Av. Düşünmez: Türkiye uluslararası hukuku tanımıyor

Avukat Onur Düşünmez, Türkiye’nin işkence ile mücadelede taraf olduğu sözleşmeler incelendiğinde bu sözleşmelere aykırı davranıldığını ve bir işkence suçu olan tecride karşı yaptırımların da göz ardı edildiğini söyledi.

Hukukçu Onur Düşünmez, İmralı’da süren tecridi, uluslararası güçlerin tecride yaklaşımını ve açlık grevi eylemlerini ANF’ye değerlendirdi.

İmralı’da yıllardır hukuksuz bir tecrit uygulandığını kaydeden Düşünmez, bu konuda herhangi bir yaptırımın uygulanmamasının manidar olduğunu kaydetti. Uluslararası güçlerin Türkiye’de yaşanan hukuksuzlukları görmezden gelmesinin kabul edilemez olduğunu kaydeden Düşünmez, "Ülkedeki en temel sorunların çözümü 22 yıldır tecrit altında olan bir halk önderinin cezaevi hücresinden geçmektedir.

Tecrit bireyi ilişkide bulunduğu topluluktan çıkarmak, sosyal ekonomik ve kültürel olarak yalnızlığa terk etme hali olarak tanımlanmaktadır. Ayrı bir yerde tutulma, ayırma anlamına gelen tecridin cezaevlerinde uygulanan ve süreklilik arz eden hali işkence olarak tanımlanmaktadır. İşkence olarak değerlendirilebilecek bu yöntemin sistematikleştirilerek İmralı’da uygulanıyor olması ve buna göz yumulması kabul edilebilir bir durum değildir. Tecridin çok sık rastlanan tanımlarından en önemlileri bunun sessiz bir ölüm olduğu ve yasal şiddet içerdiği tanımlamalarıdır" diye konuştu.

TÜRKİYE 1991’DE TECRİDE YASAL KILIF UYDURDU

1950’lerde yapılan, "Duyusal Yoksunluk Deneylerinin" cezaevlerine uygulanması yoluyla ortaya çıkan bu sistemin ilk kez Avrupa’da uygulama alanı bulduğuna dikkat çeken Düşünmez, "Bu sistem Türkiye’de de 12 Eylül darbesinden sonra ortaya çıkan siyasi atmosferi bastırmak için siyasi tutsakların kalacağı özel tip cezaevlerinde uygulanmaya başlandı. Ancak o dönem yasal zemini bulunmayan ve cezaevlerinde verilen direnişler sonucunda uygulama gevşetildi ve yavaş yavaş ortadan kaldırıldı. Bu durum tekrar kendisini 1991 yılında gösterdi ve bu sefer 3713 sayılı kanunla yasal zemini de hazırlanmıştı.

1991 yılında yürürlüğe giren 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 16. maddesine göre: ‘Bu kanun kapsamına giren suçlardan mahkum olanların cezaları, tek kişilik veya üç kişilik oda sistemine göre inşa edilen özel infaz kurumlarında infaz edilir. Bu kurumlarda açık görüş yaptırılmaz. Hükümlülerin birbirleriyle irtibatına ve diğer hükümlülerle haberleşmesine engel olunur’ şekliyle vücut bulan bu yasa yeni kurulan F Tipi cezaevlerinde kanuni olarak uygulamaya sokularak bu işkence kanuni bir işlem halini almış oldu" diye konuştu.

İMRALI’DA HUKUKİ HAKLARA DEVLET ELİYLE MÜDAHELE EDİLMEKTEDİR

F Tipi cezaevlerinde 1991 yılında uygulanan bu işkenceci kanunun 2006 tarihli 5532 sayılı kanunun 17. maddesinde yer alan 3713 sayılı kanunun 16. maddesinin yürürlükten kaldırılmasıyla kanuni zeminini kaybetmiş olduğunu dile getiren Düşünmez, "Ancak kanuni zemini bulunmayan bu tecrit uygulamasının halen uygulanıyor olması ülkedeki adalet mantığını gözler önüne sermek bakımından önemli bir örnektir. Nitekim Anayasanın 10. maddesinde düzenlenen kanun önünde eşitlik hükmü de ihlal edilmektedir.

