PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata, PKK ve Türkiye arasındaki çatışmalar yoğunlaştıkça AKP’nin yanında görünmeye çalışan bir KDP gördüklerini söyledi. KDP de dahil bütün Kürtlerin yaratıcı ve özgün politikalar geliştirmesi gerektiğini de söyleyen Ayata, bloklaşmaların da, Amerika, Rusya ve destekledikleri güçlerin de değişimin önünde engel olduğunu ifade etti. Diktatör rejimlerin, milliyetçi ve mezhepçi blokların yanında yer almak yerine halkların iradelerini, örgütlülüklerini ve demokratik birliklerini geliştirmeleri gerektiğini altını çizdi.
PKK Merkez Komite Üyesi Muzaffer Ayata geçtiğimiz günlerde ilan edilen ve Türkiye de dahil, 34 ülkenin içinde yer aldığı Sünni Blok’un Suriye’nin geleceğine dair anlamını, Musul krizinin nedenlerini, KDP’nin AKP ile ilişkilerini ve Ortadoğu’daki gelişmeleri ANF’ye değerlendirdi.
Suriye savaşının ardından halkın ülkeyi terk etmesi uluslararası kamuoyunu da ilgilendiren bir göçmen krizine dönüştü. Türkiye bu krizi uluslararası ilişkilerinde bir şantaj aracı olarak kullandı. Uluslararası alanda göçmen krizi üzerinden süren bu savaşı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Savaşların, hele iç savaşların ülke nüfusunu adeta dağıtıcı bir özelliği var. Savaşlarda siviller bulunduğu alanları koruyamıyorsa, ordular denetim kuramıyorsa, can ve mal güvenliği yok ise, ambargolar varsa genelde yerlerinden koparlar. Suriye’de bu yaşanıyor, hem de fazlasıyla ama tabi kendine göre özgünlükleri de var. Bunu da görmek gerekiyor. Türkiye, Suriye savaşını kanlı bir girdaba çekti. Suriye devleti sivil gösterilere saldırınca Suriye muhalefeti silahlı bir mücadeleye hazır değildi. Öyle bir örgütleri de yoktu ama Türkiye hemen Hatay’dan başlayan sınırlarını açtı, çeteleri silahlandırdı, eğitti ve Suriye’yi kanlı bir savaşa sürükledi. Rejiminde saldırıları sonucunda, Türkiye sınırları zaten açıktı, kitleler yerlerinden koptular. Bir kısmı Türkiye’ye geçti. Türkiye bunların bir kısmını kamplara aldı. O kamplar DAİŞ’in, El Kaide’nin ve El Nusra’nın örgütlendiği, militan devşirdiği alanlar oldu. Tamamen Türkiye’nin planladığı, örgütlediği, organize ettiği bir çalışmaydı.
Hatırlanırsa CHP milletvekilleri Hatay’da bu mülteci kamplarına sokulmadılar. Akıl karımıdır bu. Bir ülkeye ilticacılar geliyor, insani amaçlarla sığınmışlar, orada barınıyorlar, o ülkenin milletvekilleri gidip ilticacıları ziyaret etmek istiyor. Doğal olarak Türkiye’nin bu kampları dünyaya açması lazımdı ama kendi milletvekillerine bile kapattılar. Bu tartışmalar hiç dinmedi. Kamplara alınmayan ilticacılar Türkiye’nin içine dağıtıldılar. 100 binlerce insan nereye gider, nasıl yaşar, nasıl barınır oralı olmadılar. Kimin nereye sığındığıysa, ne iş bulabildiyse artık. Hem ucuz iş gücü olarak hem de Türkiye devletine bu anlamda yük olmaması için dağıtıldılar. Bir yandan militan devşirme aracı olarak kullanırken bir yandan dış dünyaya karşı “Ben 2 milyondan fazla mülteci kabul ettim, savaştan fazla mağdurum, komşu olarak zordayım” deyip, Suriye’nin iç işlerine müdahale etmeyi, bunun üzerinden siyaset yapmayı marifet saydı. Bundan hiç vazgeçmedi.
Suriye’de DAİŞ ciddi darbeler alınca YPG’nin saldırıları ve örgütlenmesi, Kobanê’nin kahramanca direnişi ardından da Tıl Abyad’ın, Ciyayê Kızvan’ın alınması gündeme gelince Türkiye Avrupa’ya karşı bir şantaja başvurdu. ABD’ye de aynısını yaptı, özellikle 24 Temmuz’dan sonra PKK’ye, Kürtlere saldırınca Batı’nın desteğini almak için alelacele İncirlik’i açtı. “DAİŞ’e karşı sizinle işbirliği yaparım, koalisyona girerim” dedi. Sınırlarını DAİŞ’e kapatmamak için sürekli ABD’yi oyaladı. ABD sürekli açıklama yapıyor; işte “Türkiye bizimle işbirliği yapmalı, bu sınırları kapatmalı” diye, ama olmadı. Rusya bunu yapmaya kalkınca Rusya’nın uçağını düşürerek DAİŞ’le olan bağlantılarını koparmak, DAİŞ üzerinden Suriye’deki etkinliğini kırmak istemediğini gösterdi. Bu açıdan Erdoğan ve AKP hükümeti adeta kumar oynar gibi risk aldılar. NATO’yla Batıyla, Rusya’yı karşı karşıya getirmek istedi. Batıya karşı bir koz olarak da ilticacıları kullandı.
