Diaspora Kürtlerinin gözüyle çözüm süreci

Diaspora Kürtlerinin gözüyle çözüm süreci

Son 30 yılı yoğun olmak üzere, yaklaşık 100 yıllık bir savaşın tarafları olarak devlet ile Kürt halkı, çözümü konuşmaya başlamışken; savaşın hedefi haline getirilmiş öznelerin de düşüncelerini duymaya ihtiyaç var. Bu taraflardan biri de, Avrupa'da yaşayan 2 milyon Kürt.

Kimi hapisten, kimi ölümden, kimi asimilasyondan kaçan; büyük bir çoğunluğu bu savaşta en yakınlarını kaybetmiş, yüz binlercesinin Türkiye'ye girişinin yasaklı olduğu tam 2 milyon kişi...

Devletin elinden, memleketlerini terk etmekle de kaçamamış isimler olduğunu hatırlatmakla, o kişileri anmakla başlamak gerek. Yıllar yılı sürgünde hayatını kaybeden bir çok insanla beraber, HADEP ve DEHAP'ın kurucuları arasında yer alan ve siyasi baskılar sonucu ailesiyle Avusturya'ya kaçan fakat sürgün haline daha fazla dayanamadığını belirten ve bir intihar mektubunu gerisinde bırakarak aramızdan ayrılan Cemal Kavak gibi, daha bir kaç ay evvel Paris'te hala aydınlatılamamış bir suikaste kurban giden Kürt kadın siyasetçiler; Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Söylemez gibi isimleri analım...

Çözümün, PKK'nin sınırdışına çekilmesinden ibaret bir tablo ile resmedilişinin ne derece doğru olduğunu, sürgünlük halini, dönüş ihtimalini, ezcümle; diaspora Kürtlerin gözüyle çözüm sürecini konuştuk.

Medya alanında çalışan isimlerden oluşan ilk dosyamızda, gazeteci kimlikleriyle tanıdığımız Günay Aslan, Amed Dicle ve Pınar Katurman ve Cahit Mervan cevapladı sorularımızı.

Amed Dicle:

DÜŞLER VE GERÇEK ARASINDA SOĞUK BİR İKLİM: SÜRGÜN

Amed sokaklarında gazete sattığı yılların üzerinden çok yıl geçmiş ama tam 13 yıldır 'sürgün'de devam ediyor kalemini tutmaya. Brüksel'de yaşayan Amed Dicle, önce Roj TV'de çalıştı, kapatılışının ardından da Nuçe TV'de habercilik yapmaya devam ediyor.

Çocukluğunu savaşın en yoğun olduğu zamanlarda yaşayan Dicle şöyle tarif ediyor o yılları: Bir an önce büyümek istersiniz. Büyümek ve bir çare bulmak... Çünkü gücünüzü aşan ve anlamını henüz idrak edemeyecek kadar küçük olduğunuz 'büyük olaylar' yaşanıyor çevrenizde. Bir çok insanın televizyonda bile çocuklarına göstermekten imtina ettiği sahnelere, bir çocuk olarak doğrudan tanık oluyorsunuz. 60 yaşında bir insanın yaşadığıyla, 10 yaşında mücadele ediyorsunuz. Benim de bu sistemle kişisel sorunum, sistemin parçası olduğum toplumla doğru orantılıydı. Ait olduğum toplumun diğer bireyleri ne sorun yaşadıysa, ben de aynı sorunu yaşadım, yaşıyorum. Bu sorunun bir sonucu olarak her birimize bir şeyler düştü. Ben ve benim gibi binlerce insana düşen de sürgündü.

"Hiç bilmeyene sürgün nasıl tarif edilir?" sorumu ise şöyle açıklıyor Dicle; Doğduğun, büyüdüğün sevdiğin topraklardan kopmak... Açıkçası sürgündeki insan her zaman dalgalı duygular içerisindedir. Düşler ve gerçek hayat arasında soğuk bir iklim yaşar. Gitmek ve kalmak arasında bir şey. Ama ne gitmek ne de kalmak...