Ayrıca görüş ve haberleşme imkanlarının sağlanmadığı İmralı Adasında zaman zaman bilinçli olarak sağlık durumuyla ilgili basına servis edilen haberlerin sonuçları da cezaevi savcılığı dahil kimse tarafından bilinmemekte ya da avukatlara yeterli bilgilendirme yapılmamaktadır. Avukat görüş yasağının İmralı adasında uygulanıyor olması ve Anayasa ile uluslararası sözleşmelerin ilgili hükümlerinin uygulanmaması her türlü hakka müdahalenin devlet eliyle yapıldığı ve devletin bu durumda çok katı bir tavır takındığını göstermektedir" dedi.

TECRİT DELİL BIRAKMAYAN BİR İŞKENCE TÜRÜDÜR

Tecridin ne denli ağır bir işkence olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi için bu baskıcı uygulamalara maruz kalan insanların anılarına eğilmekte fayda olduğunu kaydeden Düşünmez, İspanyada 16 yıl boyunca tecrit altında kalan Tomax Carrera Juarros’un ‘Kişiliğinizi parçalamaktan başka hiçbir anlamı yok tecridin. Dünyadan ve hayattan koparılmışsın ama hala var olduğunu biliyorsun. Biliyorsun ki hala bir sesin var ama senden alınmış istesen de sesin çıkmıyor' şeklindeki sözlerine dikkat çekti.

Düşünmez, 1977-1992 yılları arasında Almanya’da tecrit altında kalan Gunter Sonneberg'un o yıllarını ‘İnsan uzun süre kapalı bir odada kaldığında, hiçbir ses duymadığı ve hiçbir insan görmediği zaman, pencereden dahi bakamadığı zaman, yani ses, görme gibi uyarıcıları alamadığı zaman hastalanıyor. Bu bir işkence ve hiçbir delil bırakmayan bir işkence. Yani vücutta herhangi bir yara izi yok ama insan fark ediyor. Çünkü bilincini kaybediyor, hafızasını kaybediyor, gerçekle hayal arasındaki çizgi kalkıyor insan konuşmayı da unutuyor' şeklindeki sözlerini hatırlatarak, "Tecridin sistematik olarak uygulanması halinde hiçbir delil bırakmayan bir işkence olduğunu gözler önüne seriyor. Tecridin Türkiye’de hala devam ediyor olması işkencenin ne kadar aleni olduğunu gösteriyor. İşkence Anayasa’nın 17. maddesinde ve Türkiye’nin taraf olduğu AİHS’nin 3. maddesinde kesin olarak yasaklanmıştır" diye konuştu.

SÖZLEŞMELERE AYKIRI DAVRANILDI

Türkiye’nin işkence ile mücadele ile ilgili olarak taraf olduğu sözleşmeler incelendiğinde bu sözleşmelere aykırı davranıldığı ve bu sözleşmede yer alan uluslararası yaptırımların da gözardı edildiğini belirten Düşünmez, şu tespitlerde bulundu: "Ülkemiz 21 Nisan 1988 tarihli 3441 sayılı kanun ile İstanbul Protokolü olarak anılan Birleşmiş Milletler İşkence ve Diğer Zalimane, İnsanlık Dışı veya Küçültücü Muamele ve Cezaya Karşı Sözleşme’yi kabul etmiş ancak sözleşmenin 30. Maddesinin 2. Fıkrasında yer alan taraf devletlerce tanınan Uluslararası Adalet Mahkemesi’ne (Uluslararası Divan) gitmeme seçeneğini kullanarak itirazi kayıtla sözleşmeyi kabul etmiştir.

Yani Türkiye ile ilgili sözleşmenin yorumlanmasından kaynaklanan bir anlaşmazlık olduğunda Uluslararası Adalet Mahkemesi’ne gidilemeyecektir. Yine Türkiye 11/01/1988 tarihinde Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesi olarak bilinen İşkencenin ve Gayrıinsani ya da Küçültücü Ceza veya Muamelenin Önlenmesine Dair Avrupa Sözleşmesi’ne taraf olmuştur. Avrupa İşkenceyi Önleme Sözleşmesinin asıl amacı AİHS’in 3. maddesinde yer alan işkence yasaklarına işlerlik kazandırmaktır. Bunu da bağımsız bir komite olan CPT eliyle yapmaktadır. CPT eliyle düzenlenen ihlal raporlarına rağmen Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nden kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmeyerek uluslararası hukuku da tanımadığını gözler önüne sermektedir."

