Cumhur ittifakı ve beklenen gün
Cumhur İttifakı önüne neredeyse Osmanlının zamanında 22 milyon kilometre kare genişliğinde işgal ettiği topraklarına gözünü dikerek şimdiden bir savaş ittifakı olarak açığa çıkmaktadır.
Cumhur İttifakı önüne neredeyse Osmanlının zamanında 22 milyon kilometre kare genişliğinde işgal ettiği topraklarına gözünü dikerek şimdiden bir savaş ittifakı olarak açığa çıkmaktadır.
7 Haziran 2015 yılından bu yana Türkiye’yi yöneten bir AKP-MHP ittifakı daha doğrusu Erdoğan-Bahçeli ittifakı fiilen devrededir. Bu ittifaka Ergenekoncuların yanına her türlü Türkçü, şoven ve dinci olduklarını söyleseler de milliyetçiliği kendilerine esas alan yapılar da katılmışlardır.
Biliniyor 7 Haziran 2015 seçimlerinde yüz yıllık inkar ve imha siyaseti büyük bir darbe almıştı. Öyle ki, yüz yıldır yok sayılanlar ilk kez bu düzeyde bu oranda parlamentoya taşınarak Kemalist rejimin uygulamaya çalıştığı asimilasyon ve soykırım politikalarına karşı köklü bir cevabı bizatihi yok sayılanlar vermiştir. Yok edilenlerin yok sayılanların görkemli yeniden dirilişi milliyetçi-dinci şoven tüm yapıları sarsmıştır. Birbirlerine onca hakaret yağdıranlar 7 Haziran seçimlerinin sonuçları karşısında şok olarak, düşmanlıklarını unutarak yeniden tekçi devlet yapısı ve zihniyeti etrafında bir araya gelerek Kemalist rejimi, şimdiki okumayla Yeşil Tekçi faşist yapıyı koruma etrafında birleşmişlerdir.
7 Haziran 2015 seçimleri Anadolu’da onlarca rengi bir çırpıda yok eden zihniyet ve yapıları bir araya, objektif de olsa getirmiştir. Hatırlanırsa o zaman AKP’nin MHP’lileştiği hatta kimileri Erdoğan’ın Bahçelileştiğini de ifade etmişti. Nitekim bu faşist blok 24 Temmuz 2015’te Lozan Konferansının yıl dönümünde Kürdistan dağlarına karşı bir komple bir saldırı başlatmıştır. Ardından ise demokratik siyaset sahasına CHP’yi de yanına alarak yönelmiş ve nitekim 1 Kasım seçimlerine yoğun bir baskı sonucu girmiş ve 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarını zoraki ele geçirerek, adım adım faşist bir rejimi oluşturmaya başlamışlardır. AKP’nin MHP’lileştiği ise bu süreçten sonra kesinleşse de en ileri düzeyde bu ittifakının kendisini açığa vurduğu süreç 15 Temmuz 2016 yılında bizatihi Erdoğan tarafından yönlendirilen sahte darbe girişimiyle gerçekleştirilmiştir.
MHP ve AKP ittifakı bundan sonra adım adım daha ileriye taşınarak, AKP ve MHP bir parti haline gelmiş ve şimdilerde ise bu bir olma durumu Cumhur İttifakı olarak lanse edilmektedir. Bu Cumhur İttifakına ifade edildiği gibi birçok farklı milliyetçi, dinci, şoven yapı da tek tek katılmıştır. Ve bu ittifak önüne sadece Türkiye’nin kurtuluşunu koymamaktadır. Bu Cumhur İttifakı önüne neredeyse Osmanlının zamanında 22 milyon kilometre kare genişliğinde işgal ettiği topraklarına gözünü dikerek şimdiden bir savaş ittifakı olarak açığa çıkmaktadır. Tuhaf olan ise, "ya istiklal ya ölüm" diyenler, komada yattıklarını unutarak gözlerini Halep’e, Musul’a ve Kerkük’e dikmeleridir. Ve hatta: "Bu devletin sınırlarını gönüllü olarak kabul etmiş değiliz. Unutulmamalıdır ki Cumhuriyeti kuran kadronun çok önemli bir bölümünün dahi doğduğu, büyüdüğü topraklar yeni devletimizin sınırları dışında kalmıştır. Bugün biz Suriye, Irak, Kırım, Batı Trakya, Bosna deyince birileri sanki uzaydan gelmiş gibi yüzümüze bakıyor. Türkiye'nin Irak'la, Bosna'yla ilişkisi ne olabilir?" diyorlar. Halbuki bu coğrafyalar bizim canımızın birer parçasıdır. Gaziantep'le Halep'i, Rize'yle Batum'u, Bursa'yla Üsküp'ü birbirinden farklı düşünmek mümkün mü(?)" demektedirler.
