Dr. Sunca: Özsavunma ve yeni direniş formları gerekiyor

Kürt sorununun küresel olduğunu vurgulayan Akademisyen Yasin Sunca, işgal saldırılarına ve uluslararası kirli ilişkilere dikkat çekti, "Rojava'nın özsavunması Kürdistan'ın geleceği için vazgeçilmez bir şey" dedi.

Hafıza Merkezi’ne “Küresel Dünyanın Bölgesel Kürt Sorunu: Zihniyetler, Siyasetler, Jeopolitik Dinamikler” bir rapor hazırlayan Akademisyen Yasin Sunca, “Kürt siyasal alanı”nın iç dinamiklerini ve bu dinamiklerin 2000’lerin başından beri nasıl bir dönüşümde olduğunu jeopolitik boyutlarını da hesaba katarak ele alıyor.

Sunca, Kürt sorununun dört parçada bölgesel değil aksine en başından beri küresel bir sorun olduğunu vurgularken değişen dünya ile birlikte bunun nasıl belirginleştiğine de dikkat çekiyor. Özellikle son dönem İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olma sürecinde Türkiye’nin “Kürt Sorununu” masaya bir koz olarak koyması da bunun en güncel örneği.

Bielefeld Üniversitesi doktora sonrası araştırmacı olan Dr. Yasin Sunca ile hem raporun işaret ettiği küresel çaptaki Kürt meselesini hem de NATO tartışmasıyla gelişen güncel gelişmeleri konuştuk.

Hafıza Merkezi için “Küresel Dünyanın Bölgesel Kürt Sorunu: Zihniyetler, Siyasetler, Jeopolitik Dinamikler” başlıklı rapor hazırladınız. Güncel olana geçmeden önce Kürt sorunu bugün nasıl bölgesel fakat etkisi küresel çapta?

Kürt sorunu Ortadoğu'da Osmanlı'dan sonraki devlet inşasından itibaren aslında hep bir küresel sorundu. Hiçbir zaman bölgesel bir sorun bile değildi. Her zaman küresel bir sorundu. Çünkü Kürt sorununun en temel inşası İngiliz ve Fransız emperyalizmiyle ortaya çıktı. Onların bölgesel dizaynları nihayetinde ortaya çıkan bir sorun. Ama tabii küresel liberal sistem öyle bir ulus devlet sistemi yarattı ki dört parçadaki Kürt sorunu, tek tek ülkelerin Kürt sorunuymuş gibi bir görüntü almaya başladı. Yani İran'ın kendi Kürt sorunu var, Irak'ın kendi Kürt sorunu var, Suriye'nin ve Türkiye'nin kendi Kürt sorunları var. Yani bir tane sorun, özü itibarıyla tek tek ülkelerin azınlık sorununa dönüşmeye başladı.

Bu azınlık sorunu olarak gündeme geldiği için de genel olarak bölgesel düzeyde var olan Kürt sorunu görünmez bir hal almaya başladı. Bu durum özellikle iki süreçte çözüldü. Bunlardan birincisi Güney Kürdistan'da özellikle 90'ların başından itibaren oluşmaya başlayan özerk yapı. Bu daha sonradan 2003’teki Amerikan işgaliyle beraber resmiyete döküldü ve 2005 anayasasında da kabul edildi Irak'ta. Ve artık neredeyse devlete varan yetkilerle Güney Kürdistan bu süreçte gelişmeye başladı artık.

İkinci süreç de Rojava Devrimi. Suriye'de Arap Baharı çerçevesinde isyan başladıktan sonra bu da sadece Suriye'yi ilgilendiren bir sorun olmaktan çıktı. İdeolojik olarak PKK'ye yakın bir güç orada bir özerk yönetim geliştirdi. Ve bu durum artık Kürt sorununun bölgesel boyutlarını özellikle Kobanê savaşıyla da beraber küresel bir sorun haline getirdi. Bu süreç aynı zamanda Türkiye'nin NATO'nun içinde Rusya'nın Truva atına dönüşmesine de yol açtı.

