Son Dakika: Stêrk TV ve Medya Haber TV'ye baskın: Polisler tüm binayı talan etti

Özgür: Susurluk'tan daha büyük bir Susurluk

Başkentgaz ve Kızılay arasındaki 8 milyon dolarlık bağışın Ensar’a aktarılmasıyla ortaya çıkan yolsuzluğun bildiklerimizin küçük bir kısmı olduğunu söyleyen Bahadır Özgür olayı Susurluk’a benzetiyor.

Başkentgaz’ın Kızılay üzerinden Ensar Vakfı’na aslında burası üzerinden de ABD- Manhattan’da yurt inşa eden TURKEN Vakfı’na 8 milyon dolar aktarması, son dönemin ortaya çıkan en büyük yolsuzluk skandallarından biri oldu. Dahası Başkentgaz’ın 2013’te usulsüz şekilde özelleştirilmesine kadar varan hikayede birçok usulsüzlük ve yolsuzluk ağı gün yüzüne çıktı. AKP’nin yolsuzluğu artık yasa ve mevzuat çerçevesinde yasal olarak ‘yolsuzluk’ tanımından çıkardığını söyleyen gazeteci yazar Bahadır Özgür, ortaya çıkanın asıl tablonun küçük bir kısmı olduğunu ifade ediyor. Özgür, yaşanan bu bağış skandalını Susurluk kazası ile ortaya çıkan kirli ilişkilere benzetirken ileri bir dönemde tablonun bütününü de göreceğimiz günler olacağını belirtiyor.

Kızılay ve Başkentgaz arasında çıkan yolsuzluk, bu dönemde yapılan usulsüzlükler hakkında nasıl bir tablo ortaya koyuyor? Bunun dışında ne gibi somut örnekler var?

Bu dönem yolsuzluğu görebilmenin en basit yolu imar planlarına bakmak. Kanal İstanbul'un imar planları mesela, oradaki arazileri kimin, nasıl aldığı ortaya çıktı. Bizim çok gizli belge ya da bilgi bulmamıza da gerek yok. Bu ağları anlamamız için herhangi bir inşaat şirketinin geçmişine, buranın sahiplerinin siyasilerle olan ilişkilerine bakmamız bile birçok mekanizmayı ortaya çıkarıyor.

Başkentgaz’la ilgili de son olarak öğrendik ki SPK’dan Gayrimenkul Yatırım Ortaklığı (GYO) izni almış. Dolayısıyla gelirleri vergiden muaf tutuluyor. Gayrimenkul şirketi olmadığı halde böyle bir izin veriliyor üstelik. Bu da aslında bağışın sadece vergi kaçırma meselesi olmadığını gösteriyor. Ben bu olayı şöyle görüyorum: Uzun süredir devam eden bir para ilişkisi var ve Kızılay’ın da bu ağlardan biri olma ihtimali yüksekti ki öyle olduğu ortaya çıktı. Aslında biz şu an çok küçük bir kısmını görüyoruz bu yolsuzluk ve usulsüzlüğün. Çünkü yapılan bağışların miktarı çok yüksek. . .

Peki, Kızılay’ın böyle bir şirketin aracısı olma gibi bir misyonu var mı? Neden Kızılay üzerinden yapıldı bu?

Kızılay’ın işlerinin çok şeffaf olduğu söylenemez. Ama gerekçe olarak şartlı bağış yapılabilir mevzusu ortaya atılıyor. Mesela okul ya da cami yaptırmak istersiniz dersiniz ki devlet yapsın. Ama direkt bir kuruma verip onu buraya aktar diye bir şey görmedik elbette. Öte yandan daha da ilginç olan, bu olayı çok çabuk kabul edip bunun vergiden kaçma olduğunu itiraf etmeleri. Açıkçası bu itiraf şüpheyi daha da arttırdı bende. Çünkü AKP döneminde, alt düzey bir bürokratın dahi kolay kolay yaptığı işi kabul ettiğini görmedik.

Kamuoyu baskısı yüzünden mi kabul edildi?

