'Gıda sorununda çözüm; üretimin köylüye iadesidir'
'Gıda sorununda çözüm; üretimin köylüye iadesidir'
'Gıda sorununda çözüm; üretimin köylüye iadesidir'
Onkoloji Uzmanı Dr. Yavuz Dizdar, hükümetin halk sağlığı konusunda 'göstermelik' uygulamalar yaptığına dikkat çekti. Birçok gıda, ilaç ve tedavi kampanyasının gıda endüstrisinden kaynaklandığı uyarısında bulunan Dizdar, “çözüm üretimin köylüye iadesi, köylünün de kooperatifleşmesidir” dedi.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Onkoloji Enstitüsü öğretim üyesi Dr. Yavuz Dizdar ile Türkiye'nin gıda politikasını ve bu politikanın halk sağlığına yönelik tehditlerini konuştuk...
Mevcut hükümet, sağlık politikası konusunda, örneğin halkın sağlığa erişmesinde önemli açılımlar yaptığını savunuyor. Size göre Türkiye, sağlığın sosyal politikaya uygun olarak ele alınıp halk için 'lüks' olmadığı bir durumda mı?
Sağlığın kendisi hiçbir koşulda lüks bir kavram değildir; olması gereken bir durumu tanımlar. Bizim ülkemizdeki ana sorunlardan biri, sağlığa erişimin zor olmasıydı, yani vatandaş hasta olduğunda bir doktoru hızlıca görme şansı düşüktü. Hükümet bunu dikkate alarak sağlıkta düzenlemeler yaptı, sağlığa erişimi kolaylaştırdı. Ne var ki, doktor sayısının artırılması sağlığa erişim hızını artırsa da, mesele sadece erişmek değil, hastalığınıza çözüm de bulabilmektir. Bugün gittiğinizde doktoru görüyorsunuz, iyi kötü dinliyor, ama mesele teşhise geldiğinde bocalıyor, çünkü eğitimi ve becerisi yeterli değil. Bir yığın tetkik istiyor, bunları istemesinin nedeni aklında oluşturduğu ön tanıyı doğrulamak değil; genellikle nereden tutturabileceğini anlamaya çalışıyor. Sonuçta dört kalem ilaç yazıp yolluyor, eğer sorgulamaya kalkarsanız, araya öyle bir set çekiyor ki, insanlığınızdan utanıyorsunuz.
Fakat hükümetin sağlığa erişim gibi, mesela alkole sınırlama getiren, kapalı mekanlarda sigarayı yasaklayan yaklaşımında esas olan halk sağlığı mı?
Hükümetin sigara konusundaki yaklaşımı kesinlikle doğru, alkollü içeceklerin belli bir saatten sonra satılmamasını da bir mantıkla açıklamak mümkün. Bu yaklaşımın başka ülkelerde de örnekleri var. Hükümetin temel dürtüsü halk sağlığı mıdır, yoksa “aleme nizam verme” çabası mıdır, işte bu bilinmez... Ama yaklaşımın hatalı olduğunu da göstermez. Ne var ki, şu an toplumu derinden etkileyen sağlık sorunları, sigara ve alkolle açıklanabilir değil, olası tek açıklama da gıdalar görünüyor. Örneğin Başbakan’ın “milli içecek” olarak tanımladığı ayranın gerçek ayranla bir alakası kalmadı, ekşimeyen, aşırı işlemden geçirilmiş süte “ayran mayası” katarak üretiliyor. Ben ayran mayasının ne olduğunu bile anlayamadım, ayran yoğurdun sulandırılmış halidir. İşte burada işler karışıyor, çünkü ayran ayranlıktan çıkmış durumdayken, bırakın milli içeceği, içilebilir olduğu bile tartışmalıdır. Oysa bir ülkenin geleneksel beslenme alışkanlıkları sağlık açısından en büyük güvenceyi verir. Bu kadar hastalık yoktu, derken birileri yoğurt tebliğini değiştirdi, birileri sakatatçıları kapattırdı, birileri tavukları yaktırttı, birileri küçük geleneksel üreticileri ezip, marketlere yol verdi. Bugün köylüler bile markete gidip ekşimeyen yoğurtları alır hale geldi. Bunları topladığınızda geriye fazla bir şey kalmıyor. Dolayısıyla hükümetin halk sağlığı niyetiyle çıktığı yolun da aslında göstermelik olduğunu düşündürüyor.
