İki cezaevi katliamı ve medya

İki cezaevi katliamı ve medya

24 Eylül 1996'da Diyarbakır Cezaevi'nde; 26 Eylül 1999'da ise Ulucanlar Cezaevi'nde 10'ar tutsak devletin operasyonu sonucu katledildi. Medya, her zamanki gibi suç ortağıydı; yaşamını yitirenlerin ‘katli vacip kişiler’ olduğuna kamuoyunu inandırmakla meşguldü. Diyarbakır Cezaevi'ndeki katliamı gündeminde çok tutmayan medya, Ulucanlar Cezaevi'ndeki katliamı da basın etiğini çiğneyerek işledi.

DİYARBAKIR CEZAEVİ; KAFALARI ŞİŞLENEREK KATLEDİLDİLER

24 Eylül 1996, Diyarbakır E  Tipi Cezaevi, saat 14.00. Yüzlerce asker, polis ve özel harekat timi malta kapılarını açarak saldırıya başladı.

Tutsaklar teslimiyete karşı, "insanlık onuru işkenceyi yenecek" sloganlarıyla direneceklerini haber veriyor; hemen sonrasında cop, demir ve çivili sopalar, kalaslarla saldırıya uğruyorlardı.

17, 18 ve 19. Koğuşlarda bulunan 30 tutsak ve revirden dönen 3 tutsak 35. Koğuşun önündeki ana koridorda öldüresiye dövüldü.

10 tutsağın kafaları şişlenerek, beyinleri etrafa saçılarak katledildikleri ortaya çıktı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) yaşam hakkını garanti altına alan 2’nci ve işkence ile kötü muameleyi yasaklayan 3’üncü maddesini ihlal ettiğine karar vererek, Türkiye'yi 798 bin Euro tazminata mahkum etti.

Katliamla ilgili dava ise hala devam ediyor.

ULUCANLAR CEZAEVİ; UYUDUKLARI SIRADA...

26 Eylül 1999, saat sabaha karşı 04.00. Mahkumların tamamına yakını uyuyordu. Uyandıklarında her tarafları sarılmıştı. Askerler önce plastik, ardından gerçek mermi kullanarak tutsakların üzerine ateş etti. Halil Türker (TKP/ML) ve Abuzer Çat (MLKP) ilk hedef alınıp öldürülenler oldu. Tutsaklar havalandırmaya geçti ve buraya da köpük sıkıldı. Mutfağa geçtiler ve bu kez gaz bombasıyla karşılaştılar. Sağ yakalananlar kalaslar, dipçikler ve tekmelerle dövülüyordu. İsmet Kavaklıoğlu (DHKP/C) slogan atıyordu; sesi giderek azaldığında, onun da öldüğü anlaşıldı. Öğlen saatlerine yaklaşıldığında 10 tutsak katledilmişti. Sakat kalanlar da vardı. 

Ali Suat Ertosun, Ulucanlar, 19 Aralık ve diğer bazı cezaevi katliamları sırasında Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü yapıyordu. AKP hükümeti döneminde Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğine getirildi ve “Devlet Özel Madalyasıyla” ödüllendirildi.

MEDYA KATİLLERDEN YANA

Diyarbakır Cezaevi'ndeki katliam, gazetelerin 25 Eylül'deki nüshalarında "çatışma" olarak verildi. Cumhuriyet Gazetesi, "Cezaevinde çatışma" başlığıyla verdiği haberde katliamı "güvenlik güçlerinin müdahalesi" şeklinde servis etti. "Bir grup tutuklunun, 17 kişinin Gaziantep Cezaevi'ne nakil işlemlerine karşı çıkması üzerine başlattıkları sayım vermeme eylemine güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu çatışma çıktı" ifadelerinin yer aldığı haberde, katliamın görmezden gelindiği bir format uygulanıyordu.

Gazetenin köşe yazarları ise konuyla ilgili yazı kaleme almaktan kaçınmıştı. 