Hem Beka sorunu yani ayakta kalabilir miyiz, kalamayız mı sorunu yaşanacak hem de dünyanın birçok yerini almak için kollar sıvanacak, paçalar çekilecek ve gözler dikilecektir. Sözün tam manasıyla, Türkiye’nin yaşadıkları sorunlar ile Türkiye’yi yöneten Cumhur İttifakı’nın hayal dünyası yüz seksen derece tezattır. Terstir. Böyle olan bir yapıya, "Dimyata pirince giderken elindeki bulgurdan olma" sözü ne kadar da uyuyor. Ancak söylediklerimizin daha iyi anlaşılması açısından zamanında Osmanlı devletinin yaşadıklarına ve Osmanlıyı yöneterek batıran İttihat-i Terakki Turancı siyasetine göz atmak iyi bir kıyaslama olabilir diye düşünüyoruz. Osmanlı devletini başta Ruslar olmak üzere Avrupa’nın en etkili devletleri olan Fransa ve İngiltere 1800’lerden sonra Bosporos’taki yani İstanbul Boğazı’ndaki hasta adam olarak nitelendirmişlerdi. Dağılmayla yüz yüze kalan Osmanlı hep bir şekilde yolunu bulup ömrünü uzatabilmişti. Ruhen hastalananlar bu mirası devralarak ardından İttihattı Terakkiciler, Kemalistler ve şimdilerde ise Yeşil Faşist Türkçüler tüm hile oyunlarını da kullanarak ayakta duruyorlar.
Esasta Osmanlı gibi her yönüyle çökenler, bunalım içerisinde yaşayanlar, pazarlanmadık bir yerlerini bırakmayarak başkalarının kapı bekçileri olanlar, büyük hüner göstererek ömürlerini taktik ustalıkla yürütmesini bilmişlerdir. Aynı duruma gelen yapılar genelde çökerken, Osmanlı yaşayabilmiştir. Bu durumu zamanın İngiltere Dış işleri Bakanı Clarendo; "Bunları ıslah etmenin tek yolu, yeryüzünü bunlardan ıslah etmektir" derken Stanley adındaki siyasetçi ise: "Bunlar, Avrupa haritasından silinip gitmezlerse çok yazık olurdu. Bunları ortadan kaldırmak kolay, işin asıl zor tarafı bunların yerine kimin konulmasını bilmektir" demelerine rağmen, epey ayakta kalabilmişlerdi. Hatta "İngiliz generali Thousond şöyle belirlemektedir: "Türklerin yerini tutacak bölgede başka bir halk yoktur. Onlar Hindistan yolu üzerinde bırakılmalıdırlar. Zayıf olduklarından bizlere hiçbir şekilde zarar veremezler" sözleri elbette sadece İngilizlerin yaklaşımı olmamıştır, benzer bir yaklaşımı Fransızlar ve Ruslar da takınmışlardır. Bu durumu iyi gören Osmanlı yönetimi, devleti üzerinde en az ilgi duyan büyük devletlere imtiyazlar vermek ve onların arasındaki husumetten faydalanmak için, geleneksel politikasına yönelerek kendilerini pazarlamalarını müthiş bildiler.
Dikkat edersek içinde geçtiğimiz tarihi süreci aynen zamanında Osmanlıların okuması gibi DAİŞ'in başını çeken Erdoğan da iyi okuyarak hep bir şekilde bir yolunu bulup, kedi misali dört ayak üzerinde durmasını bilmektedir. Ekonomik olarak çöken, psikolojik olarak parçalanan, askeri olarak dibe vuran, toplumsal olarak cinnet geçiren, hukuki olarak skandallar üzerine skandallarla sallanan, halklara düşman, kadına düşman, siyasi olarak kutuplaşan bir gerçeklik ile Türkiye yüz yüze olmasına rağmen, sanki Türkiye tarihinin en güçlü döneminde geçiyormuş gibi, bırakalım Ortadoğu’nun sanki Türkiye dünyanın liderliğine soyunuyormuş gibi bir hava ve edayla Türkiye toplumunu günlük olarak felaketlere sürüklerken, en iyi işleri yapıyormuş gibi bir atmosferi dünyanın en kimliksiz, onursuz, yalancı, sahte, yanlı ve ahlaki değerlerden yoksun basınıyla yaratmaktan geri durmuyorlar.