'Gitmek...' duygusunu ilk kez çocuk yaşta hissetmiş Dicle. Bu his, o yıllarda yaşanan bir çatışma haberi ve ardından yaşananlar ile ilgili: Çok sayıda gerillanın çatışmada öldüğü haberi geldi. İçinde bir akrabamız da vardı. Cenazeler verilmiyordu. Binlerce insan cenazeleri almak için Kulp'a yakın bir bölgede toplanmıştı. Gözlerimizin önünde insanlar tarandı. Onlarca sivil yaşamını yitirdi. Kadınlar aşağılandı. Yüzlerce insan yaralandı. O tür manzaraları görüp yaşadıktan sonra hiçbir şey olmamış gibi evde oturmak  haramdı! Artık annenin eteğinden kopmayı göze alabiliyorsun...

Bir gün geldi dayandı baskılardan dolayı yaşama zemini kalmadı. Gözaltına alındıktan sonra bir daha bu devletin eline düşmemek gerek diye düşünüyor insan. O ruh haliyle kimseyle vedalaşmadım ve evden çıktım. Dönemeyeceğim gibi umutsuz bir fikri reddetmiştim çünkü.

BİZİMKİSİ UZUN BİR MİSAFİRLİK

"Avrupa'da keyfiniz yerinde..." diyenler olduğunu hatırlatıyor ve Dicle'ye bu keyfin ne olduğunu soruyorum:

Keyfi bir durumdan dolayı yıllarca ülkesinden, arkadaşlarından, sevdiklerinden ayrı kalmayı hiçbir insan göze alamaz. Gitmek, kalmaktan daha zordur. Adeta bir okyanusa açılıyorsun ve ne kadar açılacağını, seni nelerin beklediğini bilemiyorsun. Bizim durumumuzda olan insanlar, 'Bir gün geri geleceğim' duygusuyla giderler. Şayet yarın döneceğini düşünmezsen bir gün bile yaşayamazsın burada. Çantan her zaman hazır olacak. Bizleri buraya bağlayan bir sebep yok. Diaspora, biraz uzun bir misafirliktir esasında.

Ben 13 yıldır Avrupa'dayım. Avrupa Birliği vatandaşıyım. Yaşadığım şehirden bir kaç gün ayrıldığımda özlüyorum. Geldiğim günden beri Kürt kurumlarında çalıştım. Buraya gelmemin sebebi aynı zamanda burada kalmamın sebebidir de. İyi olan, burada kendi toplumum için bir şeyler üretiyorum, arkadaşlarım var.

Aslında sürgün, eğer 'kopartılmak' manasında ise biz sürgün değiliz. Çünkü duygu ve düşünce olarak ait olduğumuz yerden kopmadık, kopmuyoruz. Yani sistemle mücadeleye devam ediyoruz.

Tıpkı Türkiye'de KCK davası adı altında Kandil'e giderek haber yaptıkları için yargılanan gazeteciler gibi Amed Dicle de, Avrupa'da, Roj TV davasında hedef haline getirilerek gazetecilikten yargılanmaya devam ediyor. Çözüm süreci kapsamında Kandil'e akın eden Türk medyasını hatırlatıyor ve bu çifte standardı soruyorum:

Çalıştığım kurumdan kaynaklı olarak uğraştıklarını sanıyorum. Burada konu olan kişisel değil, kurumsal kimliğimiz. Nasıl ki bugün Türkiye'deki arkadaşlarımız gazetecilik yaptıklarından dolayı zulmün her türlüsünü yaşıyorlarsa, bizler de burada bu tür baskılara maruz kalıyoruz. Tabi son süreç bu durumun da mesnetsizliğini ortaya çıkardı."

"2 MİLYON KÜRT EVİNE DÖNMEYİ BEKLİYOR"

"Her şey 'PKK'nin sınırdışına çekilmesi' ile çözülecekmiş gibi yansıtılıyor. Peki konuşulması gereken konu, 'gitmek değil de dönmek' olması gerekmiyor mu?" diye soruyorum Dicle'ye:

Artık sistemin yanlış politikalarıyla yüzleşme zamanı. Nedir bu? Devletin, inkar ve baskı politikası. Yüzleşildiği zaman, bunun gereği olarak toplumsal hakların tanınması lazım. Kimlik, güvenlik, özgürlük, ana dilde eğitim. Bu da, sistemin tümüyle değişmesi yani yeni bir düzen kurulması anlamına geliyor. Bence bu süreç başladı. Ve bu sürecin en büyük teminatı toplumsal uyanış, toplumsal mücadeledir.

