇİŞ DÖNEMİ VE PART EGEMENLİĞİNİN KURULUŞU (M.Ö. 330 – M.S. 224)

Ahameniş İmparatorluğu’nun çöküşü, yalnızca siyasi bir dönüşüm değil; aynı zamanda kültürel ve ideolojik bir kırılma olarak değerlendirilmelidir. M.Ö. 330’da İskender’in İran topraklarını işgal etmesiyle birlikte, Pers merkezli merkeziyetçi yapı yıkılmış; yerine Helenistik bir yönetim tarzı yerleştirilmeye çalışılmıştır. Bu süreçte oluşturulan Seleukos Hanedanlığı, İran’ın batısından başlayarak Mezopotamya ve Anadolu merkezli bir Grek yönetimi kurma teşebbüsünde bulunmuştur.

Ancak Seleukos yönetimi, İran iç bölgelerinde kalıcı bir kültürel egemenlik kurmakta başarısız olmuştur. Helen tapınak mimarisi, Grek idari dili ve Yunan kozmolojisi, özellikle Zagros ve Horasan kuşağındaki halklar arasında ciddi bir karşılık bulamamış; Grek yerleşimleri sınırlı kalmıştır. Özellikle dağlık ve kırsal bölgelerde, yerli aristokrasi ve rahip sınıfı aracılığıyla sürdürülen sosyal yapıların devamlılığı, bu dış kültürel müdahaleye direnç göstermiştir.

M.Ö. 3’üncü yüzyılda ortaya çıkan Parni (Part) boyları, işte bu kültürel direncin siyasal biçime bürünmüş halidir. Parni boyu, Saka-İskit ve Deylemi kökenli unsurlardan oluşan, Aryen halk çizgisini temsil eden göçebe savaşçı gruplardan meydana gelmiştir. Bu topluluğun lideri olan Arşak (Arsaces), M.Ö. 247’de Seleukosların doğu sınırlarında ayaklanarak bağımsızlığını ilan etmiş ve Part (Arsaki) İmparatorluğu’nu kurmuştur.

Part egemenliği, Helenistik kültürün merkezciliğine karşı yerli unsurların siyasal ve kültürel aktörlüğünü yeniden gündeme getirmiştir. Yönetim modeli, Ahamenişlerin merkeziyetçi yapısından farklı olarak, daha parçalı ve yarı özerk bir yapıya dayanmaktaydı. Satraplıklar, bu kez mutlak itaate değil, belirli özerklik sınırları içinde bağlılığa dayalı olarak organize edilmiştir. Özellikle Ekbatana, Reyy, Nisa, Ktesifon gibi kentler, bu dönemde yerel idari merkezlere dönüşmüştür.

Part İmparatorluğu’nun Batı ile ilişkileri ise, dönemin küresel siyaset dengeleri bağlamında önemlidir. M.Ö. 53’te Carrhae (Harran) Savaşı’nda Roma İmparatorluğu ordusunu mağlup etmeleri, Partların yalnızca yerel bir güç değil, aynı zamanda Doğu siyasal aklının yeniden küresel denkleme dahil olması anlamına gelir. Özellikle Surena gibi komutanların öncülüğünde gelişen bu askeri başarılar, Partların Doğu’ya özgü siyasal, kültürel ve askeri örgütlenme biçimlerinin etkinliğini ortaya koymuştur.

Önder Apo’nun bu döneme dair değerlendirmesi, Part egemenliğini “merkezi olmayan demokratik bir yönetim örneği” olarak görmeye yöneliktir. Ona göre Partlar, Aryen halkların tarihsel örgütlenme biçimlerine daha yakındır. Egemenliği tanrı adına değil, halk adına kurmaları; halk meclisleri, yerel beyler ve göreli özerklik gibi yapıları benimsemeleri; merkezi despotizme dayalı yönetim yerine dengeli bir çokluk siyaseti üretmeleri açısından ayırt edicidir. Bu nedenle Part egemenliği, Önder Apo açısından halkçı devlet deneyimlerinin tarihsel sürekliliği içinde değerlendirilir.