DEVLET GÖÇÜ ORGANİZE ETMEYE BAŞLADI
Birden yüz binlerce insan Edirne, Bulgaristan, Yunanistan üzerinden Batıya yönlendirildi. Basına yansıyan haberlere göre bir günde 8 bin ile 10 bin arasında mülteci botlarla Yunanistan’a geçiyormuş. Devlet bunu resmi olarak organize etmeye çalışsa günde 8 bin, 10 bin insanı geçirmek mümkün olmaz. Kendi basınlarına da yansıyor Yunanistan kıyılarındaki bütün Türk kasabalarındaki dükkânlarda meyve sebze satar gibi, günlük ev ihtiyaçları satar gibi can yelekleri, şişme botlar satılıyor. Adeta herkes yönlendirildi. Hem onların ceplerindeki üç beş kuruş para alındı, soyuldu hem de birçokları Akdeniz, Ege sularında ölüme gönderildi. Türkiye, bunu kullanarak Batıyı bir yerde dize getirmek istedi. Avrupalılar tabi telaşa düştüler. Çünkü onlar Türkiye gibi 100 binlerce insanı devlet kontrolü olmadan sokağa salamazlar. Kendi iltica yasaları, hukukları var. Bütün bakımlarını üstlenmeleri ve hepsini yerleştirmeleri gerekiyor.
Bir de Avrupa dünyanın çekim merkezi, lüks semti durumda. Zaten akış var. Asya’dan, Ortadoğu’dan, Afrika’dan sürekli bir kaçış, bir göç dalgası var. Avrupa bunu durdurmaya çalışıyor. İhtiyacı olandan fazlasını almak istemiyor. Kapitalist dünyanın merkezi olan Avrupa’nın politikaları değerlendirilebilir, eleştirilebilir ama şu anda objektif olarak böyle bir durum var. Muazzam bir akış var. Şimdi Türkiye gibi bir ülke bile vizeyi kaldırırsa, belki on milyonlarca insan Avrupa’ya yönelir. Onun için Avrupa, Türkiye’ye kolay kolay vize muafiyeti getirmek istemiyor. DAİŞ’le kimin ne kadar ilişkide olduğunun bilinmediği ve Avrupa’nın göbeğinde de bombalar patladığı, DAİŞ’in katliam yaptığı bir ortamda Avrupa’nın telaşlanması bir yerde anlaşılırdır.
Türkiye’de bunu kullandı. Merkel’i Ankara’ya adeta ayaklarına getirttiler. Bu insanlar mağdur edilmiş, yerlerinden yurtlarında kopartılmış. Türkiye bu insanlar üzerinden hiçte ahlaki olmadan pazarlıklar yapmaya başladılar. Türkiye, Avrupa’yı adeta sıkboğaz etti. Avrupa Birliği, ilk defa Kopenhag Kriterleri, özgürlükler, insan hakları başlıklarını tartışma konusu bile yapmadan Türkiye’ye fasıl açacaklarını, Avrupa Birliği sürecini canlandıracaklarını, daha sonra vizeleri kaldıracaklarını, 3 milyar Euro verecekleri gibi vaatlerde bulundular. Tavizler verdiler ama “siz gelen ilticacıları Türkiye’de durduracaksınız, gümrük memurluğumuzu yapacaksınız, kabul etmediklerimiz geri gönderilecek” talepleri karşılığında. Türkiye’de bunu kabul etti.
Suriye’deki mülteciler üzerinden Türkiye siyasi çıkar elde etmeye, Avrupa’da kendisini bu yükten kurtarmak için Türkiye’yle pazarlık yapıp, tavizler vermeye başladı. Bu konuda Türkiye çok maharetli. Tarih boyunca böyle en gerici insanlığa aykırı ittifaklar, antlaşmalar içerisine girmeye çekinmemiş, İttihat-ı Terakki’den beri Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı’na soktukları günden bugüne kadar yakın Cumhuriyet tarihi hep böyledir. Bir yandan Rusya’yla ittifak yaparken daha sonra Fransa ve İngilizlerle antlaşma yapmaları, Kürdistan’ın parçalanması, içerde sosyalist hareketlere karşı komplolar, Kürt isyanları ve katliamlar, NATO’ya yamanma, NATO’ya giriş, ABD kontrgerillası sisteminin içerisinde NATO gladioyosu içerisinde yer alma yani kendi halkının başına bela olmuş bir egemenlik zihniyeti, anlayışı Türkiye’de hakim olmuştu. Bunu Suriyelilere karşı kullanmaması düşünülemezdi. Türkiye’nin insana verdiği değer olsaydı kendi vatandaşlarını bu kadar darbelerle ezmezdi, işkence yapmazdı. Bu gün Kürdistan’ın bütün coğrafyasını, şehirlerini bombalamazdı. Böyle kanlı, kirli ve işbirlikçi bir geleneği var. Bunu Suriye iltica kitlesine karşı böyle kullandılar.
DAİŞ’in Paris’te gerçekleştirdiği katliam, göçmen krizi ardından da Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürmesi Ortadoğu’da yeni bir çatışmalı duruma yol açtı. Bu durum Ortadoğu krizinde yeni bir sürecin başladığının göstergesi midir?
