‘Darağacındaki üç fidan PKK’de kök saldı’

Ümit: "Kürdistan ve Türkiye devrimini gerçekleştirerek Denizlerin özlemi olan demokratik, özgür ve tam bağımsız Türkiye gerçekliğine sistem kazandıramamış olmak anlamlı eleştiri ve özeleştiriyi gerekli kılmaktadır.

PKK Merkez Komitesi üyesi Helin Ümit, “Baş verdik, boynumuzu eğmedik dediğimiz noktada olsa da Kürdistan ve Türkiye devrimini gerçekleştirerek Denizlerin özlemi olan demokratik, özgür ve tam bağımsız Türkiye gerçekliğine sistem kazandıramamış olmak anlamlı eleştiri ve özeleştiriyi gerekli kılmaktadır. Geçen 44 yıllık süre zarfında boş durulmamış olsa da Türkiye’deki siyasi gerçekliğin geldiği noktaya baktığımızda demokrasi güçleri ve yurtseverler olarak birçok görevin de yerine getirilmemiş olduğunu söylemekten çekinmemek gerekir” dedi.

6 Mayıs Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamlarının 44. yıldönümünde devrim şehitlerini bir kez daha anarken, idam sehpasında haykırdıkları “halkların kardeşliği ve ortak mücadelesi” şiarını nasıl algılamalıyız ve o günlerin devrim, devrimcilik ruhunu nasıl değerlendirebiliriz?

Türkiye’de devrimci mücadelenin önderlerinden olan bu üç büyük devrimcinin şehadet yıl dönümlerinde, onurlu ve insanca bir yaşamın yolunu aydınlatan anıları önünde saygıyla eğiliyorum. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan şahsında Türkiye’nin ve elbette dünyanın devrimine adanmış binlerce şehidine olan bağlılığımızı bu gün vesilesiyle tekrardan belirtiyorum. Bu gün vesilesiyle Suruç’ta katledilerek geleceği karartılmak istenilen genç devrimcilerin Denizlerin kavgasının günümüzdeki temsilcileri olduğu bilinciyle derin bir minnetle ifade etmek istiyorum. Anılarını, mücadelemizin sürdüğü her an ve gerçekleşmesi çok yakın olan özgür yarınlarda yaşatma sözünü veriyoruz.

Denizlerin devrimciliği Türkiye’de en çok tartışılan bir devrimcilik oluyor. Bunu söylemek, değerlendirmek, sonuçlarını çözümlemek iktidarcı devlet güçlerinden çok ufkuna toplumsal bir devrimi, özgürlüğü, gerçek yurtseverliği almış kesimlerin görevleridir. Ancak bu soruya farklı yanıtlar geliştirmeden önce belirtmek istediğim şudur ki neredeyse en az yapılan, çözümlenen ve sonuçları az çıkarılanda yine Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mirası olmaktadır. Denizlerin devrimci çıkışı ve buna karşı verilen yanıtın yarattığı sonuçları, 44. yılına girerken boynumuzda Türkiye devrimini gerçekleştirmemiş olmanın büyük ağırlığı ile girdiğimizi belirtmek yanlış olmayacaktır. Baş verdik, boynumuzu eğmedik dediğimiz noktada olsa da Kürdistan ve Türkiye devrimini gerçekleştirerek Denizlerin özlemi olan demokratik, özgür ve tam bağımsız Türkiye gerçekliğine sistem kazandıramamış olmak anlamlı eleştiri ve özeleştiriyi gerekli kılmaktadır. Geçen 44 yıllık süre zarfında boş durulmamış olsa da Türkiye’deki siyasi gerçekliğin geldiği noktaya baktığımızda demokrasi güçleri ve yurtseverler olarak birçok görevin de yerine getirilmemiş olduğunu söylemekten çekinmemek gerekir. Bunların başında idam sehpasında haykırılan ‘yaşasın Kürt ve Türk halklarının kardeşliği’ söylemi gelmektedir. Halkların kardeşliği talebinin bir slogandan çıkarak yaşam tarzına, ilişki anlayışına, sistem biçimine dönüşmesi için verilen mücadele ne yazık ki tek ayakla yürümekten kurtulamamıştır.

Önder Apo bir keresinde ‘Türkiye devrimini yap Kürdistan devrimi senin olsun’, ‘Kürdistan devrimini yap Türkiye devrimi senin olsun’ demişti. Sorunun devlet ya da iktidar oluşumları ekseninin dışında özgür ve ortak yaşamın yeni modellerle inşasını içeren bu formülü geçen yıllar içerisinde somut bir programa kavuşturdu. Bu formülasyonun doğru anlaşılması Kürt Özgürlük Hareketi olarak bu devrimcilere yaklaşımı da ortaya koymaktadır. Kürt ve Türk halklarının kardeşliği, her iki halkın da özgür kimlikli olmasından geçmektedir. Tarihsel gerçeklerin de işaret ettiği budur. Türk halkının özgürlüğü Kürdün özgürlüğünden, Türkiye’nin demokratikleşmesi de Kürdistan’ın statüye kavuşmasından geçer. Karısını, çocuğunu ve çokça ifade edilen kavram olarak kardeşini döven adam, tüm imkan ve üstünlüklerine rağmen özgür olabilir mi, demokrat sayılabilir mi, adaletli diye anılabilir mi? Böyle biri, toplumsal ahlaki değer yargılarda onursuzluk, ahlaksızlık, hırsızlık sayılmaz mı? Dini kitaplar bile böyle yargılamamış mıdır? İşte Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının farkına vardığı bu gerçekliktir. Resmi hakim paradigmaya göre Türkiye’de yaşayan herkesi Türk sayan, bir halklar mozaiği olan ülkenin renklerini siyah yada beyaz fark etmeyen renklere dönüştürmek isteyen ulus inşasını en büyük tehlike ve ahlaksızlık olarak görmüşlerdir. Bilinç düzeyleri ne olursa olsun bunu ruhları kabul etmemiştir. İdam sehpasında Kürt gerçekliğine vurgu yapmaları bu coğrafyanın değerlerine bağlılıkları ve temsil ettikleri gerçek yurtseverlik değerleriyle ilgili olmaktadır. Dönemin sistem savunucuları açısından bundan daha tehlikeli ve riskli bir alan yoktur. Onlarca yıl onlarca katliam, göçertme, öldürme, asimilasyon seferleri ile inkar ettikleri Kürtlerin adını yeniden duymak resmi paradigmayı derinden sarsmıştır.