Ne var ki Partların bu göreli denge rejimi, zamanla iç çatışmalar, feodal dağılma ve dış baskılarla zayıflamıştır. Yerel beylerin merkezi otoriteye başkaldırısı, özellikle ikinci yüzyıldan itibaren imparatorluk içinde çözülmeyi hızlandırmıştır. Bu zayıflama süreci, Sasani hanedanı gibi merkezi bir aktörün doğmasına zemin hazırlayacaktır.

SASANİLERİN YÜKSELİŞİ VE ZİHİNSEL TAHHAKKÜMÜN KURUMSALLAŞMASI (224–651)

M.S. 3’üncü yüzyılın başında, Fars eyaletinde Istakhr (Eski Persepolis çevresi) merkezli olarak örgütlenen Sasani Hanedanı, Partların çözülmesinden doğan boşluğu doldurarak İran’da yeniden merkeziyetçi bir yapının inşasını gerçekleştirmiştir. Kurucu lider Ardeşir I, yalnızca siyasal bir figür değil, aynı zamanda Zerdüşt ruhban sınıfının siyasal temsili olarak da işlev görmüştür. Bu durum, Sasani devletini yalnızca bir siyasal organizasyon değil, aynı zamanda teokratik bir egemenlik formu haline getirmiştir.

Sasaniler döneminde Zerdüştlük, resmi devlet dini haline gelmiş; ruhban sınıfı (môbadlar) idari, hukuki ve sosyal düzene doğrudan müdahil olmuştur. Devlet ile inanç arasındaki bu simbiyotik ilişki, toplumu hem sınıfsal hem cinsel hem de inançsal düzlemde baskı altına alan bir egemenlik yapısı doğurmuştur. Sınıflar arasında kesin ayrımlar yapılmış; kadınlar kamusal alandan tümüyle dışlanmış, köylüler ise vergi ve askerlik yüküyle ağır bir boyunduruk altına sokulmuştur.

Bu dönemde merkeziyetçilik, yalnızca siyasal değil, aynı zamanda ideolojik bir tahakküm aygıtı olarak yapılandırılmıştır. Kraliyet ailesi tanrısal meşruiyetle donatılırken, din dışı öğretiler, alternatif inanç sistemleri ve eşitlik talepleri şiddetle bastırılmıştır. Bu ortamda ortaya çıkan en önemli halk hareketlerinden biri Mazdekiliktir.

Mazdek (5’inci yüzyıl sonu 6’ncı yüzyıl başı), sınıf farklılıklarını ortadan kaldırmaya dönük sosyal reformları savunan bir düşünür olarak, özellikle mal ve kadın ortaklığını savunmuş; mülkiyetin eşitlenmesini, savaşın ve zorbalığın terk edilmesini öne sürmüştür. Önder Apo’ya göre Mazdek, yalnızca bir reformcu değil; Aryen halk çizgisinin komünal geleneğinin devamıdır. Onun öğretisi, halkçı bir yaşam felsefesi olarak ahlaki-politik toplumun Sasani teokrasisine karşı bir müdahalesidir. Mazdekilik hareketi, Kavus döneminde belli ölçüde destek bulsa da Anuşirvan zamanında büyük katliamlarla bastırılmıştır.

Sasaniler, bu isyanı bastırarak kısa vadeli istikrar elde etseler de uzun vadede halkla devlet arasındaki meşruiyet bağını tamamen koparmışlardır. Bu kopuş, özellikle kırsal halklar, kadınlar, tarikatlar ve marjinal inançlar düzeyinde kalıcı bir yabancılaşmaya yol açmıştır. Bu nedenle Önder Apo, Sasani yıkımını yalnızca bir fetih değil, öncesinde gerçekleşmiş bir çürümenin sonucu olarak değerlendirir.

