'Bakur ve Rojava hattında AKP’nin Arap kemeri'
KCK Emekçiler komite Üyesi Mehmet Faruk dünya ve Türkiye genelindeki iş cinayetleri, emek sömürüsü, yaşanan göçleri ve Bakurê Kürdistan’daki özyönetim direnişlerindeki emekçilerin rolünü değerlendirdi.
KCK Emekçiler komite Üyesi Mehmet Faruk dünya ve Türkiye genelindeki iş cinayetleri, emek sömürüsü, yaşanan göçleri ve Bakurê Kürdistan’daki özyönetim direnişlerindeki emekçilerin rolünü değerlendirdi.
KCK Emekçiler komite Üyesi Mehmet Faruk dünya ve Türkiye genelindeki iş cinayetleri, emek sömürüsü, yaşanan göçleri ve Bakurê Kürdistan’daki özyönetim direnişlerindeki emekçilerin rolünü değerlendirdi. Faruk; “Cizre, Silopi, Nusaybin, Derik ve Kerboran ilçelerini boşaltmasının nedeni sadece daha rahat operasyon yapmak için değildir aslında. Uzun vadeli bir politika ve stratejinin ilk adımıdır ve bu göçmenleri Rojava hattını oluşturarak Kürdistan Rojava’sını ve Bakurê Kürdistan arasında set çekme politikasını güdecektir” dedi.
‘ÖLÜMLERİ MEŞRULAŞTIRIYOR’
Dünya genelinde yaşanan iş kazaları ve iş cinayetleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Aslında iş kazası tanımlaması doğru bir tanımlama değil. Yani genel emekçiler açısından ya da işçiler ve diğer çalışanlar açısından iş kazası kapitalist modernitenin yaşanan bu sömürü olumsuzluklarının meşrulaştırmaya dönük bir kavramdır. Bu açıdan iş kazasından ziyade bunlar düpedüz kapitalizmin toplumu sömürme biçiminin sonucunda yaşanan cinayetlerdir. Bu iş cinayetleri sadece emek sömürüsü üzerinde durmuyor. Yaşamın elinden alınması olarak değerlendirmelidir. Yakın bir süreçte Türkiye’de bir Soma faciası ve yine her gün inşaatlarda veya başka yerlerdeki yaşanan iş cinayetleri, söz konusu bütün bunlar hükümetin uygulamış olduğu çalışma koşullarının çok insani koşullar ve kapitalist moderniteye göre değerlendirdiğin de bile moderen ve sağlıklı olmayan koşulların sonucu olarak gerçekleşmiştir. Bunun da sorumlusu bire bir iktidar güçleri ve kapitalizm kendisidir. Dolayısıyla bu şekliyle değerlendirilmelidir.
Özellikle Türkiye’de AKP hükümeti sürecinde değerlendirdiğimizde 14 bin insan iş kazası adı altında yaşamını yitirmiştir. Nasıl ki bunlar siyasal açıdan faili meçhul cinayetler var ise aslında bunlar da hükümetin emekçiler üzerinde oluşturduğu ölüm politikasıdır. Bu açıdan insanların sömürülmesi, toplumun sömürülmesi anlamına gelmektedir. Onun için bu iş cinayetlerini değerlendirirken nereden baktığımız ve nasıl yaklaştığımız önemlidir. Genel algı işte bu insan gidiyor orada çalışıyor tesadüfen ya da normal bir kaza olarak öldüğü ifade ediliyor ve bunun üzerinden bir tazminat durumu söz konusu oluyor. Aslında verilen tazminat da yapılan değerlendirme de aslında bu cinayetlerin meşrulaştırmasına dönüktür.
Özünde bu meşrulaştırma insan yaşamının yitirilmesi ve verilen tazminat da onun yaşamının satın alınması durumudur. Bu açıdan kapitalizm ve iktidar güçleri kendisine karşıt olan ya da emekçi toplum unsurlarını her şekilde ve koşulda kendisini kullanabilme hakkını kendisinde görüyor. Çünkü bugün para sermayenin temel gücüdür. O zaman parası olan kişiler, hayatın karşılığında senin hayatını da söndürebilir. Tabi önemli olan bunun karşısında tavır sahibi olabilmek ve buna karşı alternatif bir durum üretebilmektir. Bu açıdan emekçilerin temel alması gereken yaklaşım egemen ve iktidarların sömürü politikalarını reddetmeleridir. Bu sömürü ortadan kaldırılmadığı müddetçe ya da asgariye indirilmediği müddetçe emeğin özgürleşmesi mümkün değildir. Bu cinayetlerin işlenmeyeceği zeminin yegâne ortamı sömürünün ortadan kaldırılması ya da dik durabilmektir. Tabi bu zamanda kapitalizmin oluşturduğu algı sonucunda emekçilerin de bu konuda yanlış yaklaşımları var.