Bu durum dikkat çekmeye çalıştığımız tarihsel gerçeklikler ile yakından alakalıdır. Beyaz Türk faşizmi önderliğinde Türkiye toplumuna dayatılan yapay Türkleştirme özünde en büyük ihanetle özdeştir. Türklük adına hakim kılınmak istenen inkar ve imha rejiminin hakikat olarak dayatılması ise en büyük trajedilerin kaynağı konumundadır. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının her türlü cezayı göğüsleyerek dile getirdiği devrimci tutum günümüzde de kılık ve renk değiştirilerek sürdürülmeye çalışılan bu ihanete karşıdır. Bu kuşağın tanıklarının yakından bildiği bu gerçeklik nedeniyledir günümüzde hiç kimse bu üç genç şahsında dile gelen hakikatleri ters yüz edememiştir. Kendi dönemlerinde en tehlikeli ‘terörist’i, milletin düzenini bozan ‘anarşist’i, bozucu bozguncuları ilan edilseler ve yargılansalar da halkın gözünde kahramanlaşmışlardır. Temsil ettikleri hakikatin gücü nedeniyle bu böyledir. Yoksa egemenlerin, zulmedenlerin, denizleri idama götürenlerin insafa gelmeleri nedeniyle değildir. Deniz ve arkadaşlarını, üç fidanı, darağacına götürenler sınıf ve iktidar çıkarları gereği bunu yaptıklarının bilincindedirler.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’ı toplum nezdinde bu kadar önemli kılan, etkili hale getiren gerçekliğin ne olduğunu iyi görmek gerekir. Bizler, şimdi Türkiye ve Kürdistan devrimini gerçekleştirme iddiasında olanlar 68 kuşağının bu seçkin önderlerinden etkilenerek devrim saflarına geldik. Demek ki yürüdüğümüz yolun ilk taşını döşeyen bu devrimciler olmaktadır. Elbette onlarında öncesinde direnen bir insanlık tarihi, oluşan değerler, mücadele ideali ve ütopyalar vardı. Onlardan sonrada bu yolun yolcuları oldu, oluyor. Ancak Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının, dahası 68 kuşağının ortaya çıkardığı değerlerinin Türkiye ve Kürdistan tarihinde önemli bir dönüm noktası olduğu da inkar edilemez, görmezden gelinemez. Önder Apo’nun ‘bu büyük devrimciler olmasaydı PKK ne kadar günümüz PKK’si olabilirdi’ sorusu belirsizdir demektedir. Demek ki güncel olarak Ortadoğu’yu derinden etkileyen ve bu devrimcilerin idamı sonrasında Türkiye’de demokratik bir devrimi savunarak 44 yıldır aralıksız mücadele eden PKK’yi de açığa çıkaran bir devrimci duruş sergilenmiştir. Önder Apo Türkiye devrimci önderlerini, Denizleri ve Mahirleri öncülleri olarak görmüş ve anılarına bağlılığın gereğini yerine getirmiştir.

Günümüzde Kürt özgürlük mücadelesinin sürdürdüğü mücadele sonucu olarak Kürtlerin varlığını açıktan inkar mümkün olmasa da, üç büyük devrimcinin yaşadığı dönemde Kürdistan ve Kürtlük üzerine atılmış olan ölü toprağı düşünüldüğünde içine girilen tutumun büyük bir devrimci tutum olduğu, hakim paradigmayı temelinden sarstığı anlaşılacaktır. Bugünün en milliyetçisi ve hatta faşisti bile Kürdün var olduğunu kabul etmek zorundadır. Gün gibi, güneş gibi ortaya çıkan Kürt özgürlük hakikati karşısında inkar söylemine sarılanlar gülünç duruma düşmekte, ciddiyetlerini yitirmektedirler. Kürdün canına okuyan, katline ferman verenler bile ‘Kürt kardeşlerim’ diye seslenmekten kendisini alıkoyamamaktadır. Ancak Hüseyinlerin, Yusufların, Denizlerin zamanında bu durumun böyle olmadığı bilinmelidir, bilinmektedir. Böylesi bir ortamda söz eylemin kendisi olmuştur. Dahası idam sehpasında söylendiği için vasiyet olmuştur. Türkiye’de devrimi hedefleyenler için ise Kürt halkının özgürlüğüne ve eşitliğine dayalı bir duruş talimat-emir olmuştur. Önder Apo, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam sehpasında dile getirdikleri Kürtlük tanımlamasından güç ve cesaret almış, ‘inkar edilen halkımın savunucuları’ dediği bu devrimcilerin anılarını yaşatmakta kararlı olmuştur.