M.S. 642’de gerçekleşen Nihavend Savaşı, Arap ordularının İran’a karşı kazandığı en kritik askeri zaferdir. 651’de Yezdgerd III’ün ölümüyle birlikte Sasani hanedanı sona ermiş; İran coğrafyası ilk kez doğrudan Arap-İslam egemenliği altına girmiştir.

İSLAM’IN İRAN’DAKİ YAYILIŞI (651–750)

Sasani İmparatorluğu’nun çöküşü, yalnızca eski bir hanedanın sonunu değil; aynı zamanda İran’ın yeni bir siyasal-ideolojik egemenlik döneminin başlamasını da simgeler. Arap Yarımadası’nda 7. yüzyılda ortaya çıkan İslam, Hz. Muhammed’in vefatından sonra hızla siyasi bir güç haline gelmiş; dört halife dönemi sonrasında Emeviler ile birlikte merkezi bir devlet ve fetih ideolojisine dönüşmüştür. Bu bağlamda İran toprakları da yeni kurulan Halifelik sistemine dahil edilmiştir.

İlk Arap akınları, Sasani egemenliğinin siyasal olarak zayıfladığı bir konjonktürde gelişmiştir. 642’de Nihavend Savaşı, Arap ordularının kesin zaferiyle sonuçlanmış; 651’de son Sasani Kralı Yezdgerd III’ün ölümüyle birlikte, İran topraklarındaki yaklaşık dört yüzyıllık yerli hanedanlık kesintiye uğramıştır.

İslam’ın İran’a yayılışı, Hz. Muhammed dönemindeki eşitlikçi cemaat modelinden farklı olarak, fetih temelli bir siyasal yapı aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Arap elitlerinin oluşturduğu Halifelik idaresi, İranlılara “Mevali” (sonradan Müslüman olanlar) statüsü tanımış, bu da onları siyasal-hukuki düzlemde Arap Müslümanlardan daha aşağı bir konuma yerleştirmiştir.

Bu yapıda Mevaliler ağır vergi yükü altında bırakılmış; kamu görevleri büyük oranda Arap soylulara tahsis edilmiş, yerli diller, inançlar ve kültürel kodlar sistematik olarak marjinalize edilmiştir.

Bu süreç, yalnızca bir din değiştirme süreci değil; aynı zamanda sosyopolitik ve kültürel bir egemenlik aktarımı olarak da işlev görmüştür. Önder Apo bu durumu, “İktidarın tanrı adına değil, halife adına yeniden kutsallaştırılması” olarak değerlendirir.

EMEVİLERE KARŞI DİRENİŞ BİÇİMLERİ

Emevi Halifeliği (661–750), özellikle İran’da halkların büyük çoğunluğunu oluşturan gayrimevali (Arap olmayan) topluluklar üzerinde etnik, sınıfsal ve mezhepsel temelli bir egemenlik modeli geliştirmiştir. Bu yapı yalnızca siyasal baskıyı değil; kültürel asimilasyonu, dilsel gerilemeyi ve dini tekleşmeyi de beraberinde getirmiştir. Bu nedenle İran’da gelişen halk direnişi çok boyutlu bir karakter taşımış; silahlı kalkışmalar, mezhepsel örgütlenmeler, kültürel korumacılık ve yeraltı inanç sistemleri gibi farklı formlarda tezahür etmiştir.

1)Şii Hareketler ve Zeydi Ayaklanmaları: Hz. Ali’nin soyundan gelen imamların siyasi temsilden dışlanması, özellikle Horasan, Reyy, Kum ve Kirman bölgelerinde Şii eğilimli halk hareketlerinin gelişmesine neden olmuştur. Zeydilik bu bağlamda önemli bir örnektir. Zeyd bin Ali’nin öncülüğünde Emevi merkeziyetçiliğine karşı geliştirilen bu hareket hem İmamet ilkesi hem de sosyal adalet vurgusu nedeniyle ciddi halk desteği bulmuştur. Zeydiler, Arap merkezli hilafet anlayışına karşı, adil imamın toplumsal meşruiyetle seçilmesi gerektiğini savunmuştur.