 Bugün NATO içindeki tartışmalar gibi mi?

Evet, bütün o çelişkiler en nihayetinde böyle bir noktaya vardı. Ve var olan şartlar altında artık özü itibarıyla bölgesel olan ama küresel süreçlerde anlam bulmaya başlayan bir sorundan bahsediyoruz. Bu da tabii en nihayetinde ulaştığı nokta şu anda Kürt sorununa dair herhangi bir şey, tüm şartlar altında, mecburen bölgede siyaset yürüten bütün güçlerle beraber bir çözüm bulmak zorunda. Sadece tek ulus devletlerin bir sorunu olmasının çok çok ötesine geçti. Ve şu anda bunun yansımalarını da zaten özellikle bu son dönemde İsveç ve Finlandiya'nın NATO'yla olan tartışmasında da görüyoruz.

 'LİBERAL DEMOKRASİ ÇÖKTÜ'

Peki, bugün NATO'daki bu tartışmalar çerçevesinde de düşünürsek Kürt sorununun pazarlık meselesi haline getirilmesi ve Erdoğan’a istediklerinin bir şekilde verilmesi var önümüzde. Erdoğan’ın masa kurduğu ve ülkeleri anlaşmaya ittiği de görülüyor. Bu süreci siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

Öncelikle Batı açısından bakarsak artık liberal demokrasi konsepti tamamıyla çökmüş oldu. Özellikle İsveç ve Norveç bütün dünyada “barış öncülüğü” yapan güçlerdi. Bütün dünyadaki çatışma süreçlerinde de öncülük yapan güçlerdi. Belli konularda Avrupa Birliği'ne rağmen değil ama Avrupa Birliği'nin dışında pozisyonlar alabilmesinden kaynaklı bunu gerçekleştirebiliyordu. Zaten Avrupa Birliği de dünyanın geri kalanına liberal örnek olma gücünü özellikle 2016’daki mülteci anlaşmasıyla tamamen yitirmişti. Ama İsveç, Finlandiya, Norveç’in yani İskandinav ülkelerinin kısmen de olsa Avrupa Birliği'ne dair özerklikleri vardı. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ve Tayyip Erdoğan, bu müzakereler nihayetinde her ne aldıysa alsın, bunun gösterdiği en temel şeylerden bir tanesi, İsveç ve Finlandiya’nın bu özerkliklerini yitirmiş olmasıdır. Yani tamamıyla güvenlikleştirme hikayesine dönüştüler.

Uzunca bir süredir zaten hegemonik olarak küresel liberal sistem kendi içinde çözülmeler yaşıyordu. Özellikle Suriye savaşı bunu ayyuka çıkardı. Elbette kendi içinde de karşı isyanlar gelişiyordu. Hindu milliyetçiliğinden Fars milliyetçiliğine ya da Türk milliyetçiliğinden Rus milliyetçiliğine kadar her biri ayrı ayrı bunlara karşı çıkıyordu zaten. 2010’ların tamamı isyanlarla geçti hatta. Kendi içlerinde de ayrıca Neo-faşist diyebileceğimiz yeni yapılanmalar iktidara geldi. İktidara gelmedikleri yerlerde de en güçlü muhalefet haline dönüştüler. Böyle bir kompleks içerisinde okumak gerekiyor Finlandiya ve İsveç'in NATO'ya dahil olma çabasını. Çünkü o liberal norm kurma dönemi işlemiyor. Çünkü yükselen Çin ve jeopolitik ya da askeri olarak yükselen bir Rusya gerçekliği var. Ve bunlar karşısında artık o liberal sistem dayanamıyor. Finlandiya, İsveç bunun örnekleridir ama daha birçok örnek var.

Başka ne gibi örnekler var?