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın yürüttükleri mücadele ile Türkiye halkının kapitalist sistemin bir parçası haline dönüştürülmesine şiddetle karşı çıktıkları bilinmektedir. Cumhuriyetin ilk kuruluş ilkelerine bağlılık tamdır. Kürt ve Türk halklarının birlikte kurdukları cumhuriyete inanmışlar, bu cumhuriyetin demokratikleşmesi konusunda her türlü mücadeleyi göze almışlardır. Yaşasalardı gerilla mücadelesine başlayacakları bilinmektedir. ‘Biz tüm çabamıza rağmen Türkiye’nin bağımsızlığını temin edemedik, bu güne kadar da bu özlem içinde kaldık’ diyerek içine girdikleri mücadelenin amacını ifade etmişlerdir.

Günümüze baktığımızda bu özlem halen geçerliliğini korumaktadır. Türkiye’nin bölge ve dünya statükosu içiresindeki yeri özenle uluslararası sistem tarafından korunmaktadır. Uluslararası sistemin bölgede en önde gelen temsilcisi ve yürütücüsü olan Türkiye Cumhuriyeti bu özelliklerinden dolayı günümüzde tanınmaz hale getirilmiştir. Uluslararası lobilerin talimatlarıyla yürüyen, Kürtlere karşı savaşın sıcak para akışıyla ayakta tutulduğu, sömürü ve kölelik sisteminin dibe vurarak toplumun ahlaki yapısının dağıtıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Coğrafyası parsel parsel satılmıştır, yer altı ve yer üstü zenginlikleri özel şirketlerin, yabancı güçlerin denetimi altındadır. Toplum toplum olmaktan çıkarılmış, paramparça hale getirilmiştir. Bir ironi yapmak gerekirse bugün en geri görülen Afrika’nın yerli kabilesinin bile kendisini tanımlayacağı toplum, grup değerleri vardır. Basit gelebilir ama toplumsal yaşamı, ahlakı vardır. Türkiye’de oluşturulan yapay Türklük ise Türk halkının tüm toplumsal değerlerini dağıtmakta, şekilsiz, bireyci, vicdansız bir Türklüğü bayrak ve devlet aşkına kurban etmektedir. Türkiye toplumuna dayatılan yapay kimlik sırıtmakta, gerçek yurtseverleri ise acıtmaktadır. Türkiye toplumu atomlarına bölünerek sistemin hizmetçisi haline getirilmiş, derin bir köleleşmeyi yaşamaktadır. Cumhuriyetin ilk yıllarından 2000’lere kadar süren dönemde katı inkar ve imha rejiminin Türkiye toplumuna Türklük adına giydirmeye çalıştığı deli gömleğinde açılan delikler İslam ideolojisiyle yamalanmak istenmektedir. Toplumun ahlaki politik duruşunu belirleyen inanç gibi kutsal ve hassas bir konu etrafında Türkiye toplumu kapitalist sistemin sürdürücüsü olmaya zorlanmaktadır. Bunun sonuç almayacağı bilinmektedir. Sonuç alamaz çünkü özü boşaltıldıktan sonra geriye kalanı toplum atacaktır. Şunun için bunları belirtiyorum, Deniz Gezmişlerin devrimci geleneğine sahip çıkmak istemek önemlidir. Bunun günümüz Türkiye’sinde amansız bir mücadele anlamına geldiği de açıktır. Onlar genç yaşlarında bu hakikatin farkına varmışlardır. Vicdan ve ahlak sahibi bireyler olarak yaşadıkları ana ve geleceklerine sahip çıkmak istemişlerdir. Bunun için hiçbir fedakarlıktan çekinmemişlerdir. Devletin arkasına aldığı bin yıllık iktidar ve savaş kültürüyle saldırdığı bu gençler, varlıklarını Türkiye’nin bağımsız ve özgür bir ülke olmasına armağan etmekten gurur duymuşlardır.

Bu 44 yıl içerisinde Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yer aldığı kuşağı çok çeşitli yargılarla ele alan tartışmalar yürütülmüştür. Ancak bu tartışmaların en isabetsizi 68 kuşağının bir dönemin atmosferinden etkilenen, anlık, günü birlik bir hareketlenme olduğuna dönük olanıdır. Kelli felli siyasetçilerin, toplumda değişim ve dönüşümü gözü kesmeyenlerin her zaman sarıldıkları ve gençlere yükledikleri toyluk değerlendirmesi bu büyük devrimciler için kesinlikle doğru değildir. Toplumun sorunlarına yanıt üretme arayışında olan, bunu kendine dert eden, insanların acısını kendi acısı yapan devrimciler olarak bilinçli özgür bireylerdirler. Filistin’e kadar uzayan arayışları hep Türk devletinin topluma dayattığı sömürü düzeninin çaresini geliştirmek içindir. Günümüzde Türkiye gençliğinin içine çekildiği yabancılaşma, yozlaşma, duyarsızlık, göz önüne getirildiğinde bu devrimcilerin farkı daha iyi anlaşılır.

Bunun böyle olması içinde bulundukları koşullarda, Türkiye toplumuna yeni bir nefes, yeni bir çıkış müjdesini vermiş olmaları ile ilişkilidir. Yine darbelerle anılan bir toplumsal tarihe sahip olan Türkiye gerçekliğinde yaşlarına başlarına bakmadan isyana kalkışmalarında yatmaktadır. Türkiye tarihi yakın ve uzak geçmişiyle özgünlükler taşıyan bir gerçekliğe sahiptir. Bu gerçekliğin doğru bir analizi gerçekleşmeden ne Denizlerin isyanı ne de idamı anlaşılamaz.