Bence hayır çünkü farklı dönemlerde, farklı baskılar da oldu. Hatta daha büyük olaylar da ortaya çıktı, krediler, ihaleler vs. ama onlar kabul edilmedi. Ben bunu daha küçük suçu kabullenip daha büyüğe doğru giden yolu kapamak gibi görüyorum. Çünkü devamında ortaya çıkan şeylere baktığımızda bu olayın ucu özelleştirmeye kadar varıyor. Başkentgaz’ın özelleştirilmesi 2013'ten beri tartışılıyor. İhalenin şaibeli olduğu, direk adrese teslim yapıldığı gibi eleştiriler hep oldu. Belediye hisselerinin alınması meselesini de Mansur Yavaş açıkladı yakın zamanda.

Peki bu GYO verilmesi nasıl mümkün oldu?

Eskiden yolsuzluk dediğimizde kamu bankasındaki bir bürokratın, bir şirkete kredi vermesi şeklinde oluyordu ve bu iş, o bürokrat ile etrafındakilerin yolsuzluğu olarak tarif ediliyordu. Yasa dışı ve bankanın görevleri içinde olmayan bir şekilde yapılmasından dolayı. Tıpkı Emlakbank yolsuzluğunda olduğu gibi. AKP döneminde yolsuzluğu ayırt etmek şöyle zor, önce bir faaliyet yapılıyor ve daha sonrasında buna uygun bir yasa ya da mevzuat çıkarılıyor. Başkentgaz’da olduğu gibi. Biz şu anki yasalara göre buna yolsuzluk diyemiyoruz doğrudan. Ama yasada da olsa bunları yolsuzluk olarak tanımlamalıyız. Örneğin Cengiz'e, Kolin'e, Torunlar’a verilen onlarca ihaleye baktığımızda bunların kapalı yapıldığını, rekabet şartlarına ve ihale yasalarına uymadığını görüyoruz. İhale yasasında 21/b denilen olağanüstü durumlarda, yani deprem, sel, savaş ve afetlerde kullanılması gereken bir maddeye sığınılarak yapılıyor bu faaliyetler. Bu gibi durumlarda verilecek ihalelerde yol, köprü, tünel, her türlü inşaat hatta mal ve hizmet alımı dahi yapılıyor. Ama yasaya baktığınız zaman buna yolsuzluk diyemiyorsunuz.

AKP döneminde yolsuzluğun şekli değişti yani?

Evet, önce usulsüzlük yapıp daha sonra mevzuat çıkarıyorlar. Hatta o kadar çok mevzuat, yasa değiştiriyorlar ki birbiriyle çelişkili kararlara da uyumuyorlar. Ama bunun adı ne olursa olsun yolsuzluktur. Çünkü kamu yararı gütmeyen her türlü faaliyet yolsuzluktur, usulsüzlüktür. Bu konuda çok da uzaklara ya da şu, bu belgelere falan gitmemize gerek yok. Sayıştay raporları yetki alanı o kadar daraltılmış olmasına rağmen, kamu zarara uğratılıyor diyor zaten. Ki ortaya çıkardığı şeyler kısıtlı yetki ile çok daha küçük. Kamu zararı uğratıldığı anda soruşturulması lazım. Zaten olmayan şey de soruşturma. Örneğin Sayıştay bir ihale tespit ediyor ve burada kamu zarara uğratıldı diyor. Ama bunun hukuki bir karşılığı olmuyor. Teftiş kurullarının harekete geçmesi lazım ya da bu raporları meclise gönderiyor Sayıştay. Yasamanın bir soruşturma yapması gerekiyor. Bu denetlemeler yapıldığında ya da soruşturmalar yürütüldüğünde, yolsuzlukların kimler tarafından, nasıl olduğunu öğrenmiş olacağız. Bunlar geçmişte de oldu, 90’lı yıllarda kamu bankalarının “görev zararı” dediği birçok şeyin, yandaş firmalara ve ortaklara verilmiş krediler olduğunu ve de geri dönmediğini öğrendik.

Ama AKP daha geniş bir alanda değil mi?

Her alanda ve daha da büyük. Çünkü bunu art arda çıkardığı yasa, düzenleme ve mevzuat ile yapıyor. Bugün konuştuğumuz Başkentgaz meselesi tam olarak bu. Özelleştirilmesi tamamen yasalara aykırı olduğu halde, parça parça mevzuatlara uydurularak yapılmış.