-Gıdanın endüstrileşmesinin genellikle hangi hastalıklarla ilişkisi var?
Gıdanın endüstrileşmesinin neden olduğu hastalıkların ne olduğunu biz Amerika örneğinden de takip edebiliyoruz. Kronik hastalıklar dediğimiz diyabet, kalp, kanser, romatizma, bağışıklık sistemi hastalıklarının bütünü artıyor. Bu artış belli bir sıra da gösteriyor. Örneğin önce tiroidit denen tablo ortaya çıkıyor, tiroidin bir cins bağışıklık hatasıyla hastalanması. Bunu diyabet, kalp hastalığı ve nihayetinde de kanser izliyor. Hastalıkların beslenme koşulları değiştirilmediği takdirde tamamen geçmesi söz konusu değil. Bu ister istemez ilaç endüstrisi için emsalsiz bir kazanç kapısı açıyor. Fakat beri yandan bakıyorsunuz, bugün GDO dediğimiz genetiği değiştirilmiş tohumları ve tarım ilaçlarını da aynı endüstri üretiyor. Dolayısıyla ister istemez kuşkulanıyorsunuz, zira ilacın ya da tohumun güvenli olup olmadığı uzun uzun araştırılmamış. Sizin elinizde böyle bir deney olsa, altı aylık verileri resmi otoriteye bildirdikten sonra deneyi yok eder misiniz? Elbette etmezsiniz, daha sonrasına bakıp, hangi hastalık ortaya çıktığını anlamaya çalışırsınız. Bugün olan da bu, çünkü ilaç şirketleri 1990’ların başlarında birleştiler. Bu birleşme rastlantısal değildi, hepsinin artık bir tarım bölümü de var. Hatta hastalık ve hasta arama kampanyalarının da buna dayandığına inanıyorum. Nitekim beş yıl önce lenfoma kampanyası yapıldı, “neden yaptırdınız” diye sordum, “merkez istedi, Yunanistan’da çok varmış, Türkiye’de neden yokmuş, onun için araştırılmasını istediler” dediler. Bu neyi anlatır; çok açık bir komplo teorisini. Yunanistan’la bizim ortak tek noktamız olabilir, kimsenin satan dışında miktarını bilmediği tarım ilaçları.
Türkiye, gıda güvenliği ve nihayetinde sağlığa yansımasında iyi bir sınav vermiyor mu? Bir de, halk neredeyse tükettiği etin hangi hayvana ait olduğundan bile şüphelenen duruma geldi. Bunun sorumlusu kim?
Bugün varılan noktada devletin düzenleyicim otoritesinin sağlıklı gıda kaynakları temini konusunda ne yazık ki hiçbir etkinliği yok. Takılıp kaldıkları tek kavram “hijyen", oysa sorun da zaten hijyen uygulamalarının gıdanın kaldıramayacağı kadar şiddetli bir seviyeye varmasından kaynaklanıyor. Hijyen yanlış değil, ama “steril edeceğim ve raf ömrünü uzatacağım” deyip, sütü 140 dereceye çıkarırsanız, bir daha bozulma özelliği olmayan bir beyaz sıvıya dönüşüyor. Bu sıvının besleyici değeri de yok, çünkü bozulma, mesela yoğurtta ekşime, besleyiciliğin bir göstergesi. Mikrobun içinde üreyebildiği şey, sizi de besleyebilir durumda, içinde bir şey üreyemez hale getirdiğinizde, siz de beslenemezsiniz. Dolayısıyla devletin sorumluluğu kaliteli kaynağın “düzenli” eriştirilmesini sağlamak. Gıda besleyici olacaksa, dağıtım da düzenli yapılmak zorunda. Oysa endüstri bir kez üretip, ayda bir dağıtmak istiyor, karlılığının ve gerçek üreticiyle pazarlık gücünün temeli bu. Ette ise durum daha farklı, köylü desteklenmediği için, sürdürülebilir olmaktan çıktı, hayvanların çoğu mezbahaya gönderildi. Bu durum hayvancılık merkezi olan ülkemizde, zaman zaman canlı hayvan ithalatına da neden oldu. Bunların bütünü yanlış politikaların sonucudur. Dünyanın her yerinde çiftçi gerekirse desteklenir, aksi takdirde tarım sürdürülemez.