12 Mart faşist darbesi ve sonrasında yaşananlar Türkiye sosyalist hareketinde nasıl bir etki yarattı?

Deniz Gezmiş ve arkadaşları için büyüklerimiz hep büyük hayranlıkla ama çekinerek bahsetmişlerdir. Ama hayranlıkları, onların güçlerine duyulan inanç her zaman önde olmuştur. ‘Onlar yapamadıysa kimse yapamaz’ derdi büyüklerimiz. Ortalama bir Anadolu insanının görüşlerini dile getiren bu tepkinin altında yatan ise onların davalarına duyulan inanç yatardı. Yapılması gerekene girişmişler ancak erken gelen idamları halkın umutlarını yaralamıştı. Bu anlamda 12 Mart faşist darbesi toplum üzerinde ciddi bir etkilemeye yol açmıştır.

70’ler Türkiye’si her kesimin ayağa kalktığı, arayış içerisinde olduğu, kendini örgütlü ve eylemli olarak ifade etmeye yöneldiği bir süreci ifade ediyor. Dünyadaki devrimci hareketlerin çeşitliliği, çokluğu ve birçok yerde ulaştıkları başarılar mevcut sistem dışında da farklı yaşam tarzlarının mümkün olduğuna dair umutları büyütüyordu. Bu sürecin kapitalizmin finans kapital olarak dönüşerek yeni bir aşamaya girdiği bir süreç olduğu, insanlığa yönelik bir karşı devrim özelliği taşıyan bu sürecin 1968 gençlik devrimi ile anti modernist bir devrimci süreci güncelleştirdiği biliniyor. Kapitalist sistemin dünyanın birçok yerinde yeni tarzda sömürge siyasetini yürüttüğü, toplumdaki sınıflar arasındaki uçurumun arttığı bu dönemde sosyalist mücadelelerin açığa çıkardığı bilinçlenme ile çelişkilerde yoğun ve keskin bir tarzda yürüyordu. Kapitalist sistemin yaşadığı bunalımın Türkiye’deki ulus devlet yapısına yansımaması beklenemezdi. 12 Mart faşist darbesi, kapitalizmin dünya çapında yaşadığı bunalımın Türkiye’de gençliğin devrimci çıkışları ve toplumun her alanda içine girmiş olduğu hareketliliğe karşı bir gladyo müdahalesi olarak gündeme girdi. Her darbe gibi bu darbe de beyaz Türk faşizminin gelişmeler karşısındaki çaresizliğinin ifadesi oluyordu. Önüne geçilemeyen devrimci gelişmeye, toplumun kendisini öz değerleri ile tanımlama istemine ve sosyalizm iddiasına karşılık, Türkiye gibi sistemin Ortadoğu’da vazgeçilemeyen kalesinin ancak askeri darbelerle korunduğunu gösteren çarpıcı bir örnektir. 12 Mart darbesi şimdilerde bir avuç gençtiler diye lanse edilen 70ler devrimci kuşağının hiç de bir avuç olmadıklarını, toplumu derinden etkilediklerini, sistemi ve onun temsilcisi Türk devlet rejimini sarstıklarını gösterir. Bir avuç gençtiler söylemi aslında devrimcileri yalnızlaştırma söyleminin yansıması oluyor. Oysaki 70’ler toplumu, yaşlısı, genci, kadını erkeği ve çok çeşitli kimlik arayışlarıyla politik bir toplum haline gelmişti. 12 Mart 1971’de gerçekleşen askeri darbe ile birlikte toplumun bu özgürleşme arayışlarına darbe vurulmuş, 80 darbesi ile toplumun özgürlük problemlerinden uzaklaştırılması, apolitikleşme ve sürüleştirmede sonuç alınmak istenmiştir. Bu süreç tüm hızıyla sürdürülmeye ve tamamlanmaya çalışılmaktadır.

Solun 12 Mart askeri darbesine verdiği yanıtın yeterli olduğundan bahsedemeyiz. Öyle olsaydı günümüz Türkiyesi başka bir ülke gerçekliğini temsil ederdi. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve Nurhaklarda direnenlerde olduğu gibi binlerce devrimcinin direndiği bir süreç oldu söylense de Türkiye’nin demokrasi güçlerinin örgütlü olmadığı açığa çıktı. 12 Mart askeri darbesinin amaçları ve kapsamı konusunda da derinlikten yoksun olunduğunu gelişmeler ortaya koyuyordu. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bile idam edilmeyeceklerine duydukları inanç karşı karşıya geldikleri gücün, yani Türk devlet geleneği ve gerçekliğinin özelliklerini çözemediklerini göstergesi oldu. Devrimci önderlerin katledilişi ile birlikte örgütler ağır darbe aldılar. Türkiye sol sosyalist güçlerinin 12 Mart faşist darbesine karşı yaşadığı şaşkınlık da Denizlerin idama giderken taşıdıkları inanç gibidir. Devletin kendilerini katledeceğine inanmamaktadırlar. Örgütler de Türkiye’de bir darbe olduğunu, olabileceğine idrak edememişlerdir. Bu yaklaşım hazırlıksızlığı, tedbirsizliği, savunmasızlığı da yaratmıştır. Devrimci liderlerin katledilmesinin ardından yaşanan geri çekilme ve dağınıklık giderilememiştir. 12 Mart darbesinin ardından Türkiye’deki sol sosyalist örgütler, ciddi bir öncülük, önderlik sorununu yaşamışlardır. Toplumsal hareketlerde önderlik sorununun önemini tüm çarpıcılığı ile ortaya koyan bu gelişmeler, binlerce yılın yönetme, idare etme tecrübesine sahip devlet-iktidar aklına karşı önemini ortaya koymuştur. Denizler yaşasaydı gelişmelerin böyle seyretmeyeceği açıktır. Yaşadıkları dönemde olduğu gibi bütünleyici bir çekim merkezi olacaklardı. Toplumun özlemlerine yanıt oluşturacak örgüt ve eylem biçimlerini hayata geçirerek demokrasi mücadelesinde başta Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt ve Türk halklarının kardeşliğine dayalı toplumsal inşa ve özgürlükler sorununa ağırlıklarını koyacaklardı.