Tarihin hiçbir döneminde ve hiçbir yerde, hiçbir sistem kendi kendini değiştirmemiş, dönüştürmemiştir. Esas olan toplumsal mücadeledir. Kürtler ile Türk devleti arasındaki ilişki de budur. Kürtler "Kral çıplak" demiştir. Bunu dediği için çok bedel ödemiş ve bugün sistemi değişime zorlamıştır.

Avrupa'da yaşayan 2 milyon civarındaki Kürt, bu savaşın mağduru. Çoğu köyleri yakılmış, yakını öldürülmüş, buralara gelip her türlü imkansızlıklar içerisinde yaşamına devam etmeye çabalayan insanlar. Her birinin büyük bir hasretle ülkesine dönmek istediğini biliyorum. Belki kalmak isteyenler buradaki düzenini devam ettirmek isteyenler de vardır. Ancak herkes bir şekilde ülkesine gelebilmek istiyor. Son süreç bu konuda bir heyecana, umuda ve aynı zamanda mücadele azmine sebep olmuş gibi görünüyor. 

"ANNEMİN GÜLÜŞÜNÜ ÖZLEDİM"

Son olarak en çok annesini özlediğini söylüyor Dicle;

Bizleri, doğup büyüdüğümüz şehirlerde ne bekliyor bilmiyoruz. Dönersem, şimdi ne yapıyorsam o zaman da aynı şeyleri yapacağım sanırım. Yani kaldığım yerden devam edeceğim. Ancak idealize etmiyorum, büyük beklentilerim yok. Bir yandan da Türkiye'de dönmeye güvenemiyorum. Çevrem, ailem de benim güvenliğimden ötürü dönmemi istemiyor.

Dönmek, herkes gibi annemi, arkadaşlarımı, sevdiklerimi görmek istiyorum. Arkadaşlarımın ve babamın mezarına gitmek istiyorum. Ve tabi ki inandığım değerler çerçevesinde şimdi yaptığım gibi o zamanda çalışmak ve mücadele etmek istiyorum.

Çocukluğumun geçtiği mekanları, annemin gülüşünü özledim. Yazın damda serili yatakta uzanıp kurbağa sesleri eşliğinde yıldızları izlemeyi özledim.  İyi, güzel anları en çok annemle paylaşmayı özledim. Ama yapamıyorsun. Çok uzaklardasın, farklı saatlerde veda ediyorsun güneşe ve bambaşka havaları soluyorsun. Söyleyemediklerin iğne olup diline batıyor.

***

Pınar Katurman:

"GİTMEK KAÇMAK DEĞİL ÖZGÜRLEŞMEKTİ"

Pınar Katurman, 10 yıldır Belçika'da. Onu, Nuçe TV'den tanıyor ve izliyoruz. Bir haberci. Sebebi de, sonucu da aynı olan sürgünün devlet ile ilgisini çözümleyen Katurman'ın, bu devlete inanmak, güvenmek hakkındaki fikirleri, onunla aynı kaderi paylaşan binlerce Kürt'ün de sesi gibi. 

Önce, bu devletin baskılama alanlarını konuşarak başlıyoruz;

Devlet, her dönem toplumları asimile etmeye, tüketmeye yönelik bir düzen inşa etmek istedi. Bu eriten, yok eden uygulamaları yaşamın her alanında görmek mümkündü. Hala mümkün. Toplumu, dolayısıyla bireyi tüketen devlet ile sorunumuzun olmaması yanlış olurdu, çelişki olurdu.

Çocukluğum; büyüklerimden dinlediğim katliamlar ile geçti. Büyüdükçe benzerlerine şahit olduk. Katliamlardan arda kalan bir neslin hikayeleri, bastırılmış isyanları, kırılmış yürekleriydik; biz, çevremiz ve sevdiklerimiz. Hala mevcut olan işkence, tutuklama, gözaltı, baskın gibi uygulamaları evden çıkana kadar görmedim. Ancak tüm bu uygulamaların en derinini, katliamları yaşamış bir toplumsal hafızanın ürünleriydik. Yaşam şeklimize, alışkanlıklarımıza, bakış açılarımıza yansıyan gizli bir sistem tepkisi, gizli bir isyan ruhu vardı. Bir çocuğun sokağa çıkarken yanına aldığı şey en sevdiği oyuncağı iken, biz kimliğimizle çıkardık. Kimliğin bir çocuk açısından anlamı yoktur, olmaması gerekir. Ama bizim yaşadığımız topraklarda cezalı olmanın yaşı değişmiyordu.