Doğası gereği DAİŞ'in liderliğini ve DAİŞ'çileri kollayan AKP'li Erdoğan ile yandaşlarının şimdilerde böbürlenmelerini, her yere laf yetiştirmelerinin yanı sıra, bırakalım Lozan’ı aşacak adımları, zamanında Osmanlı’nın işgal ettikleri 22 milyon kilometre karelik topraklara göz diktiklerini hem söylüyorlar hem de İspanya Boğası gibi günlük olarak birilerine saldırıyorlar. Bununla da yetinmiyorlar, kime ne zaman nerede ne yapacaklarını ise en üst perdede ifade ediyorlar. Tıpkı zamanında Osmanlı her yerinde dağılırken, delinirken Turancıların her yere meydan okumaları gibi. Kızıl Elma’yı daha fazla dile getirmeleri gibi.
Erdoğan’ın sözleri ile ifade edecek olursak: "Biz, 22 milyon kilometrekarelik dünya ölçeğinde toprağı görmüş devletin varisleriyiz, daha yeni, daha şurada 3 milyon kilometrekarelik topraklara sahiptik. Lozan ifadesini kullandığımda birileri rahatsız oldu, niye rahatsız oluyorsunuz. Lozan'da da 3 milyon kilometrekarede bir yerler tırmıklandı, 780 bin kilometrekareye düştük. Burnumuzun dibindeki yerler alındığında bununla iftihar edenler oldu. Bu nasıl oluyor ya, elindekini veriyorsun, hala başarılı çıktık diyorsunuz" demeleridir.
Erdoğan’ın bu sözlerini ve bugün Ortadoğu’yu kana bulayan zihniyetini anlayabilmek için zamanının Turancılarına bakmakta fayda vardır.
Turan bölgesi esasta Farsça’da İran’ın kuzeydoğusuna verilen bir isim olsa da Orta Asya olarak ele alınarak buna bir de: "Belirli bir ırk topluluğunu veya aynı ırk yakınlarını” da kapsayacak şekilde ifadeye kavuşturulmuştur. Bu tanımlama ekseninde Turan, Turancılık başını alıp gitmiştir. Öyle ki Ziya Gökalp gibi devşirilmiş, kendisine ve kendi insanına düşman olan bir Kürt; "Vatan ne Türkiye’dir Türklere, ne Türkistan! Vatan, büyük müebbed bir ülkedir, Turan" diyerek adeta tüm Orta Asya’yı kendilerinin hedefi olarak belirlemiştir. Böyle bir belirleme, büyük Turan halklarının politik birliğini teorik olarak formüle edenler; "Macar, Fin, Bulgar, Türk ve Kafkas halklarının büyük kesimi, Tatar Türkleri’nin, Sibirya halklarının çoğunluğunun Tibet, Kore, Japon, Himalaya halklarını, Tamüllerini, Mançurya ve Çin’i de içine alarak genişletmişlerdir. Dar anlamda ise Turancılığı tüm Türk ırkına bağlı halkları bir araya getirip birleştirmek veya aralarındaki ilişkileri sağlamlaştırmak" olarak bazı diğer Turancılar tanımlamışlardır.
Daha somut olarak bu teoriyi geliştirenler, "Orta Asya yolculuğu" adlı çalışmalarında: "Türk çağında din, dil ve tarihle birbirleri ile bağlantılı Türk unsurlardan oluşmuş̧ Osmanlı ailesi, hile ve zorla heterojen olanları bir arada tutabilen, Romanovun tersine Adriya kıyılarından Çin’in içlerine kadar uzanan kuvvetli bir imparatorluk kurabilirdi. Anadolu, Azerbaycan, Türkmen, Özbek, Kırgız ve Tatarlar’dan teker teker parçalarda kurulmuş̧ bugünkü Türkiye’den (imparatorluk) daha iyi ve kuzeydeki düşmanla (Rusya) boy ölçüşebilen dev bir heykel meydana getirebilirdi" demişlerdir. Osmanlı devletinin Tokyo elçisi Ahmet Ferid: "Türkçülük, İslamcılık ve Ormancılık üçe bölünmez tek bir bütündür. Uzak gelecekte büyük Türk imparatorluğu (belki dünya) artık basit bir hayal olmayacaktır" diyerek Kızıl Elmalarını formüle etmişlerdir. Bunu hedef olarak kendilerine belirleyen bu Turancılar yani Pantürkistler "Osmanlı devleti yönetimi altındaki Türk olmayan halkların asimle edilerek Türkleştirilmesini ve esas olarak Türk ırkının birliğini savundukları" içindir ki, birinci dünya savaşı ve ardından milyonlarca Ermeni, Asuri, Pontus, Çerkez ve Kürt halklarını kırımdan geçirme planlarını yaparlarken, Silah, Süngü, Top, Tüfenk, Hançer vs. dergi isimleriyle yine gençleri askerileştirmek için ise 1914 yılından itibaren Osmanlı Güç Cemiyeti, 1916 yılında Osmanlı Genç ve Dinç Cemiyeti ve 1914 yılında Kazım Karabekir tarafından Osmanlı Güç Cemiyeti tüzüğüne dayanarak "Çocuk Ordusu" bile kurarak kafalarının içindekilerini açığa vurarak tümden Türklük moduna geçmişlerdir.