2) Harici Hareketler: İlk dönem İslam toplumunun iç bölünmelerinden doğan Haricilik, İran topraklarında da güçlü yansımalar bulmuştur. Özellikle Fars, Horasan ve Sistan gibi bölgelerde ortaya çıkan Harici isyanlar, dini yorum farkından çok toplumsal eşitlik, yoksulların temsili ve merkezi otoriteye karşı özerklik arayışıyla gelişmiştir.

Hariciler, Emevi Halifelerini meşru görmemiş; çoğu zaman İslam’ın özüne dönülmesi gerektiğini savunmuştur. Bu hareketler, sınıf temelli bir isyan formuna bürünerek, devletin ağır vergi sistemine ve yerel zalim valilere karşı halk ayaklanmalarıyla birleşmiştir.

3)Batınilik ve gizli tarikatlar: Emeviler döneminde, resmi Sünni İslam anlayışının dışında kalan birçok inanç grubu, özellikle Zerdüşt, Mazdeki, Manihei ve Hristiyan kökenli halklar, bastırılma tehlikesi nedeniyle yeraltı örgütlenmelerine yönelmiştir. Bu süreçte “batıni” olarak adlandırılan inanç sistemleri gelişmiş, sembollerle, şifreli dillerle ve ezoterik yorumlarla direniş biçimleri oluşmuştur.

Batınilik, yalnızca inançsal bir ifade biçimi değil, aynı zamanda devletin epistemolojik egemenliğine karşı kolektif bir karşı-hafıza üretme pratiği olarak işlev görmüştür.

4)Aşiret temelli direniş ve Kürt dağ halkları: Zagros havzasındaki Kürt aşiretleri, Arap egemenliğine karşı çoğunlukla açık çatışma yerine siyasal mesafe ve özerklik pratiği geliştirerek direniş göstermiştir. İslam’ı biçimsel olarak kabul eden ama siyasal otoriteye itaat etmeyen bu yapılar, yayla-köy ekseninde kendi adalet sistemlerini ve inanç önderliklerini korumuştur. Bu stratejik duruş, merkezi iktidarın en az sızabildiği alanlar olarak kalmalarını sağlamıştır.

ABBASİLER VE HORASAN DİRENİŞİ (750–900)

Abbasiler, halifeliği Emevilerden devralırken İranlı halklar ve özellikle Horasan bölgesi bu devrimde belirleyici rol oynamıştır. Ebu Müslim Horasani, Abbasi ayaklanmasının askeri lideri olmuş ve büyük halk desteğiyle Emevi yönetimini devirmiştir. Ancak kısa sürede Abbasiler, iktidarı merkezileştirerek kendi teokratik düzenlerini kurmuş; Ebu Müslim de 755’te Halife Mansur’un emriyle öldürülmüştür.

Önder Apo, bu olayı halk hareketinin siyasal merkez tarafından içerilerek tasfiye edilmesi olarak yorumlar. Ebu Müslim, yalnızca bir askeri figür değil; halkın eşitlik, adalet ve temsil arzusunun taşıyıcısıdır. Onun öldürülmesi, halifeliğin devrimci değil, restoratif bir iktidar dönüşümü olduğunu açığa çıkarır.