1970’lar toplumsal kurtuluş ideolojilerinin, özellikle de demokratik toplum arayışlarının sosyalizm çerçevesinde kendisini dünyanın çok farklı yerlerde sistemleştirmeye yöneldiği yıllar oluyor. Türkiye’deki gelişmelerin de bu yönlü olduğu açıktır. Halklaşan, toplumun işçileri, köylüleri, gençleri ve kadınlarıyla ‘başka bir dünya mümkün’ umuduna yürüdükleri bir dönemdir. 12 Mart 1971 faşist darbesi bu gelişmeyi engellemek için yapılmıştır. Yani halkın önderleriyle buluşmasını farklı yöntemlerle engelleyemediği dönemdir. Gelinen noktaya baktığımızda şimdi milyonları sürüklemesi gereken sol cephenin toplumdan kopuşunu ve hatta kaçışını gördüğümüzde açıktır ki Denizlerin kemiklerinin sızladığını biliyoruz. Oysaki adına hareket edilen ideoloji toplumcu bir ideoloji. Sosyalizm bu demek değil de neydi? 1971 faşist darbesinin halk ile halkın devrimci önderleri arasına kalın bir duvar ördüğünü söyleyebiliriz. Ancak aradan geçen bunca yıl içerisinde bu duvarın delik deşik olması gerekmez miydi? Milyonlarca aç, işsiz, işçi, yoksul, umutsuz, yalnız olmazdı o zaman ülkemizde. Birlikte hareket eden ve birbirini düşünen milyonlar istediğini değiştirirdi o zaman. Bu kadar korkak, sinmiş, yarınını düşünmekten bile çekinen, ölümü yaşam sanan, kötüyü iyi gören, diktatörü kurtarıcı sanan bir nesil oluşmazdı. Bunların sorumluluğu Türkiye sol hareketlerinin omuzundadır. Kürdistan’a ölüm seferleri düzenleyen bir düzen kendisini bunca mücadeleden sonra kendisinde yeniden soykırım saldırılarını sürdürmede kararlaşmışsa bunda Türkiye solunun sessizliği olduğu bilinmektedir. Bu sözlerim yanlış anlaşılmamalıdır. Katliam ve saldırılardan Türkiye solunu sorumlu tutmuyorum. Ancak egemenlerden, iktidardan, devlet güçlerinden iyilik ve insaf beklenemez. Çözüm solun kendisidir. Fakat bu kendisini sorunun bir parçası olmaktan çıkardığı ölçüde mümkündür.

Denizlerin idam edildiği süreçte Mamak Cezaevinde tutuklu bulunan Önder Apo; “Öyle bir hareket geliştirmeliyim ki düşmanın tedbirlerini aşsın, sürekliliği olan bir mücadele çizgisi yakalasın ve onların anılarını başarıya götüren bir nitelikte olsun” diyerek, PKK ile döneme en etkili cevabı ortaya koydu. Siz bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Önder Apo’nun bu büyük devrimcilerden etkilenerek mücadeleyi başlattığı bilinmektedir. Yaşasalardı ‘sempatizanları olurdum’ sözü onlara duyduğu büyük saygı ve inanç kadar, bu devrimcilerin Kürt halkının kimliğini ifşa etmeleri ile de ilgilidir. Yine sosyalizme davasında yaşanan kararlılık ve sistem karşıtlığı belirleyici bir etkendir. Önder Apo Kürtleri kimliksiz, adsız, dilsiz, ifadesiz bırakan modernist sisteme karşı büyük bir tepki ve ret tutumunu, kapitalist modernist sistemin tüm zihniyet ve kurumsal yapılarından kopuş temelinde geliştirmiştir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mücadelelerinin son dönemlerinde fark ettikleri konu budur. Önder Apo, Denizleri idam sehpasına taşıyan, Mahirleri katlettiren, binlerce onurlu insanı zindanlarda öldüren, çürüten, işkenceden geçiren bu sisteme karşı nasıl mücadele edileceğini yine bu büyük devrimcilerin pratiklerinden çıkan derslerle varmıştır. Sisteme muhalefet temelinde değil ona ait olan her türlü etkiyi bertaraf eden bir kopuş yaklaşımıyla kendi öz dinamiklerine dayalı sistem inşasını geliştirmiştir. Bu temelde geliştirdiği örgüt ve kadro anlayışı tüm yetersizliklerine rağmen eşine az rastlanan bir gelişme sergilemiştir. 12 Mart askeri cuntasının hedeflediği devrim öncülerini halktan koparma planına karşı, Kürt halkının göz bebeği olmayı başarmış bir örgüt ve kadro gerçekliği yaratmıştır. Hem de bunu hiç kimsenin umut ışığı görmediği bir toplumsal gerçeklik içinde gerçekleştirmiştir.