Öyle ki bu kafatasçılar birinci dünya savaşı başlayınca ve Osmanlı da buna iştirak edince, Hüseyin Cahit, "Beklenen Gün" diye çifte telli atanlar az olmamıştır. Ziya Gökalp ise: "Düşmanın evi harabeye çevrilecek, Türkiye büyüyecek ve Turan olacak" diyerek naralar atmışlardır. Daha ileri gidenlerin arasında, "Yarın ki Turan Devleti" yazarı Ömer Seyfettin olmuştur. Bu yazara göre: "Alman imparatorluğu gibi, bütün Türk devletlerini birleştirmek, İkinci görev ise Japonya’dan, Norveç’e, Pekin’den Viyana’ya kadar uzanan büyük Turan’ı kurmaktır." Tabi önce Kafkasya, sonra Türkistan, yine peşinden Güney Sibirya ve Pamir yaylaları. "Başlarına Osmanlı Halifesi, İslamların ve tüm Türk halklarının birleştiği imparatorluğu yönetenlere de İlhan adı verilecektir. Ziya Gökalp bu hususta, "Oh Türkler. Şimdi artık ne uluslar ne de han ve beyler var. Sadece büyük Turan ve tek idarecisi İlhan var" diyerek tam da bugünün Erdoğan hayranları gibi Reis’i tarif etmiştir. Özcesi, 1906 yılından itibaren İttihat Terakkiciler giderek asıl yüzlerini göstereceklerdir. Önceleri sözde ortakçı ve yenilikçi görünenler, özünde ne kadar militarist ve halklara düşman olduklarını göstereceklerdir. Çok erkenden Ermeni Kıyımı’na geçeceklerdir. Gerekçeleri ise "savaş esnasında düşmanlarla işbirliği yapma" suçlamasını öne sürerek, 1,5 milyon Ermeni katledilecektir. Ermenilerden sonra sıra Kürtlere gelecektir.
1916 yılında Anadolu’ya sürülen Kürtlere -önceden hazırlanmış bir plan gereğince-, orada daha önce yaşayan mevcut halktan ırkçı bir muamele görecekler. Nüfusları yüzde beşten fazla olmayacak, ana dilleri yasak edilecek, aydınları ve büyükleri çocuklarından kopartılacak ve Türkçe öğrenme zorunlu kılınacaktır. O meşhur "Zo gitti, lo kaldı" sözü bu dönemlerden kalmadır. Yani "Ermeniler katledildi sıra Kürtlere gelmiştir!" anlamında kullanılmıştır. Savaş esnasında Enver Paşa, 90 bin askerin korkunç kış şartlarında öldüğü Sarıkamış Seferi’nden sonra yok yere şu sözleri sarf etmemiştir: "Sarıkamış Çarpışması’na dıştan bakarsak yenildik sayılır. Fakat gerçekten muzafferiz. Çünkü Sarıkamış Ormanlarından Erzurum’a kadar uzanan yollar üzerinde on binlerce Kürt gencinin cesedini bıraktık" diyebilecek kadar faşist bir kafa yapısına sahiptir. "Panturanistler öylesine fanatik bir akım haline gelmişti ki, bir ulusun kendileri ile beraber düşmanlarına karşı savaşmalarına veya onlarla yaptıkları antlaşmalara dahi tahammülleri yoktu. Hele kendilerinin politik oyunlarına gelmeye Ermeni halkına karşı tam bir düşmanlık tavrı içine girmişlerdi. Elbette ki bu kadar hayalci ve fanatik bir hareket Ermeni halkı gibi kendilerinin yolları üzerinde engel teşkil eden ve oyun bozanlık yapan bir halkın kendi toprakları üzerinde yaşamaları onlar için tahammül edilmez bir şeydi."