Paris Katliamı Avrupa’yı biraz daha hareketlendirdi. Daha önce Charlie Hebdo dergisi hedeflenmiş, dergi çalışanları katledilmişti. O dönemde Fransa’da, Avrupa’da tepki oluştu ama bu defaki son saldırı herkesi hedef aldı. 100’ün üstünde insan katledildi. Avrupa’da yaşayan Müslüman kitlesi de var. Bunların içinde Suriye’de eğitim alan, örgütlenen militanlar, rahat giriş çıkış yapabilen, dil bilen insanlar var.
TÜRKİYE DAİŞ’E ZAMAN KAZANDIRMAK İSTEDİ
Türkiye zaten sınırları açtı, adeta DAİŞ’i Avrupa’ya yönlendirdi. Nasıl ki Suruç katliamı, Ankara katliamıyla DAİŞ’i içeride muhalifleri, Kürtleri ezmek için kullandıysa Avrupa’ya karşıda bu şekille kullandı. Hatta şu propagandayı yaptı; “bakın terör sizin canınızı yakınca feryat ediyorsunuz ama PKK’de teröristtir, PKK’yle DAİŞ’in farkı yok. Yıllardır bizde savaşıyoruz, bizim teröristlere karşı da duyarlı olun, bize destek verin, Kürtleri ve PKK’yi dışlayın” diyor. Böyle bir cingözlük yapmak her zaman Türkiye’nin huyuydu. Rusya savaşa girince Suriye’deki dengeler biraz değişti. Zaten DAİŞ, Kürtlerin direnişiyle zayıflatıldı, dünyada deşifre oldu. Bütün kanlı, kirli yüzü çirkince ortaya çıktı. Aynı zamanda Türkiye’yle olan ittifakları ve ilişkileri de deşifre oldu. Türkiye, resmi olarak DAİŞ’i destekleyecek durumda değildi. ABD, Türkiye’ye Cerablus sınırını kapatın dedi, ama Türkiye kapatmadı. Hala onu konuşuyorlar ama Türkiye onlarla işbirliği yapmadı, oyaladı. DAİŞ’e zaman kazandırdı. Tersine YPG’nin Cerabulus’u almaması için PYD’yi tehdit etti. “Fırat’ın batısına geçmeyecek” dedi. Daha önce DAİŞ’e karşı ortak operasyonlar yapılıyordu. Hava desteği sağlanıyordu.
Rusya ayrı bir faktör olarak devreye girdi ve bu sınır bölgelerini vurmaya başladı. Sınır bölgeleri düşseydi. Suriye, Türkiye açısından düşmüş olurdu. Zaten rejimle düşman, Kürtlerle düşman o sınırda kapanırsa Türkiye’nin Suriye üzerinde herhangi bir etkinliği, söz hakkı kalmazdı. Bu açıdan risk alıp Rusya uçağını düşürdü. Hem Rusya ile ABD ve NATO’yu karşı karşıya getirmek, Rusya’nın etkinlik sağlamasını önlemek hem de DAİŞ‘e zaman kazandırıp o sınır bölgelerini Türkmen ve diğer muhalif gruplar adı altında DAİŞ’lileri de El Kaidecilileri de kimliklerini değiştirip oraya aktarmak istedi. Bu Ortadoğu’da yeni bir durum. Çünkü Suriye, Ortadoğu’nun içindeki bölgesel güçlerin hepsinin mevzilendiği, saflaştığı yine dünyadaki büyük güçlerinde içinde yer aldığı yoğun bir kamplaşma ve içinden çıkılmaz bir kriz boyutuna ulaştı.
Ortadoğu, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri İngiltere ve Fransa tarafından bir biçimde şekillendirilmişti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra buna İsrail’de eklendi. Milliyetçilik, dincilik-mezhepçilik, despotizm, iktidarcılık gerek bölgesel yapıların gerekse dış güçlerin emperyalizmle olan ilişkileri çelişkileri giderme, demokrasi ve özgürlüklerin önünü açmak yerine tersine güç, enerji ve kaynak tüketen savaşlar, mevcut orduların iç işgal ordusuna dönüşmesi, halkın istihbarat ve baskı aygıtları altında oyuncaklara çevrilmesi, yaşamın özgürlükler anlamında çekilmez hale getirilmesi yaşandı.
İşte bunun kırılıp yeni bir halkların baharı çıkışına dönüşmesi bir biçimde yine sekteye uğratıldı. 2010-11’deki Arap baharı geleneği istenen sonucu vermedi. Gerek iç muhalefetin, demokrasi güçlerinin zayıflığı, örgütsüzlüğü gerekse despotik rejimlerin işbirlikçiliği gerekse emperyalist güçler açısından bölgenin stratejik olması, bölgeden el çekmemesi böyle bir durumu yarattı. Yani bütün dünya çelişkilerini, bölge çelişkilerinin kördüğüm olduğu bir alan, Suriye’de bunun merkezine dönüştü. Türkiye, Mısır ve Libya gibi Suriye rejiminin de çabuk düşeceğini varsaydı. Onun için böyle kanlı bir girdaba dönüşmesine hizmet etti. Acelesi vardı. Diyordu; “2003’te Irak’ta bir Kürt federasyonu doğdu, bu defa biz dışında kalmayalım, elimizi çabuk tutalım ki bir Kürt oluşumu oluşmasın.”