Kendisini sömürenin sistem ya da iktidar güçlerinden ziyade yürütmüş olduğu çalışma mekânı veya koşullarıyla bir değerlendirme içerisinde olacak. Örneğin Soma faciası, Soma faciasında yaşamını yitiren insanlar neye bağlandı; ‘İşte bu kaçak bir yapıydı, standartlara uygun olmadığı için bu kaza yaşandı.’ Adeta şu söyleniyor; aslında bu söylediklerimiz standartların üstünde olsaydı bu ölümlerde meşru olacaktı, diye. Yani ölümün sorumluluğu o sömürü ve iktidar güçlerinin olamazdı gibisinde bir yaklaşım vardı. Oysa emekçilerin temel yaklaşımı ve itirazı tamda bu noktada gelişmesi gerekiyordu. Bir sorun sadece mekânın ya da yapılan işin niteliği ya da biçimi değildir. Önemli olan sömürü sisteminin bu kadar gayri insani olmasına itiraz edilmesi gerekir. Bu noktada itiraz geliştiği müddetçe emeğin özgürleştirilmesi ve bu cinayetlerin önüne geçile bilinir.
‘ROJAVA’SINI VE BAKUR KÜRDİSTAN’IN ARASINDA BİR SET ÇEKME POLİTİKASI’
Ortadoğu’da gelişmiş olduğu ve hala Suriye’yle devam eden bir Arap baharı var. şimdi bu Arap baharından dolayı Ortadoğu’da gelişen kaos nedeniyle birçok insan kendi yurtlarından göç etti. Bu göç eden insanlar başta Avrupa ve Türkiye olmak üzere birçok farklı ülkelere göç ettiler ve burada ucuz iş gücü olarak kullanılıyor. Bu insanları ucuz güç olarak kullanılması nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aslında ucuz iş gücü sadece Arap baharıyla 2010 ve 2011yılından itibaren başlayan bir göç değildir. Kapitalizmin topluma temel yaklaşım biçimi budur. Resmi jargonda ifade edilen gelişmiş, gelişmekte ve az gelişmiş olan ülkeler biçiminde sıralanır. Gelişmiş olan ülkeler bu AB ve ABD emperyalizminin başını çektiği ve bu şekilde ifade edilen ülkeler arasında bu ülkeler vardır. Bunlar kendilerini bütün dünyanın hakimi olarak görüp bütün diğer uluslar ve halklar bunlara hizmet etmek üzere var oldukları iddiası ve düşüncesi vardır.
Bundan kaynaklı olarak özellikle Ortadoğu coğrafyasındaki yaşanan kaos ve durumlardan kaynaklı olarak öteden beri AB’ye dünyanın farklı diğer egemen olan ülkelere bir kayış ve göç vardır. Buralardaki göç oradaki egemen ülkeler için angarya iş olarak değerlendirdiğimiz böyle hem fiziki anlamda hem de enerji anlamında en fazla zorluğun ve sağlıksız koşullarda onları çalıştırma söz konusudur. Bunu yaparken hiçbir yaşam güvencesi olmaksızın bunu gerçekleştiriyor. Ve bunun üzerinde sermaye kendisini katmerleştirerek daha fazla büyütüyor.
Aslında yapılan göçler ve bu göçlerin sonucunda kullanılan ucuz iş gücünü mevcut egemen ülkelerin veya ulus devletlerin kendi toplumuna mesaj vermesi olarak da adlandırmak gerekir. Küresellik globalleşme denen şey aslında nedir bunlar? Kapitalist kavramlardır ve sermayenin küreselleşmesi derler ya klasik anlamda sermayenin ana yurdu yoktur. Onun için sermaye kendisine nerede insan ve potansiyel bulursa onun üzerinden gelişir. Ve bunu yaparken kendi toplumunu da bunun üzerinden terbiye ediyor. Çünkü sen dışardan ucuz iş gücünü aldığın zaman ne yapacaksın kendi toplumunu aç bırakacaksın, işsiz bırakacaksın. Bu anlamda ikili bir yöntem var. Birincisi göç eden insanlar açısından durum, ikincisi de göç alan ülkeler açısından durumu farklı şekilde değerlendirmek gerekir. Göç eden insanlar kendi iradesi sonucunda bir göç yok. Yaşanan sömürü savaşlar, katliamlar, iktidar savaşları arasında ezilmiş olan toplum unsurlarının başka bir seçenek bırakılmamasından kaynaklı olarak başvurduğu bir yöntemdir.