"İSYANIM İSTANBUL'DA YÜKSELDİ"

Aile, toplum, devlet; kadın için baskılama yönleri daha da artıyor tabii ki. O günleri şöyle anlatıyor Katurman;

İstanbul'da, 17 yaşımdaydım ilk kez gitmeyi düşündüğümde. Aile ve toplum baskısı da, sistem dayatmasının bir aracıydı. "Dur!" demek için daha farklı bir yürüyüşüm olmalıydı. Gizli bir isyan, sürekli bir sistem eleştirisi ve tepkisi vardı içimde. Ancak rutinleşen, yaşam şekline dönüşen isyan hali de beni tepki göstermeye itiyordu. Bu kadar analiz, bu kadar bilmek, ancak farklı yaşamamak! Bu çelişkiyi ortadan kaldırmak gerekiyordu.

Mevcut düzeni çözümlemek ve alternatif bir sistem aramak bedel demektir. Karşı koymak ise artık bahtınıza ne düşerse misali. Gözaltılar, işkenceler, tutuklamalar... Hatta bunlarla karşılaşma olasılılığı günlük yaşamınızın normalleri olur.

Mücadelenin sözlü, siyasal ve toplumsal tüm kanalları kapatılmıştı. Düşünmek, ifade etmenin zemini bırakılmamışsa o zaman kendinizi nerede daha özgür ifade edecekseniz ve düşünceleriniz doğrultusunda yaşayabilecekseniz, yönünüzü oraya çevirirsiniz hissiyatı ve düşüncesi ile yüzümü özgürlük mücadelesi saflarına çevirdim.

"BURASI BENİM ŞEHRİM DEĞİL"

"Gitmek, kaçmak değildi benim için..." diyen Pınar Katurman, yaşadığı ülkeyi ise şöyle tarif ediyor;

Özgürlük mücadelesinin gereklilikleri ile buluşmak, kendimle buluşmak, tanımlamak, anlamlandırmak anlamına geliyordu benim için; gitmek. Gitmeyi bu anlamda ele aldığım için klasik ayrılık edebiyatı ve duygusunu yaşamadım. Geride bıraktığım gerçek, yaratılmış olandı. Doğal gerçekliğimiz değildi.

Yaklaşık 10 yıldır Avrupa'dayım. Brüksel'de yaşıyorum. Çeşitli çalışmalar yaparak halk gerçekliği ile tanışma deneyimim oldu. Ardından basın yayın çalışmaları başladı. Yaşadığım şehrin elbette tarihi, kültürel farklılıkları, büyük emeklerle ortaya çıkarılmış bir gelişmişlik düzeyi var. Dünyanın önemli şehirlerinden birisi Brüksel. Ancak benim şehrim değil. Bunu diyemem. Öyle bir hissiyat geliştiremiyorum. Sevmekten ziyade saygı duyuyorum bu ülkeye.

"SÜRECİ İLERLETECEK OLAN DİRENİŞTİR"

Dönüşünün önünde hukuki bir engel olup olmadığını soruyorum Katurman'a;

Türkiye'den çıktıktan sonra hakkımda açılan davalar olduğunu biliyorum. Fakat şuan, hukuki prosedürde hangi aşamaya düşmüştür bu davalar, emin değilim. Türkiye'nin demokratikleşmesi için; anayasal düzlemde yenilenmesi, düşüncenin suç olmaktan çıkması gerek öncelikle. Sanıyorum o zaman ülkeye dönüş çok daha anlamlı olacak.

Peki, "Barışmak kolay mı?" dediğimde bazı hatırlatmalarda bulunuyor Katurman;

Barışmak toplumsal bir histir, kişisel değil. Bir inkar ve imha gerçekliği ile karşı karşıya kalmışsınız. Bedeli katliamlar olmuş, soykırımlar, faili meçhuller, işkenceler olmuş... Dolayısıyla anlamlı, onurlu bir barış; toplumsal olarak haklarınızın kabul edilmesi, her şeyden önce de özgür olmanız anlamına gelmeli.