Türkiye’de esas mesele buydu. Rusya’yla beraber Türkiye bu riski alarak yeni bir krizin derinleşmesine yol açtı. Türkiye, Rusya’ya karşı ne kadar alttan alsa da, Rusya’nın bu durumu normal görmesini beklemek çok yanlıştır. Çünkü Rusya Türkiye’yle savaş halinde değil, düşmanlıkları yok. Güçlü ticari ilişkileri, ortaklıkları da var. Rusya’nın savaş uçakları Türkiye’yi tehdit etmiyor. Türkiye’ye her hangi bir saldırı olmamış ama Türkiye buna rağmen vurdu. Bu, belirttiğimiz Suriye politikası stratejisi nedeniyleydi. Evet, bu krizi daha da derinleştirdi.
Geçtiğimiz günlerde içerisinde Türkiye’nin de yer aldığı 34 ülkeden oluşan bir Suni Blok oluştu. Suni bloğunun Suriye krizine çözüm olma ihtimali ne kadardır? Nasıl bir çözüm perspektifi sunuyorlar?
KDP İNKARCI KÜRT DÜŞMANLARININ KULLANACAĞI ARGÜMANLARI ORTAYA SAÇMAMALIDIR
Türkiye’nin, AKP’nin yanında görünmeye çalışan bir KDP görüyoruz. Bölgede çelişkiler çatışmalar yoğunlaşınca özellikle PKK ve Türkiye arasında, Türk devleti KDP’yi biraz daha fazla öne çıkartmak, aktifleştirmek istiyor. KDP, Rojava politikasında PYD ve YPG gibi güçlerle ittifak yapmak, ortak hareket etmek yerine kendine yakın bazı parti ve örgütleri hep kullanmaya, yanına almaya hatta PYD’ye karşı tutum almaya çalıştı. Türkiye’de bunu kullandı. Kürt dünyasında yani dört parça Kürdistan’da AKP sadece KDP’yi yanına çekebildi. KDP’de Kürtler arasında çıkan sorunlarda, yanlış ve yetmezliklerde Kürtlerin iç mekanizmalarını örneğin görüşmeler, diyalog, kongre ve konferanslarla demokratik bir biçimde çözmek yerine adeta gerginliğe pirim veren bir politika güdüyor.
PKK’yle YPG’yle basın üzerinden konuşuyor. Doğal olarak bu halkta büyük bir rahatsızlık yaratıyor, Türk basını, Türkiye’de bunu kullanıyor. PKK’yi, KCK’yi Kürtlerin başına hep bela açan bir güç olarak tanımlıyor, “PKK, KCK ne istediğini bilmiyor” diyor, AKP’nin, Türkiye’nin Kürdistan’ı bombalaması, Kandil’i bombalaması hatta Irak’a, Musul’a asker getirmesini KCK’ye bağlıyor. KDP, biraz kendisini sorgulamalı. PKK’yi, KCK’yi tabi ki eleştirebilir. Uygun ve doğru görmediği politikaları, tutumları değerlendirebilir. Çünkü siyaset tarzları, siyasi gelenekleri farklıdır. Zaten PKK, KDP, YNK, Goran hepsi aynı biçimde düşünselerdi ayrı partilere gerek olmazdı. Herkes aynı partide olurdu. Fakat burada önemli olan husus KDP’nin, provokatif, inkarcı Kürt düşmanlarının kullanacağı argümanları ortaya saçmasıdır. Bundan uzak durması gerekiyor, kendisi de zarar görür. Eğer Türkiye’de PKK direnişi ezilirse yani Kuzey Kürdistan tasfiye olursa ya da Rojava tasfiye olursa kimse onları Hewler’de hükümet olarak oturtmaz. Bunu bilmeleri lazım.
PKK Kürtler için o kadar şey yapmış ki Federal Kürt devletinin bile kurulması, ayakta kalması PKK sayesindedir. Eğer PKK korkusu, PKK tehlikesi olmasaydı Türkiye asla böyle bir oluşumu tanımazdı, asla onları Ankara’ya sokmazdı ve şimdi onlar çoktan dağıtılmıştı. Tahran’la Bağdat’la yapacağı işbirliğiyle onları ezerlerdi. Zaten İlker Başbuğ televizyonda söyledi. “İran ve Türkiye sağlam durursa Kürtler Güney Kürdistan’da devlet kuramazlar” dedi. KDP’yi ya da Musul’u ya da bütün Kürdistan’ı koruyan ana güçlerden biri PKK ve gerilladır. Herkes bunu iyi bilmelidir. Bu dağlar, bu sınırlar tutulmasaydı kimse Hewler’i öyle rahat bırakmaz. Şu anda Türkiye mecbur kaldığı için, çıkarları gereği KDP’ye yanaşıyor, ticaret yapıyor, iş yapıyor. Çünkü PKK ve Kürtlerin hepsi birleşirse, “biz Kürtlere üstünlük sağlayamayız, egemenlik sağlayamayız” diyor.
Eskiden tümden inkar vardı şimdi parçalı yürütüyorlar. Birilerini zayıflatıp diğerinin hareket alanını daraltıp, uygun ortama, kıvama getirip onu da ezecekler. Erdoğan her zaman söylüyor, yeniden söyledi, “Biz işte Irak’ta yanlış yaptık, Rojava’da yanlış yapmayacağız.” Yani Kürtler Irak’ta statü sahibi oldu, Suriye’de olmasın mesajını veriyordu. Diğer parçalarda Kürt hareketleri ezilirse KDP kusura bakmasın ama Hewler’i ayakta tutamaz, koruyamaz. Mevcut durumları ortadadır. Bir DAİŞ saldırısıyla Maxmur boşaltıldı, neredeyse Hewler boşaltılıyordu. Mevzileri tutacak pozisyonda bile değillerdi. Böyle bir savaşa hazır değillerdi. Uzun süredir savaşmamışlar, savaştan düşmüşler.