Bu birincisi; sadece ucuz iş gücü açısından değil, kendi kimliğinden uzaklaşma oluyor. Kendi kimliğinden uzaklaşma olunca kendi aidiyetini de kaybetme durumu oluyor. Dolayısıyla kendi kimliğinden ve kendi aitliğinden soyutlanmış bir insanın, ucuz iş gücüdür. ‘Ben sömürüye karşı bir şey yapayım, şu bu yapayım’ gibi bir fikriyatı söz konusu olamaz. Bu açıdan ne yapacaktır; gitmiş olduğu yerde yer edinmek için kalabilmek için hangi iş olursa olsun yapacaktır. Ama önemli olan gidilen yerlerde emek, demokrasi ve devrimci güçlerin buna bir müdahalesi olması gereklidir.
Bu açıdan bu güçlerin buna müdahalesi nasıl olmalı; göç eden insanların mağdur etme ya da milliyetçilik ve ırkçılık yapmak biçiminde değil, onların o ülkede yaşam koşulları ve konumlandırılması kapitalizmin bir sömürü aracına dönüştürülmesini engellemek gereklidir. Ama ne yapıyor egemenler az önce belirttiğimiz gibi; bunu kendi o güçleri de susturmak ve o kişiler üzerindeki iktidarını daha fazla katmerleştirmek için bunları alıp daha fazla kullanıyor. Türkiye açısından da durum budur. Özellikle 1960 1970’te Türkiye hep göç edilen bir ülke konumundayken.
Özellikle 2015 yılı itibariyle Suriye’de yaşanan savaştan kaynaklı olarak şu anda resmi verilere göre iki buçuk milyon Suriyeli Türkiye’ye göç etmiştir. Türkiye-AKP faşizmi bu güçleri hem AB’ye karşı kullanma durumu söz konusu, hem de kendi içerisindeki muhalefete ve emekçilere karşı kullanma söz konusu. Dikkat edilirse AB müzakereleri sürecinde kalktılar bu göçleri AB’ye kaydırarak AB’nin Türkiye’ye muhtaç olması ve bu anlamda Türkiye’nin taleplerini kabul etme konusunda bir koz olarak kullandılar. Didim, Bodrum ve Ege denizinde göçmenlerin boğulmasının ve yaşamlarını yitirmesinin hepsi arkasında Türkiye hükümeti olan AKP faşizmi vardır.
Onların teşvikiyle Türkiye’de gündem yaratma durumu, dünyada bunun üzerinden bir gündem yaratarak kendisine muhtaç kılma politikasının bir sonucudur. Zaten bunun sonucunda AB’den kaç milyar para alındı ve artık göçmenler Türkiye’de kalacaklar, AB’ye geçişlerine izin verilmeyecek. Bu açıdan aslında Suriye’deki göç dalgası üzerinden bir sömürü gerçekleştirme durumu oldu. Yani pazarladı ve sattı bu insanları.
Bu pazarlık karşısında iki buçuk milyon insanın maliyeti, AKP faşizminin zihniyetinde üç milyar Euro’dur. Bunu kendi toplumu üzerinde de yapıyor. Az önce genel dünya açısından ve iş kazaları bölümünde de ifade ettiğimiz gibi Türkiye’de emekçilerin sınıf bilincinin gelişmesin önünü alabilmek için bu göç edenleri buraya yerleştirdi. Bugün Türkiye’deki sermayenin yüzde 80, AKP iktidarının birebir kendi payının içerisinde olduğu ve çocuklarının, eşlerinin birebir ortak olduğu bir pazardır. Dolayısıyla; ekonomik açıdan kendilerini bu kadar güçlendirirken hem de iktidar bağlamında bunu toplum üzerinden daha fazla katmerleştirme durumu oluyor. Bunu söylüyorlar; ‘vatandaşlarımızın çalışmak istemediği işlerde biz bu insanları değerlendireceğiz,’ diyorlar. Böylelikle toplumda karşı gelişebilecek bir tepkiyi de gazını almaya yönelik bir kavramdır.