Sağlık politikasının yarattığı mağduriyetlerin yanında, toplumun da, sağlıksızlığa yol açan, göz ardı ettiği temel meseleleri nasıl özetlersiniz?
Toplum sağlığı konusunda duyarlı, ama en çok da çocuklarının sağlığı konusunda duyarlı. Lakin bu duyarlılık diploma sahibi olmayanlarda daha yüksek. Bizim genel olarak “entel” diye adlandırdığımız entelektüel okumuş kesim, gerçek gıda kaynaklarının temini konusunda en dipte duruyor. “Nereden bulacağız” diye soruyorlar. Oysa onların “cahil” zannettiği kesime söz anlatmak çok daha kolay olmanın ötesinde, harekete geçiyorlar, açık süt gibi kaynakları temin edip yoğurdu evde mayalamaya başlıyorlar. Bu durumda da kim gerçekten cahil, iyice sorgulanır hale geliyor. Diploma sahibisiniz, ama evinizin gıdasını market dışında bulmaktan acizsiniz. Bu, derin bir çelişkidir. Devlet de en fazla gıda kaynaklarının ne hale geldiğini göz ardı ediyor, çünkü gıda denince akıllarına hijyen dışında başka bir şey gelmiyor.
Köylünün ürünleri denetimsiz olarak düşünülüp; ancak büyük marketlerde yer alan ürünlerin sağlık açısından elverişli olması gibi bir algı var...
Bu son derece yanlış, saçma ve daha ötesi yanlı bir tutum. Gıdayı üreten köylüdür, bu ürünün denetimsiz olması bile başlı başına güvence verir. Çünkü denetim dediğinizde işin içine endüstri girer. İstisnalardan birini tarım ilaçları oluşturur. Burada da denetim yapması, doğru yolu göstermesi gereken ziraat mühendislerinin çoğunun, aslında tarım ilacı bayii olduğunu görürsünüz. Ama konuyu resmi düzenlemeye bağlayıp, “ambalajı üretimde kapatılacak” gibi bir tebliğle değiştirirseniz yanlılık piyasanın endüstri lehine dönüştürülmesi aşamasına varır. Bugün bunu en çok ayranda gözlüyoruz. Tebliğ ayranın yıkanabilir cam şişede satışını yasakladı. Pek çok yerel küçük ayran üretimhanesi ortadan kalkmakla kalmadı, büyük endüstri buralarda hakimiyeti ele geçirdi. Aynı şeyi zamanında su istasyonlarının kapanmasında da yaşadık. Beri yanda endüstri de sanki en iyisini kendi yapıyormuş gibi bir tutum takınır. Yandaş akademileri ve destekledikleri odalar, utanmasalar yoğurdu kendilerinin keşfettiğini söyleyecekler.
Tarımsal üretim ve fiyatlar, güvenilirlik; sağlık bakımından diğer ülke deneyimlerini inceleme fırsatınız oldu mu?