KDP, BİRAZ DEMOKRATİKLEŞMELİ, BİRAZ ELEŞTİRİLERE AÇIK HALE GELMELİ
Eksiklikler ve yetmezlikler üzerinde kafa yormamız lazım. Kürt cephesi nasıl birlik olur? Nasıl birbirini eğitir? Nasıl birbirini tamamlar? Nasıl ittifaklar yapar? Düşmanlarını nasıl durdurur? Hareket alanını nasıl genişletir? KDP’nin buna bakması lazım. İşte Kobanê bunu örneğidir. Kürt dünyası ayağa kalktı. Bütün güçler istenen düzeyde destek vermeseler de, bazıları sınırlı destek verseler de, kahramanca bir direniş sergilendi. Kürtlerin bütün dünyada gücü arttı, meşruiyeti arttı. KDP bundan zarar mı gördü? Hayır. KDP güçlenince diğer Kürt partileri bundan zarar mı görür? Hayır. Ortak kazanım esas olmalı. Kaba, dar iktidar anlayışı yerine böyle ele almaları gerekiyor. Mesela PKK, güçlerini Şengal’e kaydırınca bu güçler katliamı durdurdu. Var olan Ezidileri orada koruyabildi, tutabildi, bir kısmının Duhok’a geçmesine yol açtı.
Alanların tümünün DAİŞ’in eline geçmesini engelledi. DAİŞ’in varlığı Güney Kürdistan için, Hewler için tehdit değil mi? Tehdit. Ama KDP o kadar iktidarcı, o kadar bölgeci, o kadar alancı ki yüz üstü bıraktığı Ezidiler KDP peşmergelerini Şengal’de bile görmek istemiyorlardı. Gerilla varlığı sayesinde ancak oraya gidebildiler. Daha Şengal yani özgür alanlar tamamen birleştirilmeden, Ezidiler geri dönemeden, siyasi statüsü netleşmeden KDP hemen “PKK Şengal’den ayrılsın, burayı boşaltsın” diyor.
İşte bu tutumları ne kadar parçacı, ne kadar egemenlikçi ne kadar iktidarcı yaklaştığını gösterir. Bundan vazgeçmek lazım. KDP biraz demokratikleşmeli, biraz eleştirilere açık hale gelmeli. Gerçekten Güney Kürdistan halkı siyasetin dışına atılmış. Halk örgütlenemiyor, sesini duyuramıyor, hak arayışına giremiyor. Nasıl bir demokrasi anlayışıysa Goran’la ittifak yaptılar, meclis başkanı Goran partisindendi. KDP, yolları tuttu meclis başkanını parlamentoya sokmadı, Hewler’e sokmadı. Bu kadar egemenlikçi bir anlayış var şimdi. Bunlardan vazgeçmek gerekiyor. Evet, meselemiz KDP değil tabi. Kürtler arası ilişkileri ayrı boyutta tartışmak gerekiyor. Kürtler arasındaki çelişkileri derinleştirmemek lazım. Bunların hepsi bir Kürdistan parlamentosunda, ortak parlamentoda ya da kongrede tartışılmalıydı.
Dünya bunu biliyor, Kürtler birleşirse bölgenin hiçbir gücü Kürtlerle savaşamaz, Kürtleri durdurmaz. Geniş bir coğrafyaları var, halkı toprağına bağlı, büyük bir nüfusu var. Kırk yıllık bir savaş deneyimi, birikim var. Direniş gücü var. Politik bilinçlenmesi var. Kadroları var. Diplomasisi oluşuyor. Dünya tarihinde giderek tanınıyor. Bu açıdan Kürtler arası ilişkilere eski dar anlayışlarla, ucuz anlayışlarla yaklaşmamak lazım. PKK’yi bu konuda eksikliklerine rağmen eleştiriyorlar, eleştirebilirler ama hareketimiz, Barzani’n böyle bir kongrenin başkanı olmasını bile önerdi. “Yeter ki Kürtler arasında bir birlik olsun” dedi. KDP biraz demokratikleşmeli, biraz eleştirilere açık hale gelmeli. PKK Önderliği olabildiği kadar esnek ve yaratıcıdır ama Kürtlerin genel çıkarlarını gözeterek bunu yapmaya çalışıyor. KDP ise daha çok Rojava’da, Kuzey’de kendine adeta maaşla bağladığı bazı basit ilişkiler üzerinden bazı örgütleri desteklemeye, onlar üzerinden kendisini var etmeye çalışıyor. Bu sonuç vermez tabi, vermiyor. KDP’nin destekleyip de güçlenmiş bir parça hareketi yok. Rojava’da, Suriye’de desteklediği partilerin durumu nedir? KDP’nin sırtından geçiniyorlar, herhangi bir direniş gelenekleri, mirasları, mücadeleleri yok. Kuzeydeki KDP’lilerin durumu nedir? Silik, siyasi kimliksiz, Ankara’nın ağzına bakan bir durumdalar. Otorite olamıyorlar. Çünkü direniş kültürleri, gelenekleri yok. Bunlar KDP için yüktür aslında. KDP asıl güçlerle kaynaşmalı, dayanışmalı, diğer örgütlerle de ortaklaşmalı. Daha kapsamlı olmalı.