Oysa verilere göre Türkiye’de yaklaşık 3 milyon ile 5 milyon arasında bir işsizlik oranı var iken işsiz ve aç olan bir insanın iş seçme, tercih etme gibi bir seçeneği olmaz. Burada Türkiye’deki demokrasi ve emekçi güçlerine düşen buna karşı bir tavır, örgütlülük bilinci ve farkındalık yaratmak gereklidir. Bu farkındalığı da nasıl yaratacaklardır; az önce ifade etmiş olduğumuz gibi; ‘burası benim vatanımdır senin buraya gelme hakkın yok’ vb. milliyetçi, ulus devletçi jargonlu söylemden ziyade bir sınıf ve emek bilincini geliştirerek söz konusu bu gelen göçmenlerin örgütlenmesini sağlamaya dönük olmalıdır. Yani iktidarın ve egemenlerin bunlara dönük kendi lehine kullanma zeminini kurutmak gereklidir. Bu açıdan Türkiye’deki gelişen bu göçlerle ilerde Türkiye vatandaşları arasındaki işsizlik oranı daha fazla derinleşecektir.
Onun için şimdiden bunun önüne geçmek gereklidir. Bu göçmenleri sadece ucuz iş gücü olarak kullanmayacaktır. Bunları paramiliter güçler biçiminde özellikle Kürt Özgürlük Hareketine karşı bir savaş cephesi açacaktır. Şu anda Kürdistan’da gelişen demokratik özerklik direnişlerine bakarsak, genelde Rojava hattında gelişen direnişe saldırıyor AKP. Şimdi AKP hükümeti bu göç eden Suriyeli göçmenleri bu hatta konumlandırmaya çalışacaktır. Cizre, Silopi, Nusaybin, Derik ve Kerboran ilçelerini boşaltmasının nedeni sadece daha rahat operasyon yapmak için değildir aslında. Uzun vadeli bir politika ve stratejinin ilk adımıdır ve bu göçmenleri bu Rojava hattını oluşturarak Kürdistan Rojava’sını ve Bakur Kürdistan’ını arasında bir set çekme politikasını güdecektir. Bu göçmen sorununu öteden beri dünya genelinde bile değerlendirdiğimizde göç politikası iktidarcı güçlerin bilinçli olarak geliştirdiği bir politikadır. Bu açıdan göç sorunu da devrimcilerin bir temel problemi olarak değerlendirip buna karşı politikalar geliştirmek gereklidir.
‘GÜNÜMÜZDEKİ SENDİKALAR HAREKETLER, KAPİTALİZMİN EMNİYET SİBOBUDUR’
Sendikalaşma emekçiler için ne ifade etmektedir? Emekçiler, mevcut iktidara karşı sendikalaşmayı nasıl alternatif bir durum olarak kulla bilirler?
Bütün bu sorunlar bağlamında değerlendirildiğinde sendika düzleminde ya da farklı sivil toplum örgütleri bağlamında bir örgütlenme anlamlıdır. Ama günümüz koşullarına ve günümüz toplum emek gücüne hitap edecek nitelikte değildir. Sendikaların ortaya çıkış süreçleri kapitalizmin daha kendini geliştirdiği 1800 yıllarına tekabül eden örgütlenme oluşumudur. Bu sendikal mücadele açığa çıkarken de büyük emekler ve bedeller verilmiştir. İktidar güçleri ve kapitalizm, sendikayı kendisinin bir yaratması olarak açığa çıkartmamıştır.
Tam tersine emekçilerin, iktidara karşı alternatif olanların açığa çıkarmış oldukları bir örgütlenme biçimidir. Fakat bütün olgular gibi iktidar ve kapitalizm de bu sendikayı kendi içerisine alarak kendi hizmetine ya da bundan nasıl daha fazla yararlanmanın koşulların ve yöntemlerinin yollarını aramaya başladı. İlk sendikanın çıkış koşulları ile günümüz koşulları kıyaslandığında ilk çıkan sendikal mücadele daha radikal, devrimci ve demokratik özelliklere sahipti. Ama günümüzdeki sendikal hareketler ve oluşumlar daha çok kapitalizmin emniyet sibobu olmaktadır. Bu böyledir diye sendikaları tümden reddeden ve dışlayan bir düşünce içerisinde de değiliz, olmamakta gereklidir.