BABEK HÜRREMİ VE MAZDEKİ DİRENİŞİN DEVAMI (816–837)

8’inci yüzyılın sonlarında, kuzeybatı İran merkezli olarak gelişen Hürremilik hareketi, klasik tarih yazımında "mezhepsel sapkınlık" olarak tanımlansa da gerçekte Mazdekiliğin siyasal ve toplumsal mirasının yeniden canlanmasıdır. Liderliğini Babek'in yaptığı bu hareket, Abbasilere karşı yaklaşık yirmi yıl süren bir silahlı direnişi yürütmüş; kadınların toplumsal konumunun güçlendirilmesi, eşit mülkiyet ve yerel özyönetim gibi taleplerle kitlesel destek kazanmıştır.

Babek Hürremi’nin adını aldığı Hürrem, klasik tarih literatüründe genellikle bir figür olarak değil, bir ideolojik ve inançsal mirasın sembolü olarak geçer. “Hürrem” kelimesi, Farsçada “neşeli, parlak, aydınlık” anlamına gelirken, bu bağlamda kullanımı, Mazdekiliğin ruhani-mistik yorumunu sürdüren bir halk inancı olarak karşımıza çıkar. Bazı tarihçiler, Hürrem’i bir şahıs değil, Babek’in bağlı olduğu öğretinin adı olarak tanımlar.

Ancak halk hafızasında Hürrem, Mazdek’in halefi, bir tür “gizli öğretici”, “bilge kadın” ya da “aydınlanmış mürşid” olarak anılır. Önder Apo’ya göre Hürremilik, Mazdekiliğin kadın özgürleşmesi, ortak mülkiyet, cinsel eşitlik ve paylaşım ahlakı gibi ilkelerini yeni koşullarda yeniden yorumlayan bir halk hareketidir. Hürrem, bu hareketin ruhani öncüsü, kolektif vicdanın sembolüdür.

Babek’in bu geleneğe bağlanması, onun mücadelesini yalnızca bir isyan değil, aynı zamanda kültürel-siyasal bir yeniden doğuş projesi haline getirir. Bu bağlamda Hürrem, tarihsel figürlerden öte, halkların hafızasında dirilişin simgesi, adaletin özlemi ve komünal yaşamın düşsel taşıyıcısıdır.

Önder Apo’ya göre Hürremilik, halkların tarihsel özne olma iradesinin sürekliliğini temsil eder. Merkezi iktidara karşı, yerelden örgütlenen, komünal değerlere dayalı bir siyasal paradigma önerir. Bu nedenle onun gözünde Hürremilik, yalnızca bir isyan değil, bir toplum tasarımıdır.

Emevi ve Abbasi dönemleri, İran tarihinde sadece dışsal bir egemenliğin yerleşmesi değil, aynı zamanda halkların tarihsel hafızasının bastırılma sürecidir. Bu süreçte Mazdek, Ebu Müslim, Babek, Moqannaʿ (Ak Giysili), Sunpadh gibi figürler yalnızca siyasal başkaldırının değil, aynı zamanda bastırılan kültürel ve ahlaki değerlerin taşıyıcıları olmuşlardır.

Önder Apo’nun tarih okuması, bu aktörleri yalnızca “geçmişte kalmış aykırılar” olarak değil, günümüz halk hareketlerinin tarihsel sürekliliğini kuran toplumsal öncüler olarak da konumlandırır. Onların deneyimleri, günümüz demokratik modernite arayışları için tarihsel zemin ve stratejik hafıza sağlar.

YEREL HANEDANLIKLAR ÇAĞI: MERKEZİYETİN ÇÖKÜŞÜ VE YENİ SİYASAL FORMLAR (9 VE 11. YÜZYILLAR)

Abbasi Halifeliği, 9’uncu yüzyıldan itibaren siyasal denetimini İran coğrafyasında büyük oranda yitirmiştir. Bağdat merkezli yönetim hem artan iç isyanlar hem de ekonomik ve idari çözülme nedeniyle, geniş eyaletlerdeki kontrolünü yalnızca sembolik düzeyde sürdürebilmiş; bu ortamda çeşitli yerel hanedanlıklar fiili bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir.