Evet, KDP eksenli tartışmamız çok yeni değil ama gerçekten buna ihtiyaç var. Kürdistanlı aydınlar, basın, yayında bu konuda rolünü oynamıyor. Bunlar yeterince tartışılmıyor. Şu anda PKK, büyük bir savaş ve direniş içerisindedir. Herkes PKK’yi eleştirebiliyor. Vur abalıya yapılıyor. Büyük saldırılar var, bütün TV’ler, gazeteler, işbirlikçiler ve Kürt’lerin içindeki hainler, AKP’ye kapak atan herkes PKK’yi suçluyor. Kürt cephesinin buna katılmasına gerek yok. Bozucu değil birliği sağlayan bir tarz benimsenmeli. Bu cepheye verdiğimiz önemden dolayı bu konu üzerinde duruyoruz.
Suni Blok’un karşısında içerisinde Rusya, İran, Irak, Suriye gibi güçlerinde bulunduğu başka bir blok oluştu. Bu derecede kutuplaşan siyasetler bölge için kendisiyle beraber nasıl sonuçlar getirir?
BLOKLAŞMALAR DEĞİŞİM ÖNÜNDE ENGELDİR
Türkiye ve DAİŞ kaybedince veya kaybedeceği görülünce geriye kalan güçler Rusya, Suriye hükümeti. Türkiye onlara düşman zaten. Bir Sünni Blok oluşturulmak istenmektedir El Nusra ve DAİŞ üzerinden. Çünkü kendine zihniyet olarak daha yakın görüyor. Aynı şekilde Musul’da DAİŞ’i hazırladılar. BAAS’çılar ve bazı muhalifler Türkiye’ye geldiler. Bunları birleştirip örgütlediler ve Musul bu şekilde düşürüldü. Şimdi bunun tutmadığı görüldü. İran işin içinde, Suriye’de İran aktif bir savaş yürütüyor ve kendini gizlemiyor Esad’ı ayakta tutmaya çalışıyor. Irak’ta El Şabi Heyşti birliklerini oluşturuyor ve Şii yönetimini destekliyor. Türkiye ise bu durumdan rahatsız. Çünkü Musul ve Suriye düşerse doğal olarak Şii Blok güçlenecek.
Bu da Türkiye’nin işine gelmez. DAİŞ, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye’nin aktif desteklediği ve etkinlik kurduğu bir örgüttür. Bu ülkeler birleşerek sözde Suriye muhalefetini Riyad’a götürdüler. Gidenlerin hepsi Sünni örgütlerdir. İçinde diğer dinler, azınlıklar, topluluklar ve Kürt’ler yok. En çok direnen güçler dışlanmış. Bu bölge çelişkilerini daha da artırır Buradan bir çözüm çıkmaz. Bölgede milliyetçilik, diktatörlük ve mezhepçilikten doğan kamplaşma zaten vardı bu daha da büyür. Bölge çelişkilerini ağırlaştırdılar, halklar önünü göremez hale geldi. Daha öncede rejimler istihbarat örgütleri eliyle halklarına kan kusturulmuştu.
Akıl, sorgulama, aydınlanma ve demokratikleşme buradan çıkmadı. Mevcut durum bunu daha da derinleştiriyor, halkta mezheplere göre bloklaşma geliştiriliyor. Buna ek olarak ne Rusya, İran ve Suriye kendi çıkarlarından vazgeçiyor ne de Katar ve Türkiye gibi ülkeler vazgeçiyorlar. Sadece iktidarlarını ve çıkarlarını pazarlık konusu yapıyorlar. Yani asıl mesele kim iktidardan ne kadar pay alacak. Kimse halk ne kadar özgür olacak ve o ülkeye demokrasi gelecek ekseninden ve ilkesinden hareket etmiyor. Rusya, İran, Suriye ve Irak bir blok oldular. Buna karşılık Türkiye, Katar gibi ülkeler de Sünni bir bloğu oluşturup Suriye’de sözde muhalif birkaç grubu da yanlarına aldılar. Ama bu muhalefetin içinde yine Şii’ler, Nusayri’ler, Kürtler ve diğer kesimler yok. Tabi ki Suriye’nin tümünü kucaklamayan ve hak hukukunu gözetmeyen bu tür toplantılar, girişimler ve bloklaşmalar sonuç vermez.