Sonuçta bu bir örgütlenme aracıdır. Bu örgütleme aracını nasıl daha fazla demokrasi güçlerinin ve iktidara karşı alternatif güçlerin hizmetine koymanın arayışlarının ve yöntemlerinin içerisinde olmalıdır emek cephesi. Günümüzde mevcut klasik sendikacılık tıkanma noktasını yaşıyor. Bunun nedeni de kendisini her gün yenileyen kapitalizm ve sermaye güçleri karşısında kendi yerinde sayan ve sadece kaba emek bağlamında ve ücret üzerinden bir sendikal gerçeklik söz konusudur. Sadece ücret üzerinden kendini geliştiren oluşum, kapitalizmin yedeğinden kendini kurtaramaz. Mevcut durumda olan sendikal mücadeleye karşı onları daha ileriye taşıyacak ve kapitalizmin tekelinden çıkartacak alternatif olarak demokratik toplum sendikacılığı geliştirilmelidir.
Bunun için de sendikal mücadele kendisini bu kavrama uygun hale getirmelidir. Bu açıdan sendikal mücadelede ya da hareketler kapitalizm karşısındaki mücadelelerini ücretten özgürleştirmeleri gerekir ve toplumsal talepleri kendi talepleri olarak ileri sürmek gereklidir. Ancak bu şekliyle toplumsal bir örgütlenme yaratabilirsin. Demokratik toplum sendikacılığı geliştirildiği oranda emek kavramını yani mesai saatlerinde çalışan bir efordan ziyade toplumun emekçi olduğu ve toplum yaşamının tümü emekten oluştuğunun bilinciyle toplumsal talepleri dillendirdiğin oranda sendikal mücadeleyi ilerletebilir ve geliştirebilirsin. Ve böylelikle de kapitalizmin emniyet sibobu olan klasik sendikacılığı da aşılabilir.
‘DEMOKRATİK ÖZERKLİĞE EN FAZLA SAHİP ÇIKMASI GEREKEN EMEKÇİLERDİR’
Kuzey Kürdistan’da öz yönetimler ilan edildi ve Türkiye devleti bu öz yönetimlere karşı saldırı gerçekleştiriyor. Öz yönetimlere destek için emekçiler iş bırakıyor siz bu konuda ne diyeceksiniz?
Şimdi kuşkusuz Kürdistan’da sağlanan demokratik özerklik inşa çalışmaları ve direnişine hangi düzeyde olursan olsun katkı sunmak anlamlıdır ve değerlidir. Türkiye ve Kürdistan emekçilerin katılımını yetersizdir. Yapmış olduğu bütün katkılarının yanında esnafın kepeğini açmayarak devlet terörünü ve AKP faşizmini protesto etmesi, işçilerin grev yapması, kamu emekçilerinin bu konudaki basın açıklamaları bütün bunları anlamlı bularak ve bunların bilincinde olarak yaklaşımlarının ve katılımlarının yetersiz olduğunu ifade ediyorum. Şunun için yetersizdir.
Bir; demokratik özerkliğe en fazla sahip çıkması ve katkı sunması gereken emekçilerdir. Çünkü özerklik kavramı kapitalizm ortaya çıkarken sosyalist blokta ya da sosyalist düşüncede ilk işçi birlikleri vardı. O dönemin 1800’lerde örgütlenen işçi birlikleri aslında günümüzdeki özerkliklerdir. Bu açıdan emek hareketinin ve güçlerinin geçmiş bir deneyimi de vardır. Her fabrikada işçi birlikleri vardı. Bu işçi birliklerinin hepsi kendi bulundukları fabrikada özerktir ve bütün işçi birlikleri bir araya gelerek bir emek bloğu ve cephesini oluşturuyorlar.
Emekçilerin tarihi açısından bile değerlendirildiğinde şu andaki demokratik özerklik direnişlerine en fazla sahiplenmesi ve öncülük etmesi gereken kendileridir. Eğer gerçekten emek cephesinin ve hareketinin emeği özgürleştirme mücadelesini verdiğini iddia ediyorsa emeğin özgürleşme mücadelesinin temel toplumsal zemini demokratik özerkliklerdir. Çünkü demokratik özerklik sitemlerini yerel demokrasidir. Yerel demokraside bütün dinamiklerin kendi kimlikleri, kendi kişilikleriyle ve kendi özgünlükleriyle katıldıkları bir süreçtir. Bu açıdan demokratik direnişin nihai zafere ulaşması durumunda hiçbir şekilde şuandaki katmerleşmiş olan emek sömürüsü gerçekleşmeyecektir. Emeğin özgürlüğü sağlanacaktır. Emeğin özgürleşmesi demek toplumsal özgürlük demektir.