Bunca tehlikeli bir oyun içerisine giren pantürkistler çok tuhaftır ki yukarıda da ifade edilmiş olduğu gibi, Osmanlılar başkalarının aralarındaki çelişkilerden yola çıkarak zor bela o da koma halinde yaşayabilmişlerken, "aç tavuk kendisini darı ambarında sayarmış" misali Turan’ı fethetmeye kalkışmaları tıpkı bugünün aynısı gibidir. Öyle ki birinci dünya savaşına resmen Osmanlılar iştirak ettiklerinde ise, İttihat ve Terakki Komitesi tüm kollarına, "Ülkemizin ve halkımızın ulusal ideali; bizi, Moskov düşmanlarımızı yok edip, tüm halk yurttaşlarımızı içerisine alacağı ve birleşeceği imparatorluğun gerçek sınırlarını almaya itiyor. Dini inancımızın gereği bizi bütün İslam dünyasını inançsızlardan kurtarmaya sürüklüyor" diye yazılar göndermişlerdir. Bununla da sınırlı kalınmamış öyle ki: 6 Aralık 1914’de Enver Paşa İstanbul’u terk ederek Kars Kalesi’ni fethedip, kendisinin de sonradan söylediği gibi Afganistan üzerinden Hindistan’a yürümeyi tasarlamıştır. Yine Pantürkistlerin "Türk Yılı" adlı dergisinde ise Kafkasya ilişkin yazılmış olan bir şiirde "Güzel Kafkas. Yeter üzüntülü uyku, uyan. Sarıl Türk’ün sana getirdiği parlayan yarım aya" diye haykırmışlardır.
Yüz yıl önce Pantürkistlerin dile getirdiklerini bugüne vurduğumuzda, benzerlikler herhalde örnek vermeden kendiliğinden görülüyordur. Bugün ise Güzel Kafkas’ya denilmiyor ancak "Güzel Ortadoğu, Zamanında Osmanlının denetiminde olan topraklar, hazır olun geliyoruz" diyerek Ortadoğu’nun her sahasına özelde de Kürtlerin yaşadıkları coğrafyalara insan aklının alamayacağı saldırılar yapılmakta. Hem de zamanında Saddam Hüseyin’in 23 Şubat 1988 yılında Kürdistan’ın güneyinde yaşayan Kürtlere karşı başlattığı Enfal hareketi gibi.
Malum Enfal Suresi kutsal kitabının sekizinci süresidir. 75 ayeti içermektedir. Ve bu Sürenin bir yerinde Savaşın Kutsal Ganimetleri diye de bir cümle geçmektedir. Başka bir deyişle, İslam’a gelmeyen, İslam karşıtı yapıların -ki bunlara Kafirun denilmektedir- mallarına Cihat süresi boyunca cihatçılara el koyma hakkı vermektedir. İşte yeni dönemin Saddamları ve Turancıları Kürtleri kendilerine ganimet olarak gördükleri içindir ki, yönlerini öncelikli olarak Kürdistan’a vererek içlerinde ne kadar kin ve ırkçı faşist birikmiş irin toplanmış ise Kürtlere kusmaktadırlar. Ve kusmayı daha sistematik hale getirilmenin adı işte Cumhur İttifakı olmaktadır.
Daha fazla uzatmadan dünün Turancıları ne kadar da bugünün Yeşil Türkçü Faşistlerine benziyorlar. Dilleri aynı, yöntemleri aynı, yürüyüşleri tıpa tıp aynı, kafa yapıları aynı, bakışları aynı, lümpence ortalarda bağırıp çağırmaları aynı, maçolukları da aynı. Halklara karşı saldırganlıkları, faşistlikleri ve düşmanlıkları da aynı. Hayal dünyalarını gerçek sanıp nasıl ki Turancılar Osmanlıyı dünyaya rezil ederek param parça ettilerse, şimdiki Yeşil Türkçü Faşistleri de Türkiye Cumhuriyeti Devletinin başına neler getirecekleri ise halen kestirilememektedir. Ancak bir gerçek vardır ki o da bu kafa, bu bön duruş, bu içi boş kofluk, bu kuru kafa yapısı ve bu lümpenlik Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yavaşta olsa ancak emin adımlarla uçurumun kenarına doğru götürmesidir. Peki, Türkiye bunu hak ediyor mu? Türkiye’nin bu durumu hak etmediğini dile getirilenler, buna inananlar, olup bitene karşı rahatsızlık duyanlar, kaygılı olanların tümü, Cumhur İttifakı olarak kendilerini tanımlamayan Pantürkist faşist ırkçı yapılarına karşı hemen şimdi diyerek karşı durmasını oluşturulacakları Demokratik bir Blokla sergilemelidirler.