Şii cephesinde de durum aynıdır, onlarda Suriye’de demokratik ve kantonal bir oluşumu istemiyorlar. Suriye rejimi hakim olursa doğal olarak demokratik bir gelişme sağlanamaz. Oysa halkların talepleri var, herkesin gerçekçi olması lazım. Rejimin kurduğu sistem güçlü olsaydı bu kadar çöküntü yaşamaz ve savaş olmazdı. Bu yıkıntılar üzerinden yeni diktatöryel bir sistem inşa etmek olmaz. Ortadoğu artık değişmelidir. Bu bloklaşmalar da Amerika, Rusya da ve destekledikleri güçlerde bu değişimin önünde engeldir. Ortadoğu’da statü değişmeli. Halkların başına bela olan ulus devletler, diktatörce rejimler ve milliyetçi ve mezhepçi bloklar yerine halkların iradelerini, örgütlülüklerini ve demokratik birliklerini ve bölge kaynaklarını şu bu güçlere peşkeş çekmek yerine bölge halkının birliğine hizmet etmesini sağlamak gerekiyor. Böyle bir sistem oluşturulmalı. Tarihsel ve mevcut kamplaşmalar var olan eski klasik sistemin nüfus alanlarının el değiştirmesi anlamına gelir. Bunun dışına çıkan tek çözüm Başkan Apo’nun üçüncü çizgisi yani konfederal ve demokratik sistemdir. Bu sistem halkları, renkleri ve kültürlerin özgürce bir arada yaşadıkları ve iktidarın bu kadar merkezileşerek, otoriteleşerek halkına yabancılaşmasının, ezmemesinin tek alternatifidir.
Tam da bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Türkiye, Musul’a yoğun bir askeri sevkiyat yaptı. Türkiye’nin daha önce DAİŞ eliyle gerçekleştirdiği Musul işgali bu sefer doğrudan bir işgal biçiminde mi sürdürülmek isteniyor? Sizce bu durumu nasıl yorumlamak gerekiyor?
Bu gelişmelerin yaşandığı bir dönemde Türkiye’nin Musul’ Başika kentine askeri güç takviyesi ettiği haberleri basında yayıldı. Irak Rejimi buna muhalefet etti ve Türkiye’de, daha önce Musul valisi “anlaşmışız Irak’ın haberi var” diyerek güçlerini çekmeyeceğini söyledi. Türkiye “bazı güçleri eğittiğini” söylüyor. Eğittiği güçler kimdir, bilindiği gibi oradaki Sünni güçlerdir bir kısmı da Türkmen olabilir. Bu hazırlıkları “Musul düşer” endişesi taşıdığı için, Sünnilerin elinde kalması için yapıyorlar. Türkiye hazırlık yapıyor Bağdat devreye girmek istiyor çünkü zaman daralıyor. Bu iş çok uzun yıllara yayılacak gibi değil, Rusya’da işin içine girince süreç hızlandı. Türkiye, Arabistan gibi ülkelerle beraber BAAS’çıları, Sünni bütün yapılanmaları ve DAİŞ’in bir cephede toplayarak yönetimi onlara devretmeyi planlıyorlar, birincil temel neden budur. Musul’un tümünü Türkiye’ye bırakmazlar, hayaldir o, böyle bir şey mümkün olmaz. Türkiye bir yandan da Sünni cepheyi ayakta tutmak ve KDP’yi de yedekleyerek yanında tutmak istiyor, diğer bir neden de budur. Rojava ve Şengal üzerinden PKK’ye baskı yaparak etkinlik alanlarının artmaması ve Rojava, Bakur ve Güney Kürtlerinin birleşmemesi ve yakınlaşmaması için tedbir almaya çalışıyor. Güney Kürdistan’daki bu askeri gücü yeri geldiğinde PKK’ye karşı kullanmak için hazırlıyor. Büyük bir kamp kurdu ve istediği zaman asker sayısını artırıyor. KDP’nin bunu durdurma gücü yoktur. Türkiye bölgede etkinliğini kuramadı ve DAİŞ ile ilgili yaptıkları hesap tutmadı. Şimdi denge yeniden kurulmak isteniyor. Açıktan “DAİŞ’i ve Sünni cepheyi destekliyorum” demiyor, hatta “DAİŞ’e karşı tedbir için yaptıklarını” söylüyorlar. Buna karşın Amerika bu kadar ileri gitmesinden rahatsız oldu. Bu tavırlar sonunda Türkiye’yi Başika’dan güçlerini geri çekmek zorunda bıraktı. Bu güçleri de daha çok Kürdistan’a kaydırdılar.
Evet, Türkiye tehlikeli oynuyor özellikle Kürtler açısından. Bölgeye yükselen bir Kürt hareketi var. Bölgede hesap yapan ABD’sinden Rusya’sına kadar artık kimse Kürtleri görmemezlikten gelemiyor. Kürtlerin önünün açılmaması, diplomasi ve ittifaklar yapmaması için Türkiye sürekli bloke etmeye, ön kesmeye, iç çelişkilerini arttırmaya, gerekirse saldırı gücü bulundurmaya çalışıyor. Türkiye’nin Başika girişimlerini biraz bu çerçevede görmek lazım.
Türkiye, KDP eliyle Kürtleri de Sünni Blok’un içerisine çekmek istiyor. KDP’nin Rojava’da, Şengal’de, Kuzey’de Kürtlere karşı topyekun savaş ilan eden bir siyasetle ortak hareket etmesi Kürtler için ne anlama geliyor?