Kürtlerin bir mücadele yöntemi olarak, silahı seçmesinin nedenlerini merak edip, bu sebepleri ortadan kaldırmalılar. "Sınırdışına çekil, silahlarını da bırak, sorun çözülür" demek, kendi kendini kandırmaktır. Ya da sürecin gelişimine katkı sunmamaktır. Şunu unutmamak şart; çözüm sürecini başlatan Kürt halkının önderi sayın Abdullah Öcalan'dır. Bu da, Kürt halkının ve özgürlük mücadelesinin direnişidir. Tutsakların direnişidir, demokratik ve özgür yaşamdan yana olan halkların, doğamıza uygun bir yaşamın direnişidir. Dolayısıyla süreci ilerletecek olan da, bu direnişin kendisi.

"DEVLET VE GÜVEN KELİMELERİNİ YAN YANA KOYAMIYORUM"

Son olarak ise devlet denen aygıtı ve yaşam ile bağlantısını açıklıyor Katurman;

Biz varlığımızı, devletle ifade etmediğimiz için, yaşamın öznesi olarak devleti görmediğimiz için, yani temel derdimiz bu algıya karşı olduğu için mücadele ediyoruz. Aslında devlete "Sen yüksün, yaşam ile aramızdan çekil" demek için yollara düştük. Dolayısıyla devlet ve güven kelimelerini yan yana koyamıyorum. Devlet sadece bir organizasyondur. Temel güven kaynağı, insanın kendisinde yarattığı bilinç ve irade gücüyle mümkün. Ben bu güveni değil, dönüşü değil; Türkiye'nin demokratikleşmesinin acilen sağlanması yönünde tartışmalar yapılmasını daha doğru buluyorum.

***

Günay Aslan:

‘‘BU RİSKİ ALIYORUM: DÖNECEĞİM!"

Mesleki çalışmalarından dolayı aldığı ölüm tehditleri ve hapis cezaları yüzünden ülkesinden ayrılmak zorunda kalan gazeteci Günay Aslan da 18 yıldır Avrupa'da yaşıyor. Sürgünün ağır bir ceza olduğu kadar önemli bir fırsat olduğunu da söyleyen Aslan, artık dönmeyi düşünüyor. Hukuki bir engel söz konusu olmaz ise yakında, 'geçmişim' diye tanımladığı memleketi Van'a kavuşacak.

Asuri Kraliçesi Semiramis'in aşkını yaşatsın diye kurduğu Van'da çocukluğunu geçiren Aslan, tekçi anlayışın kentin ruhunu yaraladığı söylüyor. Kentinden ve ülkesinden ayrılmasının nedenlerini ise şu sözlerle anlatmaya başlıyor;

Benim sorunum sistemin bana dayattığı bir başkası olmaya itiraz etmekti. İçine doğduğum kimliğim ve kültürümle özgürce yaşayabilmekti. Türk ve sünni olmayan herkesi 'iç düşman' belleyen, farklı olanı ya asimile ya da yok etmek isteyen devletin inkar ve imha politikası yüzünden geride kalan yüzyıl çatışmayla geçti. Ben de, Kürt halkının kendi ülkesinde söz ve karar sahibi olabilmesi çabasına karınca kadarınca destek vermiş biri olarak, bu çatışmadan payıma düşeni aldım. Ailem parçalandı. Dağa gidenler, zindana düşenler, sürülenler oldu. Hayatını kaybedenler var, bedeninin bir bölümünü yitirenler var. Benim şehrimde geçmişten bu yana yaşanan acıları izleri gözler önünde duruyor.

"ADIM VELİ KÜÇÜK'ÜN AJANDASINDA ÇIKTI, KAÇMAZSAM ÖLDÜRÜLECEKTİM"

1988 yılında, 28 yaşındayken ayrılmış Van'dan. Önce iç göç. Ardından zorlu bir kaçış olmuş;

Gazetecilik yapıyordum ve barınma olanağım kalmamıştı. Kendimi güvenceye almak amacıyla İstanbul’a gittim. Bir nevi 'iç sürgün' yaşadım. Meslek aşkı baskın çıktığı için de Kürdistan’dan ayrı yaşayamadım. 1992 yılında aranır duruma düştüm. Bir yıl kadar da kaçak yaşadım. Sonra 1993 yılında yurt dışına kaçmaya karar verdim. Ekim 1993’te Bodrum’dan Yunanistan’a geçerken yakalandım. 1995 yılında cezaevinden çıktım ve kaçmayı yeniden denedim. İkincide de, yakayı ele verdim. Ama üçüncüde başardım! Meriç nehrinden şişme bir botla Yunanistan’a kaçtım. Oradan da Almanya’ya geldim.