Önder Apo’nun açığa çıkardığı parti ve hareket birçok araştırmaya konu edilebilir. Taraftarları kadar düşmanları da hareketin nasıl geliştiğini anlamakta zorluk yaşasalar da Ankara’nın göbeğinde ilk toplantılarını gerçekleştiren bu grup kendine özgü bir partileşmeyi açığa çıkarmıştır. Buna biz Zafer tarzı diyoruz. Zafer kadrosu ve kişiliği diyoruz. Türkiye sol hareketlerinde 12 Mart sonrası ortaya çıkan temel yetersizlik öncülük zaafı olurken Kürdistan Özgürlük hareketi Türkiye toplumunun sol şahsında karşı karşıya kaldığı saldırılardan sonuç çıkarmıştır. Bir Önderlik hareketi gelişmiştir.

Süreklileşen bir örgüt anlayışını yaratmak en önemli gelişmedir. Bir hareket çeşitli süreçlerden geçebilir, zorlanabilir, yetersizlikler yaşanabilir ancak örgütsel birlik temelinde süreklileşen bir tarzın açığa çıkarılabilmesi, devrim öncesi ve sonrası yaşam algılarının yıkılarak mücadelenin en özgür yaşam olarak inşa edilmesi, toplumun başta kadınlar olmak üzere tüm kesimlerinin devrimci mücadele içerisine çekilmesi bu tarzın bir sonucu olarak görülmelidir. Elbette tüm bunlar tarihsel süreç içindeki mücadele deneyimlerinin sonucunda ortaya çıkan gerçekliklerle birlikte değerlendirilmelidir. Bazı sol çevrelerin içine girdiği kompleksler Önder Apo’da asla olmamıştır. Bu anlamda sonuna kadar birlik yaratan, herkesi halkın hizmetine sokan, bu uğurda ortaya koyulmuş küçük-sıradan niyetlere bile büyük anlam biçerek bunlardan güçlü bir devrimci duruşu, eylemi, ilişkiyi yaratan bir Önderlik gerçeği olmuştur.

Deniz gezmiş ve arkadaşlarının devrimci niyet ve iddiaları asla sorgulanamaz. Bu konuda en anlamlı yanıtın Önder Apo tarafından oluşturulduğu bilinmelidir. Türkiye’de geliştirilen tüm şovenist dalgalara, faşist saldırılara, Kürt ve Türk halklarının tarihsel birliğinin altına dinamit koyarak birbirine düşman etme siyasetlerine rağmen Önder Apo’nun Türkiye halkına ve onun devrimci önderlerine olan bağlılığı ve inancı asla eksilmemiştir. Buna şahit olan bir kadın olarak Önder Apo’nun devrimci çıkışının, Türkiyeli sol devrimci güçlerin eksik olan ve aslında bu devrimcileri zayıf düşüren yönlerini tamamlayan bir gerçekliği olduğunu söyleyebilirim. Yine Önder Apo’nun bir özlemi olarak ifade edebileceğim şey, Türkiye devriminin Kürdistan’da gerçekleşen devrime paralel yürütülmesi istemi olmuştur. Kürdistan somutunda gerçekleşen devrimin ise Türkiye devrimi olduğundan bir gün bile şüphe edilmemiştir. Burada Türkiye halkına ve onun önderlerine duyulan sevgi ve bağlılık kesindir. Bir keresinde Türkiye’yi kastederek ‘bu toprakların çorak olduğuna inanmıyorum, her biriniz bir tohum gibi serpilmeli ve yeşermelisiniz’ demişti. Bu bir haykırış, bu bir özlem, bu halkların kardeşliğine giden doğru yolun işaret edilişiydi.

Son olarak bu konuyla bağlantılı olarak halk ordusunun kuruluşuna dikkat çekmek isterim. Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan’ın Türk devlet sistemiyle giriştikleri mücadelenin THKO’nun kuruluşuna vardığı bilinmektedir. Bir parti ya da cephe değil doğrudan ordulaşmayı hedeflemeleri özünde karşılarındaki devlet ve iktidar güçlerinin planlarını doğru anladıklarının önemli bir işaretidir. Halkın devletin polis ve ordusuyla ezildiğini, sömürüldüğünü, kolluk kuvvetleri aracılığıyla sistemin kendisini yürüttüğünü fark etmişlerdi. Buna karşılık halkın da kendisini savunabileceği bir örgütlenmeye öncelik tanımışlardı. Her ne kadar isim olarak ilanı yapılmışsa da gerçek anlamda Türkiye halklarının öz çıkarlarını savunacak ve sömürü düzenini alaşağı edecek bir ordu geliştirilemedi. Bu görev ve mirasın da yine Önder Apo tarafından geliştirilen gerilla ordulaşması ile karşılık bulduğunu söylemek gerekir. Bugün Kürdistan dağlarının her yerinde binlerce genç bu ordunun bir üyesidir. Sömürgeciliğe ve halkları egemenlik altına alma saldırılarına karşı direniş geliştirilmektedir. Gelinen aşamada sadece dağlar değil Kürdistan’ın şehirleri, ilçeleri, mahalle ve köyleri de bu ordunun etkisi altındadır. Gerillaya dağdan inin çağrıları, çağrı sahiplerinin kabusu olmuştur. Ne giden aynı kalmıştır, ne dönen aynı. Bu anlamda gerçek sosyalist yaşamın toplumun ahlaki ve politik değerleri çerçevesinde oluştuğu, yeni bir toplumsallaşma gerillalaşan halk gerçekliği ile Kürdistan’daki ordulaşmada açığa çıkarılmıştır. Her halde Denizler de bunu isterlerdi. Ve artık bununla da sınırlı kalınmayacağı özgürlük ordularının Türkiye’nin dağ ve şehirlerinde de etkili olacağı açığa çıkmıştır. Karadeniz’de, Ege’de Akdeniz’de halkların özgürlük ordusunun sesi duyulmaktadır. Manisa, Giresun başlangıçtır. Tüm milliyetçi şoven kalkışmalara karşı Önder Apo’nun ‘Ey Türkiye sana döneceğim ve sen beni dönüşerek göreceksin’ sözünü bir kez daha hatırlatmak isterim.