TECRİT İLE FİKİRLERE HÜKMEDİLMEK İSTENMEKTEDİR

"Tecridin cezaevinde cezalandırma amacı olarak kullanılması ve kesintisiz olarak uygulanan tecrit halinin tüm ülkelerde bilhassa siyasi mahkumlara uygulanıyor olması dikkat çekicidir" diyen Düşünmez, devamla şunları belirtti: "Nitekim bedeni tutsak alınmasına rağmen siyasi mahkumların fikirlerinin tutsak alınamaması devlet mekanizmasına bir tehdit olarak görülmekte, bu yönüyle adı konulmamış bir işkenceyle fikirlerine hükmedilmeye çalışılmaktadır. İçeride yalnızlaştırmaya karşı direnen bireyin koşulları günden güne ağırlaştırılarak beklenen sonucun elde edilmesi yoluna gidilmektedir.

Türkiye İmralı’daki tecritten beklediği sonucu elde edemediğinden dünyada bu eşi görülmemiş uzunluktaki tecritte ısrarcı davranmaktadır. Zaman zaman siyasi atmosfere bağlı olarak veya açlık grevleri sonucunda gevşetilmeye başlanan bu tecridin uygulandığı İmralı Adası’nın iç veya dış politikada içinden çıkılamayan bir durum olduğunda başvurulan ilk adres olması da dikkate değer bir durumdur. Bunun en son örneği ailenin ve tüm hukuk kurumlarının ısrarlı taleplerine rağmen izin verilmeyen görüş izninin, alelacele akademiden bir şahsa verildiği 2018 yılındaki İstanbul yerel seçimleridir."

CPT RAPORLARININ GEREĞİNİ YERİNE GETİRMİYOR

Cezaevlerinde devam eden açlık grevi direnişinde de değinen Düşünmez sözlerini şöyle sonlandırdı: "Türkiye’de dönem dönem cezaevlerinde siyasi tutsaklarca yapılan açlık grevleri eylemlerinden sonra tecrit koşullarının yumuşatılması yönünde adımlar atılmış ise de ne yazık ki beklenen sonuç elde edilememiş, CPT’nin raporlarının gereği de yerine getirilmemiştir. Türkiye’de tecrit konusuna bakıldığında açlık grevlerine ayrı bir parantezin açılması hem hukuki, hem de siyasi bakımdan elzemdir. Açlık grevlerinde yer alan direnişçilerin talepleri devleti hukuka uygun davranmaya, İmralı’daki tecridi kaldırmaya davet etmekteyken, devlet mekanizması ve yöneticiler buna göz yummakla kalmayıp hukuk veya adalet denildiğinde adeta kaçma refleksi göstermektedirler.

Hukuk ve adaletten yana tavır takınması beklenen ancak yaptığı tercihler sonucunda hukuka uygun hareket etme reflekslerini kaybeden devlet yöneticileri, tecrit koşullarının iyileştirilmesi ve işkence suçuna daha fazla göz yumulmaması taleplerinden kaçarak başka hukuksuzluklar yaratmak adına açlık grevindeki direnişçilere karşı zorla tedavi yollarını da içeren haksızlıklara başvurmayı tercih ediyor. Kanunlarda yer alan ve doktrinde kendisine alan bulan en önemli alanın insanlık onuru olduğu ve bunun hiçbir şekilde ihlal edilemeyeceği Anayasada güvence altına alınmışken işkence halinin süreklileştirilmesi kabul edilemez bir durumdur.

Tüm baskı rejimlerine insanlık onurunun bir gün işkenceyi yeneceğini hatırlatmakta fayda vardır. Bu vesileyle tecrit halinin kaldırılması ve hükümlülerin kanuni olarak sahip olduğu hakların cezaevindeki tüm bireylere eşit olarak uygulanması ülkedeki adaletin tesisi açısından bir başlangıç olacaktır. Ülkedeki en temel sorunların çözümü 22 yıldır tecrit altında olan bir halk önderinin cezaevi hücresinden geçmektedir. Bugün hala devam eden açlık grevleri ve açlık grevi direnişçilerinin taleplerinin ivedilikle kabul edilmesi daha fazla hukuksuzluklara mahal vermemek adına elzemdir. Bu nedenle tekrar belirtmekte fayda vardır; tecrit işkencedir, işkence insanlık suçudur ve insanlık onuru işkenceyi mutlaka yenecektir!"