Başka bir seçeneğim de yoktu. İki kez ölümle burun buruna gelmiştim. Hakkımda onlarca yıl hapis cezası isteniyordu. PKK itirafçılarından Murat İpek ve Murat Demir beni öldürmek için Van’a geldiklerini ve bir aksilik sonucu öldüremediklerini yıllar sonra açıkladılar. Aynı şekilde şimdi Kanada’da yaşayan Tuncay Güney bana, "Veli Küçük senin dosyanı korucubaşı Hazım Babat’a vermişti. İnfaz edilecektin!" dedi. Kaldı ki, aradan 25 yıl geçmiş ama Veli Küçük, Ergenekon davasında gözaltına alındığında ajandasından benim ismim çıktı.

"GAZETECİLİK HAYATIMIN GÖREVİ"

Gazetecilik mesleğini büyük bir aşkla yaptığını dile getiren Aslan, sürgünde de işine kaldığı yerden devam etmiş;

Bütün amacım Türkiye'de Kürt kimliğim ile gazetecilik yapabilmekti. Kürt halkının sesini Türkiye ve dünya kamuoyuna duyurmaktı. Hayatın bana bu görevi verdiğini hissediyor, elimden geldiğince de bunu en iyi şekilde yapmaya çalışıyordum. Bu yüzden durup dinlenmeden sürekli dolaşıyor, deyim yerindeyse ayaküstü yaşıyordum. Bu yüzden Avrupa’ya geldikten sonra, başka bir iş, başka bir hayat düşünmedim. MED TV'de gündüz çalıştığım masanın altında, geceleri ayakkabılarımı yastık yaparak uyuyor, öyle çalışıyordum. Sonrasını biliyorsunuz MED TV kapandı. Ardından başka televizyonlar açıldı. Şimdiki adresim Stérk TV. Orada çalışmaya devam ediyorum.

"DAĞ KÖYLERİ RUHUMA İYİ GELİYOR"

Günay Aslan 18 yıldır Avrupa'da. "Peki yaşadığın şehri seviyor musun?" dediğimde, şöyle cevaplıyor;

Almanya’da yaşıyor, Köln-Brüksel arası gidip geliyorum. İspanya’da Endülüs bölgesine gittim. Endülüs ruhuma çok iyi geliyor. Sevilla ve Granada'da kendimi evimdeymiş gibi hissediyorum. Dağ köylerine çıkıyorum.  Bir başka oluyor. Köln’ü de çok seviyorum. Beni şefkatle kucakladı; sardı sarmaladı. Buranın vatandaşı değilim. Sadece politik göçmenim. Statüm bu ve bundan hoşnutum.

"DÖNECEĞİM!"

Türkiye'nin gündemi 'çözüm süreci' ile yoğunken, diaspora Kürtler için de çözülecek pek çok sorun olduğunu hatırlatıyor ve "Dönüşü düşünüyor musun?" diye soruyorum:

Hakkımdaki davaların artık sonlanmış olması gerekiyor. Avukatım araştırıyor. Hukuki engel var mı, bunu öğrenmeye çalışıyorum. Ancak, Türkiye'nin bir hukuk devleti olmadığını biliyorum. Hukuk Türkiye'de amaç değil, araç. Başıma gelenler, ödediğim bedeller benim kendi tercihimin sonuçları. Bundan ötürü yakınamam. Ama halk olarak sorunumuz da var, talebimiz de var. Türk devleti Kürt halkına karşı işlediği suçlarla yüzleşmeli, bunun özeleştirisini vermeli ve halkımızdan özür dilemelidir. Halkımız, 'Devlet eşek de olsa, sakın binme' diyor. Halkın sağduyusuna güveniyorum. Doğrusu ne gibi şeyler olacağını da düşünmüyorum. Sonuçta dönerek risk alıyorum. Ve bugün bu riskinin alınması gerektiğini düşünüyorum. Bedeli olacaksa da olacak...

"GEÇMİŞİME GİTMEK İSTİYORUM"

Neleri özlediğini ise şöyle tarif ediyor Aslan;

Van’a en son Mart 1993’te gitmiştim. Geçmişimi özledim. Memleket dediğin zaten geçmiştir benim için. Geçmişime gitmek istiyorum. Orada ailem, akrabalarım, arkadaşlarım var. Onları özledim. Bacılarımı özledim özellikle, gidip onlara sarılmak, göğsüme bastırmak istiyorum. Döndükten sonra ne yapacağımı, orada yaşayıp yaşayamacağımı da bilmiyorum. Dönen her sürgünü hayal kırıklığı karşılıyor. Bu kural hiç değişmiyor. Kimse koyduğu gibi ya da özlediği gibi bulmuyor, bulamıyor. Siz sürgündeyken de hayat akıyor ve çok şey değişiyor. Ancak hayatımın haritası orada çizildi. Başlangıç orasıydı. Son nokta da orada konulsun isterim.