Mesut Barzani, Ankara’ya gittiğinde gazetecilere de verdiği cevapta, işte “Türklerin Başika’da olması çok abartıldı, o kadar önemli değil” demesi, tabi Türkiye’yi destekliyor görüntüsü verdi. Herkes öyle algıladı, öyle anladı. Ancak bu doğru değil. KDP’nin, bu tür konularda Türkiye’nin yanında görünmese bile bu biçimde algılanması Kürtlerin aleyhinedir. KDP’de dahil bütün Kürtler yaratıcı ve özgün politikalar geliştirmeli. Önce kendi içlerinde ittifak olmalılar. Kürtlerin temel çıkarı buradadır. Yarın bir gün diğer sömürgeci güçler de Kürtleri satabilir, kullanabilir, karşı ittifaklar kurabilir, Türkiye’de, Bağdat’ta, Suriye’de yapabilir, yaptılar da. Bunlara dayanarak Kürtler fazla yol alamaz. Kürtler bu devletlerle tabi ki iş yapabilirler. Görüşme, ticaret, ekonomik ilişkiler geliştirilebilir, kimse bu konuda yasak getirmiyor. KDP’nin, bu konuda Türkiye’yle iş yapması da anlaşılırdır. Ancak “Kürtler Kürtlerin dostudur, ana güç kaynağıdır. Çıkarları ortaktır.” Bu açıdan Kürtler herkesten önce sırt sırta vermeli, kendi iç birliklerini, ittifaklarını kurmalıdır. Böyle olunca Türkiye’ye karşı da, İran’a karşı da, Suriye’ye karşıda daha güçlü konumda olurlar. Dünya da daha çok onları muhatap alır. Bu gün dünya Kürtleri kabul etmeye hazırdır. DAİŞ terörüne, vahşetine karşı Kürtlerin sergilediği kahramanca direniş, Rojava, Kobanê merkezli, Şengal’deki direnişler Kürtlerin bütün dünya tarafından meşruiyetini arttırmış ve kabule hazır hele getirmiştir. Buna helal getirmemek lazım. Bunu güçlendirmek lazım. Bunun içinde Kürtlerin ittifakı, hareketi herkesten önce gelir ve birbirlerine danışarak, birbirleriyle görüşerek bu tür adımları atmaları gerekir.
BÜTÜN DÜNYADA KÜRT DÜŞMANLIĞI ÖN CEPHESİNDE TÜRKİYE VARDIR
Kesinlikle bu kamplaşmalarda Kürtler olmamalı, Kürtlerin bir mezhep savaşı, mezhep kavgası yoktur. Özgürlük, ulusal demokratik birlik sorunları vardır. Şiilerde, Sünnilerde yani İran, Irak ya da Türkiye gibi devletlerin hepsi Kürtleri ezdi. İran Şii’dir Kürtleri ezmiyor mu? Eziyor. Türkiye Suni’dir Kürtleri ezmiyor mu? Eziyor. Mezhepte aynıdır ama eziyor. Üzerinde faşizm uyguluyor. Saddam, Şiileri iktidarda tutmamıştı. Şiileri de ezdi ama Kürtler Sünni’ydi, Kürtleri de ezdi, katliamlardan geçirdi. Onun için mezhepsel politikalardan kesinlikle uzak durmak gerekiyor. Türkiye, aynı zamanda Kürtlere karşı topyekun savaş ilan etti. Özellikle Kuzey’de şehirler, kasabalar yıkılıyor. Tankla, topla bombalıyor. Rojava’ya karşı açık düşmanlık yapıyor. Orada ki güçleri mutlaka terörist ilan etmek, dünyaya kapatmak istiyor. KDP, bu tehlikeyi görmeli. Bunu yapan bir Türkiye; Irak Kürtleriyle, KDP’yle asla dost olmaz. Sadece taktiksel kullanım amaçlı yaklaşımlar olur. Zaten Kürdistan’ın zenginliklerini kullanıyorlar. Kendileri için açık pazar haline getirmişler, ucuz petrol bulmuşlar. Türkiye’nin bunda çıkarı var. Ayriyeten KDP’yi, PKK’den ve YPG’den de uzak tutarsa yani Kürtlerin ittifakı ve birliği ne kadar gecikir ve engellenirse, bu da Türkiye için kardır. “Bir parçayı ezerim” diyor.
Bunda zaman kazanıyor. “Biri ezildi mi, zayıf düştü mü zaten diğeri düşer. Sıra ona da gelir.” Özellikle Türkiye’nin böyle bir taktiği ve anlayışı var. Bütün dünyada Kürt düşmanlığının ön cephesinde Türkiye vardır. Türk ırkçılığı vardır. Bu geleneksel bakış açısı 1923’ten günümüze kadar hiç değişmedi. AKP zaman zaman üslupta değişiklikler yaratsa da zihinsel ve devlet şekillenmesinde hiçbir değişim olmadı ve Kenan Evren’in yaptığı ırkçı anayasa 13 yıl AKP eliyle uygulanıyor. Temel maddelerinden hiç biri değiştirilmedi. AKP, bunu hiçbir zaman kendisine dert etmedi. Buna karşı bütün Kürt örgütlerinin çok ciddi uyanık olması lazım. KDP’nin, Sünni Blok içinde yer alma gibi bir derdinin olacağını sanmıyoruz. Ortadoğu’yu o kadar bilmez değiller. Onlarda kırk yıldır Ortadoğu siyaseti, çalışmaları içerisindedirler. Fakat böyle bir görüntü bile iyi değil. Çünkü Şii dünyasıyla, Bağdat’la, Araplarla çelişkilerini arttırır, düşmanlığı derinleştirir, karşıtlığı arttırır. Bu da Güney Kürtlerinin lehine bir durum değildir. Kürtler, kendi haklarını ve hukuklarını esas almalı. Şiileriyle de Sünnileriyle de Batı dünyasıyla da ona göre siyaset ve diplomasi yürütebilmelidirler. En doğrusu budur.