6 Mayıs 1996’da Şam’da Öcalan’a yönelik suikast girişiminde bulunuldu. TC’nin Öcalan’a ve Kürdistan Özgürlük Hareketine yönelik komplo planlarında özellikle neden 6 Mayıs, 15 Şubat ve 29 Haziran gibi tarihleri seçmesi nasıl okunmalı? Bu komplolara rağmen özgürlük hareketi yenilmezliğini nasıl gerçekleştirdi? Türkiye sol hareketleri neden aynı başarı düzeyini yakalamadı?

6 Mayısın devlet tarafından bir komplo günü olarak seçilmesi elbette tesadüf değildir. Türkiye devriminin gidişatı açısından bir darbe günü olan bu tarihin Kürdistan devrimi açısından da geçerli hale getirilmek istenmesi gibi bir durum söz konusudur. Türkiye devriminin liderlerini katlederek devrimci mücadeleyi gerileten devlet güçlerinin, Kürdistan devriminin Önderini de katlederek aynı sonucu yaratmak istediği açıktır. Özcesi aynı amaçla, farklı mekan ve araçlarla gerçekleştirilmiş bir saldırı olmaktadır. Bu komplocuların bir yöntemi olmaktadır. Egemen ve devlet güçlerinin, iktidar güçlerinin halkların, ezilenlerin hafızasına kazımak istedikleri gerçeklerle ilgilidir. ‘Bu amaçlarla yola çıkarsanız, sonunuz er geç bu olur mesajını, bu tür günleri birbirine bağlayarak, çağrışımlar yaratarak gerçekleştirmek istemektedirler. İktidarcı devletçi sistemlerde tesadüflere, şanslara, olasılıklara yer verilmek istenmez. Çünkü bu özgürlük seçeneğinin artması demektir. Her şeyi kendi hakimiyetleri altında tutarak tasarladıklarını gerçekleştirmek, kabullendirmek isterler. Tüm faşist rejimler, despot kişilikler benzer özellikler taşır. Oysa özgürlük farklılık olduğu kadar esneklik içerisinde yeni ve beklenmeyen gelişmelere de kucak açmayı, istemediği şeyler olduğunda onları da kabullenmeyi, sonuçlar çıkarmayı ve özümsemeyi gerektirir. Buradan şu sonuç çıkmasın önüne çıkanı kabul etmek özgürlüktür demek istemiyorum. Ancak güncel gelişmelerden örneklendirirsek Erdoğan’ın kendisini hak yerine koyduğu, hak bunu istiyor diyerek sözcülüğüne soyunduğu bu anlamda kendisini dönemin peygamberi sandığı pervasızlık göz önünde tutulduğunda ne demek istediğim anlaşılır. Eşit ve özgür iradeler birbirini tanımak, birbirinin taleplerine saygılı olmak durumundadır. Benim istediğimi istersen seninleyim demek demokratik, özgürlükçü bir tavır olmasa gerek. Bu anlamda rastlantılar, şanslar, beklenmeyen şeylerin olması gibi bir durum egemenlerin, hegemonların dağarcığında yoktur. Kader bile yoktur. Onlar her şeyi denetimlerinde tutmayı severler. Bu ilk hegemondan sonuncusuna kadar böyledir.

Bu anlamda 6 Mayıs 1996’da Şam’da patlayıcı yüklü bir araçla gerçekleştirilen saldırının tarihi özenle seçilmiştir. Yaşasın Kürt ve Türk kardeşliği haykırışının açığa çıkardığı dev bir mücadelenin yine aynı gün susturulmak istenmesi olarak anlaşılmalıdır. Tabii buna karşı Önder Apo’nun özel tedbirleri olmuştur. O günü bizzat yaşamış bir birey olarak belirtmek isterim ki Önder Apo sistemin dışında kalmayı başaran yaşam ve ilişki tarzıyla bu komplolara yanıt olmuştur. Sadece söyleminde ve geliştirdiği harekette değil öncelikle kendi yaşam ve çalışma tarzında oluşturduğu sosyalist duruş ve yaşam tarzı, komünallik, Önder Apo’yu farklı kılan özelliklerdendir. Türk devlet geleneğinin taşıdığı tarihsel komplocu özellikleri çözümlemiştir. Önder Apo’nun yürüyüşüne tarihsel komploları boşa çıkarma yürüyüşü denilebilir. Bunun ayrı bir inceleme konusu olduğunu belirterek konuya ilişkin merakı olanları teşvik etmek isterim. Günümüzde alana pullana yeniden oluşturulmak istenen bir Türkiye tarihi gerçekliği var. Ama şatafatlı, muzaffer ve yenilmez gösterilen bu tarihin gerçek yüzü komploculuk ve ihanetle anılıyor. Uzak geçmişinde talan ve el koyma ile varlığını oluşturan, asker milletin iktidarı oluk oluk kanlar dökülmesi, saray darbeleri, çocuk şehzadelerin katli ile gerçekleşti. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan hemen sonra ittihat ve terakki cemiyetinin oluşturduğu Beyaz Türk faşist elitleri M. Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz’de boğdurdu. Sadece solcular değil İslamcılarda benzer komplolarla karşı karşıya kaldılar. Kürtler ise varlıklarını inkar edecek noktaya itildiler. Soykırım seferleri ve katliamlar komplonun devlet ve iktidar gerçekliğinin vazgeçilmez yöntemi olduğunu gözler önüne serdi.