***

Cahit Mervan:

ZAMANA YAYILMIŞ BİR ÖLÜM GİBİDİR SÜRGÜN

Henüz 20'lerinde Bitlis Devrimci Halk Kültür Derneği başkanıydı. 1980 cuntasının ortasına düşüverdi ancak elinden kılpayı kurtuldu. Cizre’den bir Temmuz gecesi tel örgülerin ayırdığı Kuzey Kürdistan'dan Batı Kürdistan’a, oradan da Avrupa'ya gitmesinin üzerinden geçen tam 33 yılın ardından, 'bir ihtimal dönüş'ü konuştuk...

Başının nasıl 'bela'ya girdiğini, o yıllara dönerek konuşmaya başlıyoruz Cahit Mervan'la;

Gerçeği söylemek gerekirse ‘benim’ veya ‘bizim’ değil,  sistemin ‘benim’ gibilerle sorunu vardı. Çünkü sistem esas olarak ‘bizi’ biz yapan bütün değerlerimiz, doğuştan gelen hak ve hukukumuzu, kimliğimizi inkar ve ret üzerine kurulmuştu. Ya bu sistemi kabullenecek, ona boyun eğecek ve onun sizin için diktiği deli gömleğini giyeceksiniz. Ya da itiraz edeceksiniz, başkaldıracaksınız. Biz ikincisini yaptığımız için,  başımız ‘belaya’ girdi. Çünkü zaten o yıllarda Kürt ve Kürdistanlı olmak, bunu dile getirmek, birinci kuşak kolektif haklar için mücadele etmek başınıza iş açmak için yeter ve artardı. Aslında biçim değiştirmiş olsa da bugünde bu ret ve inkar sistemi insanların başına 'bela'lar getirmeye devam ediyor. Halen binlerce Kürdün içeride olduğu gerçeğini unutmamak gerekiyor.

Peki o günlerde neler olmuştu? diye soruyorum Mervan'a;

Dilimi çalmıştı! Başka bir dille, parçalanmış bir kimlikle büyümek zorunda bırakmıştı. 12 Eylül 1980'de askeri cunta yönetime el koyduğunda sonuçları hepimiz için çok ağır oldu. Ailem de bir çok devrimci ve sol eğilimli Kürt yurtsever aileleri gibi cuntanın hedefindeydi. Cuntacılar, bizi ele geçiremeyince, ailelerimize bugün tarifi zor baskı ve terör uyguladılar. Bir çok aile gibi benim ailem de o günlerde parçalandı. Ben ‘yer altına’ inerken, ailem ise Türkiye metropollerine göç ettirildi. Babam ise, ben sürgün yollarındayken yaşamını yitirdi.       

"KAÇMAZSAM AĞIR İŞKENCE GÖRECEKTİM"

Zor yıllar... Tarifi daha da zor oluyor Mervan için. Peki gitmeseydi, ne gelirdi başına? Bu sorumu şöyle cevaplıyor;

Her an kapı çalınacak diye bekliyorduk. 12 Eylül 1980 günü... O gün kapılar çalınmaya başlandı. Sabah erken saatlerde evler basılıyor. Siyasetle alakalı olmayan birçok kişi ‘tehlikeli’ insanlar olarak gözaltına alınıyordu. Benim doğup büyüdüğüm Bitlis’te de durum benzer şekildeydi. Ben bir şansla o gün yakalanmaktan kurtuldum. Geceyi, kendisi de aranan amca oğlumun evinde geçirmiştim. Ancak polis ve asker onun o evde kaldığını bilmiyordu. Sabah bizim eve yapılan baskın sonucu her ikimiz de şanslı sayılırdık. İlk şaşkınlık sonrası, yakalanmamak için ilk önce dağ yolunu tuttuk. Bir kaç gün ‘dağ hayatından’ sonra, Bitlis’i terke etmek zorunda kaldık. Sahte kimliklerle Mersin, İstanbul, Antalya gibi şehirlerde yaşadık. Artık çember daralıyordu. Tutuklamaların haddi hesabı kalmamıştı. Arananlar listesindeydim. Tutuklanmam halinde Bitlis Devrimci Halk Kültür Derneği başkanı olduğumdan dolayı yıllarca hapis yatacak, işkenceler görecek, belki de infaz edilecektim. Bu ülkeyi terke etmem gerektiğini düşündüğüm, işte o günlerde henüz 20 yaşındaydım.       