NATO'yu bir güvenlik şemsiyesi olarak kurgulamak isteyen daha birçok güç var. NATO'nun da genişlemesi ihtimali var bu şartlar altında. NATO en temelde Kuzey Atlantik Paktı'dır. Ama bu güvenlik süreçleri sadece Kuzey Atlantik arasında gelişen bir güvenlik süreci değil. Birçok başka yerde üsler kurma, genişleme; belki ülkeler tek tek NATO'nun üyesi olmayacaklar ama NATO askeri olarak genişlemek zorunda. Almanya kendi askeri bütçesini ciddi oranda arttırdı ve bu mesela Avrupa'da çok ciddi tartışmalara sebep olmuş durumda.

Yine hakeza Belçika küçücük bir ülke hatta askeri harcaması Türkiye'ye oranla bile yok denecek kadar az bir ülke. O bile Avrupa Birliği ve NATO çerçevesine askeri bütçesini ciddi oranda artırmak durumunda kaldı. Bu da genel olarak dünyanın içine girdiği bir güvenlikleştirme süreciyle alakalı. Ve bu süreç derinleşecek. İsveç böyle bir süreç içerisinde NATO'ya üye olmaya çalışıyor. Ve Türkiye gibi ülkeler de bu süreci kullanacaklar, doğal olarak kendi çıkarlarına göre.

'YENİ DİRENİŞ FORMLARI ÜRETİLMELİ'

Erdoğan da bu süreci kullanarak mı Kürt sorununu bir pazarlık meselesi haline getiriyor?

Türkiye’de halihazırda AKP-MHP devlet koalisyonu var. Ama başka bir koalisyon olsaydı örneğin CHP, İYİ Parti koalisyonu da olsaydı çok büyük bir fark olmayacaktı NATO konusunda. Çünkü orada işleyen en temelde devletin kendi mantığı var. Devletin kendi kendisini savunma mantığı bu. Türkiye'nin de devlet mantalitesi en temelde kendisine en büyük tehdit olarak gördüğü Kürt sorunu çerçevesinde örgütlendiği için, bu tarz sorunları dünyanın her yerinde, herhangi bir anlaşma sürecinde öne sürecektir. Çünkü Türkiye'nin var olan şartlarının değişmesi muhtemel. Ortadoğu'daki birçok devlette olduğu gibi bunların hepsi muhtemel. Bunun dönüşüm süreçlerini engellemeye çalışan bir devlet mantalitesi var.

Buna muhalif ya da özgür basında da “küçük hesaplar” diye yorum yapılıyor ama aslında tam aksine çok büyük bir hesap var işin içerisinde. Mesele sadece Tayyip Erdoğan'ın iktidarda kalma çabası olarak görülüyor. Ama arka planda işleyen bir devlet mantığı var. En nihayetinde kozmopolitanizm, yani o liberal demokrasiciliğin öne sürdüğü; bireysel hakların öne çıkartılması ve bu haklar çerçevesinde toplumsal sorunların çözülmesi balonu Rusya'nın Ukrayna'yı işgali ile patladı. Daha önceden bir sürü emaresi vardı bu patlak balonun, ama bu balon yeni patladı.

Şimdi artık yeni bir dönemdeyiz ve bu dönemde neredeyse tamamıyla jeopolitik süreçlerle alakalı olacak. Askerler konuşacak. Elbette meydan savaşları olmayacak ya da birinci ikinci dünya savaşlarında gördüğümüz gibi savaşlar olmayacak ama ordularla konuşacak artık ülkeler. Teknik düzeyde dronelar vasıtasıyla, uzaktan savaş teknikleriyle, emperyalist güçlerin dünyanın dört bir tarafında kendi çıkarlarını ilerletmesi durumu söz konusu artık bundan sonra.

Tabii dünyanın bir de direniş güçleri var. Direniş güçleri dünyanın her tarafında mevcut. O direniş güçlerinin de ellerinde böyle gelişmiş silahlar yok (buna PKK de dahil) ama buradaki en temel vurgu dayanışmanın gelişmesiyle alakalı. Dünya halklarını bu süreçten bir nebze olsun rahatlatacak şey enternasyonalist dayanışma. Enternasyonalist dayanışmanın da bu anlamda yeni direniş formlarını üretmek zorunda.