Toplumsal özgürlük demek de toplum olarak da birey olarak da daha rahat daha mutlu daha huzurlu ekonomik olarak dahi daha yüksek standartlarda bir yaşam demektir. Bu açıdan emekçilerin daha fazla demokratik özerklik direnişlerine sahip çıkması gereklidir. Onun için eksik buluyorum katılımlarını ve destekçi pozisyondan çıkıp aktif olarak katılmaları gereklidir. Kürdistan’da bir katliam söz konusu AKP faşizminin iktidarının Kürt toplumuna karşı amansız bir şiddet uygulayarak bir terör uygulayarak sivil, kadın, çocuk, genç ve yaşlı demeden bir katliam gerçekliği söz konusu şimdi bu katliam gerçekliğine karşı basın açıklamaları sürecin eylem tarzı ve dili değildir. Ya da sadece esnafın kepenk kapatması bu devlet şiddetinin karşısında alınabilecek olan tutum yetersizdir. Bizzat destekçisi olmaktan ziyade inşacısı olmak gereklidir.
Bu açıdan emekçiler önünde bu demokratik direniş sürecinde yapması gereken görevler vardır. Örneğin Cizre, Silopi ya da Nusaybin’de onlarca sivil yurttaş Kürt yurtseveri gaz bombasından, soluk yetmezliğinden ya da kan kaybından dolayı şehit düşüyorlar. Oysa kamu sağlık emekçileri rolünü oynamalıdırlar. 1800’lerdeki işçi birlikleri gibi örgütlülük ruhuyla Kürdistan’daki öz yönetimler gibi özerk birliklerini oluşturmalıdır. Devlet Sağlık Bakanlığına takılarak bu bürokrasiden çıkılması gerekmektedir. Bizzat kendi özerk sağlık meclislerini ve birimlerini kurarak özyönetim direnişçilerine katkı sunmalıdırlar. Eğitim konusunda da öyledir. Bundan beş on gün önce milli eğitim bakanlığı Cizre ve Silopi’deki öğretmenleri özellikle Türk kökenli öğretmenleri çıkarttı.
Her ne kadar hizmet içi eğitim adı altında yapsalar da aslında oradaki manzara, orası başka bir ülke ve sen benim vatandaşımsın orada yaşamın tehlikede olduğu için seni oradan çekiyorum. Onun perde arkasının okunması böyledir. Bu konuda özellikle KESK emekçileri kıyamet koparmaları gerekir. Ama bakıyoruz ciddi bir tavır gelişmedi. Aslında az önce toplum sendikacılığı derken tam da bunu kastediyorum. Yani senin taleplerin toplumla bire bir örtüşmüyorsa sen kapitalizmin ya da iktidarın yedeğindesin demektir. Bu açıdan kamu emekçileri özellikle eğitim emekçileri Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın bu genelgesine karşı bütün okullar boykot edilmeliydi. Ve Türkiye’nin farklı kentlerinde öğretmenlik yapan kendisine demokratım, sosyalistim diyen bütün öğretmenlerin Cizre’ye, Silopi’ye akın etmeleri gerekiyordu.
Bir tavır sahibi olunması gerekirdi. Şu anda nasıl hendeklerde barikatlarda direnen gençlik ve kadın var ise kadın ve gençliğin yanında emekçilerde demokratik özerklik inşasının yanında üçüncü önemli bir güç olma misyonuyla karşı karşıyadır. Öndeki temel görevi bu misyonunu yerine getirmektir. Bununla birlikte kendi emeğinin özgürlüğünü ve sömürünün giderilmesi de direniş sayesinde kazanıla bilinir. Darbenin olduğu bir yerde her türden direniş yöntemi meşrudur. O açıdan esnaf ve emekçiler mevcut sürecin okumasını bu şekilde yaparak tepkilerini ona göre yönlendirmelidirler. Orada hendek ve direniş varken sen kalkıp daha fazla kazanmanın peşindeysen bu zaten emekçi kimliğine aykırı bir durumdur. Bu açıdan sürece daha aktif katılmaları gereklidir.