"Gidince her şey çözüldü mü?" diye soruyorum;

İlk sürgün yolculuğum Cizre’den bir Temmuz gecesi tel örgülerin ayırdığı Kuzey’den Batı Kürdistan’a geçişimle başladı. Hayır, hiç de keyifli bir gidiş değildi. Düşün ki ölüm, işkence ve hapisten kaçıyorsun. Bunun keyifli bir tarafı olamaz. Aileni, ülkeni ve tüm sevdiklerini geride bırakıyorsun. Başına ne geleceği, seni neyin beklediği hakkında da pek bir fikre sahip değilsin. Sürgün başladığı andan itibaren sanki bir türlü karaya ulaşmayacak ve sürekli dalgalarla boğuşan bir gemi içinde hissediyorsun kendini. Ben hep sürgünü zamana yayılmış bir ölüme benzettim. Sürgünde yaşayanları da zamana yayılmış ölüler olarak gördüm. Halen de öyle görüyorum.      

Şimdi atlayıp uçağa havaalanına inseniz, neler gelir başınıza?:

Daha önceleri çeşitli davalarım vardı. 12 Eylül öncesine ait. Onların tamamı zaman aşımına uğradı. Hepsi de barışçıl ve legal eylemlerden dolayı açılan davalardı. Şuan hakkımda açılmış dava var mı yok mu bilmiyorum. Doğrusu pek de ilgilenmiyorum. Başıma neler geleceği konusu da, beni çok ilgilendirmiyor. Bizim zaten başımız beladan kurtulmaz ki! Türkiye gerçek anlamda demokratik bir ülke olmadığı zaman sizin de, bizim de veya herhangi bir insanın başına her türlü bela gelebilir. Ha havaalanında, ha şehirde! 

"TEK SÜRGÜN ŞİVAN PERWER Mİ?"

Dönüşü konuşmak mümkün olacak mı? Türkiye'de her şey PKK'nin sınırdışına çekilmesi ile hallolacak sanılıyor da;

Türkiye'de ‘PKK çekiliyor’ diyerek bir karatma yapılıyor. Çekilen PKK değil. Onun askeri güçleri sınır dışına çıkıyor. Kürt sorununun çözümü için Türk devletine stratejik bir fırsat sunuyor. Tabi ki bu geri çekilme on binlerce sürgünün geri dönüşü için yeni bir tartışmayı da ister istemez gündeme taşıyor. Türk devleti geçmişte olduğu gibi sürgün meselesini bireylerin kişisel konumuna indirgemeye ve oradan magazin için malzemeye devşirmeye çalışıyor. Medyada tek sürgün Şivan Perwer'miş gibi bir tablo var. Oysa, bu sorun on binlerce insanı ilgilendiriyor.

Mervan'a Türkiye Cumhuriyeti'nin çözüm politikalarına güvenip güvenmediğini sorduğumda, demokrasi ve özgürlük vurgusu yapıyor;

Benim kişisel olarak bir güven veya güvensizlik sorunu yaşamamdan çok, milyonlarca Kürdün güven ve huzur içinde, hak ve hukukunun tanındığı bir iklimde yaşaması gerekiyor. Bu sağlandığı zaman, yani Türkiye demokratikleştiği, Kürdistan ise özgürleştiği zaman güven sorunu da kendiliğinden çözülmüş olacak. 

Son olarak özlemlerini sordum Mervan'a ve içtenlikle cevap verdi;

Gittiğim her ülkede, her şehirde, öğrendiğim her kültür ve dilde mutluluğun peşinde koşsam da, ben hep kendimi o topraklara ve Bitlis’e ait hissettim. Geçmişi aramayacağım. Çünkü zaten onlarla birlikte yaşadım. Bütün acı ve sevinçleriyle birlikte. Geleceğe bakacağım. Bakıyorum. Neyi mi özledim? Belki daha çok insana ve doğaya dokunmayı özledim.