Bu süreçte Rojava açısından durum nedir? Erdoğan örneğin Suriye’ye gireceğini tekrarladı. Siz de enternasyonal bir direniş hattından bahsediyorsunuz. Bu noktada Rojava’yı nasıl okumalı?

Trump'ın vakti zamanında bir telefon konuşması nihayetinde “Biz güçlerimizi Suriye'den çekiyoruz. Gerisiyle Türkiye uğraşacak” dedikten sonra böyle bir şeyin Biden tarafından yapılmayacağının garantisini kimse veremez. Hele bu şartlar altında bir de kendisi içeride de sıkışmış bir Biden gerçekliği varken. Burada daha çok Rusya'nın izin gerekiyor. Türkiye de Rusya'nın Ukrayna'da sıkışmışlığını bir nebze bahane ederek, daha doğrusu bunu kullanmaya çalışarak kendi Rojava işgalini ya da kalan yerlerini işgal etme planlarını biraz ön plana çıkarttı. Ama anladığımız kadarıyla Rusya o yeşil ışığı vermedi.

Finlandiya ve İsveç'in NATO üyeliği sürecinde Tayyip Erdoğan'ın temel dertlerinden bir tanesi Biden'la yeniden ve doğrudan bir iletişim kanalı geliştirme meselesiydi. Bu meseleyi bir bahane olarak kullanıp Biden ile yeniden iletişimini derinleştirmek istedi. Ama Biden sadece bu anlaşmanın olumlu olduğuna referans veren, hoş karşıladığını ifade eden bir şeyler söyledi. Bundan fazla bir şey söylememiş. Yani aslında Erdoğan'ın murat ettiği ya da Erdoğan şahsında Türk devlet aklının murat ettiği şey çok da gerçekleşmiş durumda değil. Ama bu kesinlikle yarın öbür gün ABD rızasının alınmayacağı anlamına gelmiyor.

'ÖZSAVUNMA KÜRDİSTAN'IN GELECEĞİ İÇİN VAZGEÇİLMEZ'

Rojava Kürdistan'ın son 200-300 yıl içerisinde gelebildiği en uç noktalardan bir tanesi. Rojava'nın özsavunması Kürdistan'ın geleceği için vazgeçilmez bir şey. Ve o özsavunma da tek başına direniş güçleriyle yani silahlı direniş güçleriyle mümkün olabilecek bir şey değil. Daha stratejik bir aklın kurulması gerekiyor. Elbette kimseye akıl verecek konumda değilim. Ama Rojava'nın savunmasının sadece Rojava'da değil Paris'te, Lion'da, Hamburg'da, Brüksel'de, New York'ta, Washington'da, Kiev'de vb birçok yerde kurulması gerekiyor. Ve bu da ödün vererek değil, orada dayanışmayı örgütleyerek mümkün olabilir sadece.

Rojava’nın elinde Türk ordusuna karşı savunabilecek yüksek oranlı gelişmiş silahlar yok. Ama elinde bütün dünyaya yayılmış, bütün dünyada artık iyisiyle kötüsüyle bir heyecan yaratmış bir devrim pratiği var. Bu devrimin temellerinin ve ideolojik ayaklarının ve de bu ayaklara dayanarak gerçekleştirilen pratiklerin dünyanın geri kalanında da örgütlenmesi gerekiyor. Ve dünyanın geri kalanında buna dair bir iş yapılması gerekiyor. En basitinden mesela Kürt kadınının bütün dünyaya gösterdiği o direniş azminin aynı zamanda bu ideoloji içerisinde yer alan ekolojist düzeyde de gösterilmesi gerekiyor. Rojava'nın savunması Biden'ın iki dudağı arasında değil aksine Biden'ı da bloke edebilecek zeminler üzerinden kurulmalı.