Doğrusu bu gözle özellikle İngiltere’yi inceledim. Orada işler farklı, bu olasılıkla yaklaşık yirmi beş yıl önce yaşadıkları deli dana krizine bağlı zorunlu bir değişimi beraberinde getirmiş. Bütün yumurtalar “serbest dolaşan tavuk” yumurtası, UHT kutu süt yok, uzun ömürlü meyve suyu yok. Tavuğun üzerindeki etikette “bir saat 40 dakikada pişer” diye yazıyor. Dağ taş koyun, başlarında çoban bile yok. Çünkü deli dana krizi bir önceki jenerasyon sığırların kemiklerinin ve iç organlarının yeme dönüştürüp bir sonraki kuşak hayvanlara yedirilmesiyle çıktı. Marketlerdeki peynirlerin üzerinde eskilik, olgunluk derecesi yazıyor. Öyle binlerce marka da yok, çoğu “Co-operative” markasını taşıyor. Üretimin bu kadar dikkatli yapılmasına karşılık, fiyatlar da bizdekilerden çok daha yüksek değil. Ama zaten söylüyorum, bu bir anlayış, disiplin ve organizasyon meselesi. Bir televizyon kanalında çalışan bir arkadaşımız var, Doğu’da yerel süt ve yoğurt üretimi yapan iki fabrikalarına, büyük endüstrinin piyasaya girmesiyle nasıl kilit vurmak zorunda kaldıklarını ondan dinledim. İşte devlet burada düzenleyici olmalı, çünkü gıda üretimi yerel olmak zorundadır. Bugün aynı hatayı Okul Sütü projesinde de görüyoruz. Batı’dan aslında hayvancılık merkezi olan Doğu’daki okullara UHT kutu süt gönderiliyor, zira kendi üretimleri desteklenmediği için hayvan ve tesis kalmamış.
Peki, gıda politikasında bilimsel görüşler alınmıyor mu?
Hayır, bilimsel görüş alıyorlar, ama bu görüş yandaş akademinin görüşleri. Yani endüstriler kurulurken önce kendi uydu akademilerini de oluşturuyorlar. Bunu staj olanakları, derneklere aktarılan desteklerle yapıyorlar. Sorun farklı düşüncelerin dikkate alınmaması. Bugün yoğurdun neden ekşimediği konusunda hep hijyen, hep özel tekniklerden bahsediliyorsa, uydu akademinin dışına çıkılmıyor demektir. Nitekim konuyu doğrudan halka anlatmak çabalarımızın gerekçesi de budur, çünkü halk süt, yoğurt, tavuk gibi kavramların ne olduğunu hala hatırlıyor. Bir on yıl daha böyle geçseydi, yoğurdun ekşiyip ekşimediğini bilen kimse de kalmayacaktı. Bugün New York gibi metropollere gidin, kimse neyin nasıl bozulduğunu hatırlamaz, ürünün kutusuna son kullanma tarihinin yazılmasının tek nedeni vardır, atılsın ve endüstrinin çarklarının dönmesini sağlasın. Yoksa kutu UHT süt teknik olarak aylarca dayanır.
Son olarak, önerileriniz neler?
Gerçek gıda temini hepimizin ortak sorunudur, ortak payımızı oluşturur. Endüstri hakimiyet alanını marketler, akademi ve düzenleyici otoritenin yardımıyla genişletirken, bizim beslenmemize olanak sağlamayacak kadar kalitesiz içeriği, “hijyenik ambalajlı” diyerek, bizi kandırmakta. Süt açık alınıp kaynatılmalı, yoğurt bundan yapılmalıdır. Bu tek başına çok önemlidir. Kırk beş günde kesilen piliçlerin hiçbir besleyici değeri yoktur, ama daha kötüsü kullanılan koruyucu antibiyotikler nedeniyle ayrıca hastalık da yapabilirler. İncelediğinizde yumurtanın durumu da çok parlak değildir. Beslenme herkesin karşılaması gereken doğal ihtiyacıdır. Çözüm üretimin köylüye iadesi, ama köylünün de iç çıkar kavgalarını bırakıp kooperatifleşmesi gerekmektedir.