Bu dönemde ortaya çıkan hanedanlıklar, yalnızca siyasal açıdan değil, aynı zamanda kültürel ve toplumsal dokularını da yeniden şekillendirmiştir. Bu dönüşüm, yerel halklar için Halifeliğin soyut egemenliği yerine, yerli yönetimlerin toplumsal meşruiyet arayışına dayalı yeni ilişkiler kurulmasına olanak tanımıştır.

Saffariler (861–1003) – Sistan’ın Halkçı Emirliği

Sistan merkezli kurulan Saffariler, kurucu figür Ya‘kûb b. Leys es-Saffar aracılığıyla öne çıkar. Basit bir bakır ustası olan Ya‘kûb, Abbasi valilerinin ve zengin mülk sahiplerinin adaletsizliğine karşı halkı örgütlemiş; askeri başarılarıyla Kirman, Fars ve Horasan’ı kontrol altına almıştır. Abbasi Halifesi'ne bağlılığını reddetmiş ve kendi emirliğini kurmuştur.

Saffari hareketi, doğrudan halk tabanlı bir kalkışma olmasa da sınıfsal ayrımların silikleştiği, halkın yönetime katıldığı, Halifeliğin ideolojik meşruiyetinin sorgulandığı bir dönemi temsil eder. Önder Apo’ya göre Ya‘kûb, devletin kutsallığına değil, adalet fikrinin meşruiyetine dayanarak halk desteği sağlamıştır. Bu yönüyle Saffariler, merkezi teokratik egemenliğe karşı ilk seküler yerel yönetim örneklerinden biridir.

Samaniler (819–999) – Kültürel rönesans ve Fars kimliğinin yeniden doğuşu

Buhara merkezli kurulan Samaniler, Abbasi idaresine bağlı valiler olarak ortaya çıkmış; ancak kısa sürede bağımsızlaşmıştır. Bu dönemde en dikkat çeken gelişme, Farsçanın yeniden edebi ve resmi dil haline getirilmesidir. İslam sonrası ilk Farsça eserler, bu hanedanın desteğiyle ortaya çıkmış; Rudaki, Ferdowsi ve Avicenna (İbn Sina) gibi isimler bu kültürel canlanmanın figürleri olmuştur.

Samaniler, Şuûbilik hareketinin etkisiyle, Arap kültürel hegemonyasına karşı yerel dillerin ve kimliklerin korunmasını savunmuştur. Bu yönüyle Fars kimliği, Halifeliğin asimilasyon politikalarına karşı kültürel bir direniş biçimi olarak yeniden şekillenmiştir.

Önder Apo’ya göre bu dönem, kültürel hegemonya ile siyasal tahakküm arasındaki gerilimin tarihsel bir örneğidir. Samaniler, açıkça devrimci olmasalar da toplumun hafızasını yeniden örgütleyerek tarihsel bir restorasyon görevi görmüşlerdir.

Büveyhiler (932–1055) – Halifelik üzerinde gölgeli egemenlik

İran'ın batısında Deylemi kökenli bir hanedan olan Büveyhiler, Şii inanç temelleri üzerine kurulmuş ve 945’te Bağdat’ı fiilen işgal ederek Abbasi Halifesi’ni sembolik bir figüre indirgemiştir. Bu dönem, Halifeliğin tarihsel meşruiyet krizinin en açık biçimde yaşandığı evredir. Büveyhiler, resmi otoriteyi tanımakla birlikte, gerçek yönetimi ellerinde tutmuşlardır.

Büveyhilerin en önemli özelliği, merkeziyetçiliğe dayanmayan yarı özerk yerel yönetimler sistemini benimsemeleri ve eğitim, hukuk ile tarım alanlarında ciddi reformlar yapmalarıdır. Bu, hem halkın taleplerini dikkate alan bir siyasal model hem de Halifeliğin otoritesine karşı alternatif bir egemenlik biçimi ortaya koymuştur.