Kürdistan Özgürlük Hareketi başlangıçtan itibaren hep komplolar tehdidi ile gelişme gösterdi. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını bunun başlangıcı sayabiliriz. Çünkü ölümleri pahasına Kürt varlığının savunmasına girişmişlerdi. Önderlik bu devrimci önderlerden cesaret aldı, söz verdi. Sonrasında ise nefes nefese geçen ve çoğu zaman Önder Apo’nun keskin kılıç ağzındaki yürüyüş dediği mücadele oldu. Buna birkaç örnek verirsek belki daha iyi anlaşılır. 1978’de Haki Karer arkadaşın katledilmesi Önderliğe yönelik komploydu. Benim gizli ruhum dediği Haki arkadaşın katledilmesine verilen karşılık partileşme oldu. Diyarbakır Zindan’ında özgürlük militanlarını teslim alma politikalarına karşı gerilla ordusu kuruldu. Agit arkadaşın şahadeti ordunun büyütülmesi ve tüm Kürdistan’a yayılması oldu. Bu zincir böyle devam eder. Yani komplolara karşı asla boş durulmamış, komploların amacı boşa çıkarılmıştır.

Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya’ların katledildiği12 Mart faşist darbesinin bu seneki yıldönümünde, ortak mücadele örgütü olarak Halkların Birleşik Devrim Hareketi’nin (HBDH) ilanı ne anlam ifade ediyor? Bugün oluşturulan HBDH ile tarihsel bir buluşma mı gerçekleştirildi? Bugüne cevap olabilmesi için farkı ne olacak/olmalı?

HBDH’ın ilanı Türkiye ve Kürdistan halklarının birbirine duydukları ihtiyacın ve geleceği birlikte oluşturma isteminin bir sonucu olmaktadır. Önder APO her zaman bu tür ilişki ve ittifakları geliştirmek istemiştir. 12 Mart’ın hemen sonrasında içine girdiği arayış bu temelde olduğu gibi 80’de gerçekleşen askeri darbeye de verilmesi gereken yanıtın Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi olması için her türlü çalışmayı, fedakarlığı ve sabrı göstermiştir. Aradan geçen bunca zamandan sonra Kürdistan ve Türkiye devrimcilerinin ortak bir harekette yer almaları anlamlı ve önemli bir gelişme olmaktadır. Elbette bir hareketi ilan etmekle hareket olunmuyor. İsim vermek, ilkelerini oluşturmak, esaslarını belirlemek başlangıç adımı oluyor. Faşizmin darbelerle yönetime el koyduğu ve koyu, karanlık bir saldırı içinde olduğu, tüm kesimleri özgürlük güçlerine, demokrasi ve özgürlük isteyenlere karşı bir arada tutmaya çalıştığı bu dönemde özgürlük güçlerinin böyle bir yapılanmaya gitmesi gerekiyordu. Hiç unutulmamalı ki nasıl ki 70’ler Türkiye’si dünyadaki gelişmelerden etkilenme içinde siyasi-ideolojik bir arayış içerisindeyse günümüz Türkiye’si, Ortadoğu’su da benzer bir süreci yaşamaktadır. Sistem kendi krizine çıkarları doğrultusunda yanıtlar üretmeye çalışırken bunu komplo ve darbelerle yürütmektedir. 7 Haziran seçimlerinde Türkiye’nin değişim ve dönüşüm istemi açığa çıkmıştır. Kürtlerin özgür kimliği ve iradesi temelinde tanınması ve statü kazanması Türkiye halkı tarafından onay görmüştür. Demokratik konfedaral yapılarda yaşama ve komünal birliklerin kurulması ve ortaklaşma öne çıkmıştır. Savaş bir darbe mekaniği olarak devreye koyulmuştur. Gelinen nokta ortadadır. Katıksız bir faşizm ve Hitleri aratmayacak şekilde toplumu biçimlendirme politikası devrededir. Bu anlamda halkların iradesi sınırlı da olsa bu seçimlerde açığa çıkmıştır. Verilen mesajın Türkiyeli devrimci güçler tarafından doğru okunmuştur. Bu anlamda geçmişte çeşitli oyunlar ve yönlendirmelerle bir araya gelemeyen devrimci örgütlerin bir program etrafında bir araya gelmesi elbette ki tarihsel bir buluşmadır.

HBDH’ın günceldeki sorunlara cevaplar üretmesi için gerekli tartışmaların yürütüldüğü açıktır. Önemli olanın birlikte oluşturulan bu kararlara sonuna kadar sahip çıkacak iradenin açığa çıkarılmasıdır. Düşüncede, niyette, amaçta bizleri ayıran her hangi bir farklılık olmadığı gibi uygulamada açığa çıkacak sorunların ise aşılması için politik olgunluk ve ustalığın oluştuğunu rahatlıkla belirtebiliriz. Ne PKK 70’lerin partisidir, ne de diğer partiler. Birçok konuda sınanmış, pratikten sonuçlar çıkarmış ve neyin kazandıracağını bilen tecrübeli bir hareket açığa çıkmıştır. Devrimci ilişki ve ittifaklarda ısrarlı olunduğu takdirde Türkiye’de Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ortaya koyduğu hedeflerin gerçekleşmesi yarın kadar yakın olduğu kesindir.