Milliyet Gazetesi de "Cezaevi kan gölü" başlığıyla verdiği 25 Eylül'deki haberinde, çatışma yaşandığını yazıyor; tutsakların yatak ve battaniyeleri yakarak direndikleri yönündeki iddiayı ön plana çıkarıyordu. Gazete, 26 Eylül'de ise "PKK-itirafçı kavgası" başlıklı haberinde "Cezaevi olaylarına itirafçılarla PKK'lilerin kavgasının neden olduğu öğrenildi" iddiasında bulunuyordu. 

Katliamdan bir gün sonra, sanatçı Zeki Müren yaşamını yitirmişti. Medya ağırlıkla Müren'in ölümünü sayfalarına taşıyor, 10 devrimcinin katledilmesini ise görmezden geliyordu. O dönemde Milliyet'te yazan Zülfü Livaneli, 26 Eylül'deki yazısında katliama değinirken, "vahşet" tanımı yapıyor ve katliamla ilgili kamuoyundan bilgi saklanmasını işliyordu. "Basın mensupları neden gözaltına alınıyor? Gizlenmek istenen bir şeyler mi var?" diye soran Livaneli, ekliyordu: "Zeki Müren gibi büyük bir sanatçısına ağıt yakarken, cezaevinde öldürülmüş tutukluların da hesabını soran uygar, sağduyulu bir ülkede yaşama umudu giderek solan bir güle dönüşüyordu."

***

'99'daki Ulucanlar Katliamı'nda da devletin sorumluluğunu gizleme görevini üstlenen medya, bir gün sonra servis ettiği haberlerinde "katliamın kaçınılmaz" olduğunu, kanıtsız içeriklerle ispata girişiyordu. 

Milliyet Gazetesi, 27 Eylül'deki nüshasında "Cezaevleri karıştı" başlıklı haber tutsakların infaz koruma memurunu rehin alması konu ediliyordu.

Güneri Cıvaoğlu, Milliyet'te, katliamdan iki gün sonraki yazısında hapishanelerde özgür ve adaletli bir ortamın olduğunu ileri sürüyordu: "(...) Hapishanelerdeki sol - sağ ve ayrılıkçı örgüt militanları da - belki - içeride, dışarıdan daha özgür. Çünkü... Dışarıda her an yakalanma korkusuyla ve arkadaşlarının kendileri yüzünden yakalanmaları kaygısıyla, bir bakıma 'köstebek' yaşamını sürdürürler. Oysa içeride böyle bir kaygı yok. (...) Koğuşlar - zaten yazılıyor, çiziliyor, söyleniyor - birer okul. Şiddet örgütlerinin eğitim merkezleri. Dahası eylemlerin karargahı."

Hürriyet Gazetesi'nin 28 Eylül'deki manşeti ise katliama ilişkindi. "Günaydın savcı bey" başlığını kullanan gazete, "Ankara Merkez Ulucanlar Kapalı Cezaevi'nde ele geçen dokümanları gören Cezaevi Savcısı Mehmet Bozkurt, 'bu nasıl iş, burası cezaevi değil hücre evi gibi' sözleriyle şaşkınlığını dile getirdi" ifadelerini kullanarak, yaşananlara meşruiyet katmaya çalışıyordu.

Aynı gazete Çankırı Hapishanesi'nde çekilen bir fotoğrafı, "Kanlı isyanı başlatmadan 5 dakika önce ellerinde sopalarla hatıra fotoğrafı çektirdiler" notu düşerek yayımlamış ve bunun Ulucanlar Cezaevi'ne ait olduğunu da ileri sürmüştü. Gazetenin yazarı Tufan Türenç de, cezaevlerinin tutsakların egemenliğine geçtiğini ve 'müdahalenin' geciktiğini ima ederek adeta katliamı övüyordu.

Star Gazetesi de benzer bir yayıncılık sergilemiş ve katliamın "son çare" olduğunu yazmıştı. Katliamdan sonra, yaşamını yitirenlerden Nevzat Çiftçi'nin cenazesinde halk cop ve tekmelerle jandarmanın saldırısına uğramış ancak gazete olayı jandarmaya saldırıldığı şeklinde vermişti.

Cumhuriyet Gazetesi ise katliamı "Cezaevinde 10 ölü" başlığıyla vermiş devletin resmi bilgilerini "iddia" olarak sunmuş ve "katliam" tanımlamasında bulunmuştu.