Torunların aldığı ihaleler çok geniş Osmangazi Köprüsü’nden İstanbul Metrolarına. Sahibi ise Erdoğan'ın İmam Hatip arkadaşı. Hatta Erdoğan'ın bunun gizli sahibi olduğu iddiası var. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Bu elbette bir iddia. Bu koşullarda bilmemiz ya da teyit etmemiz zaten imkansız. Ama bir tahminin var mı dersen; şu an gördüğümüzün çok daha büyük ve çok daha kötü bir tablosu ileride bir gün ortaya çıkacaktır.

O zaman şu an buz dağının en ufak parçasını gördük. . .

Muhtemelen çünkü ihale yasasında 100'ü aşkın değişiklik yapıldı. Biz bu değişiklikler üzerinden verilen ihalelere bakıp tespit yapıyoruz. Ki bunlar kamu zararına yapılan faaliyetler. Biz daha büyük yolsuzluk ve para trafiklerini bilmiyoruz.

Öte yandan bu ve birçok meselenin odağına baktığımızda Ensar Vakfı çıkıyor karşımıza hep. Neden odakta bu vakıf var?

Ensar’ın kurucularına ya da yöneticilerine baktığımızda hepsi zaten iktidarın çekirdeğinde yer alan isimler. Bu vakıf daha önce çocuk tacizleri ile ilgili gündeme gelmişti. Şimdi de bir para trafiği ile ilgili gündemde, yarın başka bir şeyle de gündeme gelebilir. Örneğin Milli Eğitim bir anlaşma yapıyor altından Ensar çıkıyor. Belediyelerde ortaya çıktı ki ellerindeki birçok varlığı, binayı Ensar'a bağışlamış hatta yer yer tahsis etmişler. Bu sürekli olan bir şey ve düzenli olan bir mekanizma haline gelmiş. Mesela Torunlar, İstanbul'da TÜRGEV’e yanılmıyorsam 31 tane bina vermiş, 30 milyon değerinde. Bu miktarlar ve yardımlar zaten vakfın İslami bir kuruluş ya da İslami amaçlarla kurulmuş bir vakıf olmadığını akla getiriyor. Demek ki tüm bu iktisadi ve siyasi ilişkiler içerisinde bir rol oynuyor. Bir şekilde iş çözücü, lobi ya da iktidar üzerinde etkili bir kurum olduğunu gösteriyor tüm bunlar.

AKP döneminde yolsuzluk oluyordu elbette bu yönde çok iddia da belge de ortaya çıktı. Peki bu dönem, bu büyüklükte bir belgenin ortaya çıkıyor olması neye işaret ediyor?

Evet, bunun bir yerde, bir gün patlayacağını biliyorduk. Ancak bu kadar somut belgelere dayanan ve hızlı bir şekilde ortaya çıkması şaşırtıcı elbette. Bu aynı zamanda elbette bir çözülmenin işareti. Çünkü kolay değil, kaymakamlıklardan saraya kadar örgütlenmiş bir parti var karşımızda. Hepsini, o parti ve sarayın çıkarlarını korumak üzere hareket eden bir yapı olarak görüyorduk. Bunların oralardan sızması kolay değildir. Genelde koalisyon hükümetleri zamanında bu oluyordu. Sıkça örnek verdiğim gibi 90’larda. Az çok meclisin işlediği ya da devlet kurumlarının belli denetimler yapabildiği dönemlerde bunlar vardı. Ama AKP döneminin en büyük özelliği içeriden hiçbir şekilde bu tarz bilgileri sızdırmayan bir güvenlik ağına sahip olması. Eğer sızmaya başladıysa ki bunlar iddia düzeyinde de değil somut belgeler var; ya o kurumlarda rahatsız olan bir kesim var ya bu çıkar ağından kopmuş, artık yeterince pay alamayan bir kesimin sızdırması var. Belki de devletin içinde gerçekten rahatsız olan bir kesim, bunu kamuoyu ile paylaşmak istiyor. Ama bu şunu gösteriyor: İktidar etrafında kümelenmiş zümreler ve kişiler arasındaki işler de çok iyi gitmiyor.

Bu biraz da AKP’nin yerel yönetimleri kaybetmesi ile çıktı diyebilir miyiz?

Zaten belediyelerde ortaya çıkan şeylerin ucu bucağı yok. Orada bütünüyle kaynağın kimlere tahsis edildiği, nereye aktarıldı henüz tespit edilebilmiş değil. Çok az bir kısmı ortaya çıktı ama orada kurulmuş sistem var. 1994'ten beri yani 25 yıllık bir süreçten bu yana devam ediyordu. Bu 25 yılı bir çırpıda çözmek imkansız. Biz zaten belediyelerin kaybedilmesiyle şunu gördük ki bu geçmişteki yolsuzluklarla da ayrılan bir noktasıdır: Burada anlık ya da bir dönemlik yapılan bir yolsuzluk yok. Bu tamamen sistematik şekilde çalışan bir mekanizma.

Siz bunu bir de Susurluk'a benzettiniz yazınızda. Tam olarak nasıl bir benzerlik bu?

Susurluk kazası olana kadar pek çok olay İle karşılaştık, gözaltında kayıplar, yargısız infazlar, uyuşturucu çeteleri, kamu bankalarındaki yolsuzluklar, birtakım şirketlerin hayali faaliyetleri, iş insanlarının kaçırılıp fidye alınması ya da tehdit edilmesi; Kürt illerindeki kirli savaşın içinde yaşanan köy yakmalar, işkenceler, bunların cezasızlık sonuçlanması. . . Hatta geçmişi anımsayanlar hatırlar o dönem magazin basınında da futbol dünyasında da birtakım skandallar yaşandı. Susurluk’a kadar bunları ayrı ayrı değerlendirirken kazadan sonra aslında bunların hepsinin bir puzzle’ın parçası olduğunu gördük. Susurluk'tan zihinlere hep mafya -çete -siyaset üçgeni kaldı. Ama öbür tarafı çok da fazla irdelenmedi bunun.

Hangi tarafı?

Kutlu Savaş'ın hazırladığı Susurluk Raporu'nun girişinde vurguladığı bir nokta vardı. Kutlu Savaş orada şunu söylüyordu, devlette bizim bildiğimiz 2 tane yapı var. Bunlardan biri Ömer Lütfü Topal gibi simgeleşmiş, silahlı çete, yasa dışı işlere de bulaşmış zaman zaman devletle ilişkiye de girmiş olan kısım. Bu dünyanın her yerinde vardır ve bir devlet isterse bu yapı ile çok kolay baş eder. Asıl bizim için önemli olan kamu bankaları, şirketler ve siyaset arasında kurulmuş olanıdır. Ekler Savaş ve “Biz bu işbirliğini çözemedik” der. Devletin görünen bu yüzü şeffaflaşmadı. Dolayısıyla geçmişten gelen, geleceğe de aktarılacak tehlikeli bir ortamdır bu diyordu Kutlu Savaş da. Söylediği şey şuydu aslında kamu bankalarının bütün hareketleri şeffaf olmak zorunda, kime ne verildiği bilinmeli, görevi dışında bir yere kredi vermemesi gerekli. Hatta Kutlu Savaş bu tarafa “Kravatlı Çete” diyordu. Öte yandan Susurluk, devletin milli güvenlik konsepti çerçevesinde yaratılan bir mekanizma. 90'larda o güvenliğin için her şeyi sığdırmışlar, çeteleri, yolsuzluğu, yargısız infazları, köy yakmaları hepsini…

Tıpkı bu dönemki güvenlik algısı gibi mi?

Evet, bugün bakıyoruz ki Kızılay'da bir skandal meydana geliyor, sonra belediyede bir ihale yolsuzluğu; bir yandan tuhaf vakıflar ortaya çıkıyor, kişilerle bağlantılar. . . Bu parçalar birleştiğinde 90'lara benzeyen bir tablo çıkıyor karşımıza. Nasıl ki Susurluk kazasından sonra bu olayların üzerine gidildi ki belli bir orana kadar açıklığa kavuştu bu da bu şekilde açığa çıkar. Kastettiğim bu, Susurluk iklimi aslında hemen hemen bu döneme benziyor. Devletin şu an bir güvenlik kaygısı oluşturması, sürekli olarak toplumsal gerilimleri yükseltmesi gibi. Bunu da sürekli bir güvenlik duvarı örerek kontrol etmeye çalışıyor. Bunu bekçi politikasından tutun da Suriye'ye kadar uzatabiliriz. Örneğin Suriye'de oluşturulan bir cihadi örgütlenmeye sürekli para aktarılıyor. Peki bu ilişkilerin kimler tarafından, nasıl yapıldığını biliyor muyuz? Hayır. O sınırı kimler geçiyor, bu para transferi başka kimlere yarıyor? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Bu bence Susurluk'tan daha büyük bir Susurluk. . .