'Kapitalizm Kürdistan'a yayılmak istiyor'

'Kapitalizm Kürdistan'a yayılmak istiyor'

İktisatçı Azize Aslan, sistemin derinleşen krizinin Kürdistan'ı daha önemli bir coğrafya haline getirdiğine ve kapitalizmin burada yayılmak istediğine dikkat çekerek, devletin de halkın aleyhine, yatırımcıların lehine politika geliştirdiğini kaydetti. Sermaye çevrelerinin 'çözüm süreci'ne ilgisini, "Süreci sahiplendiğini görüyoruz çünkü sermaye güvenli limanlar, topraklar ve istikrar sever" diye yorumlayan Aslan, toplum yararına çözümün ekonomik özyönetimden geçtiğini vurguladı. "Kadınların ekonomik yaşama katılmadıkları, ekonomide kadınların olmadığı yönünde yanlış bir algı var" diyerek, kadının ekonomideki yerini anlatan Aslan, belediyelere yönelik ise "Komünal ekonominin büyük aktörü ama tek aktörü değil" dedi. AVM'ler yerine küçük esnafın desteklenmesini öneren Aslan, sendikaları da Kürdistan'daki işçileri örgütlemede yetersiz kalmakla eleştirdi.

Demokratik Ekonomi Konferansı'nın çalışmalarında yer alan, Kalkınma İktisatçısı Azize Aslan ile kapitalizmin Kürdistan'daki rolü, yerel yönetimler, kadının ekonomideki yeri ve ekonomik özyönetim başlıklarını konuştuk...

'KÜRDİSTAN KAPİTALİZM İÇİN VERİMLİ COĞRAFYA!'

Ekonomik krizin Kürdistan özelinde derinleşmesi ne anlama geliyor?

Sistemin kendi krizi gittikçe derinleşiyor. Kürdistan bu derinleşen ekonomik krizde gittikçe daha önemli bir coğrafya haline geliyor.  Çünkü kapitalizm krize girince yeni coğrafyalar arar. Sermayeyi yeniden değerlendireceği coğrafyalar arar. Hem küresel kapitalist kriz, hem de Türkiye'deki sermayenin kendi krizi Kürdistan'ı bu anlamda önemli coğrafya haline getiriyor. Bu yüzden Kürdistan, kapitalizmin yayılacağı en verimli coğrafya olarak kendini gösteriyor.

Hangi karakteriyle verimli?

Türkiye'de 1980'lerden sonra başlayan, ihracata dayalı sanayileşme denilen yani uluslararası küresel piyasalarla eklemlenmeye dönük dışa açık ekonomik rejim sözkonusu. Türkiye, nasıl eklemleniyor uluslar arası piyasalarla? Ucuz işgücü üzerinden. Ama artık batı illerindeki işgücü o kadar ucuz değil ve haliyle yeni ucuz işgücü bulması lazım. Kürdistan hem işsizlikle hem de devam eden savaş üzerinden çaresizlendirilmiş insanların bölgesi. Böylece emeğin en ucuz olduğu coğrafya konumuna geliyor. 'Kürdistan'ın Çinleşmesi' benzetmesi bununla ilgili. Hem devletin uyguladığı politikalara hem de kapitalizmin yayılma dinamiklerine bakınca bunu öngörüyoruz.

2012 yılında hazırlanan Teşvik Planı'nda Türkiye 6 bölgeye ayrılmış durumda. 6. bölge yani Türkiye’nin en geri kalmış bölgesi Kuzey Kürdistan. 15 Kürt ilini kapsıyor. Teşvik sistemi ile bu bölgenin kalkındırılması hedefleniyor. Bunun için de bölgesel ve sektörel stratejiler ortaya konuyor. Sektörel stratejiyi daha çok önemsiyorum; tam da Kürdistan'ın neden ucuz işgücü diye kodlandığını görüyorsunuz. Sektörel strateji, emek yoğun sektörlerin batıdan 6. bölgeye doğru kaydırılmasını içeriyor. Emek yoğun sektörlerin başında ise tekstil geliyor. Tekstil gibi bir sektör hem emek yoğun, hem ucuz, hem enformel hem de gerçekten kimin ne zaman işe başladığı, ne zaman işten çıktığı, ne kadar mesai yaptığı gibi konularda kontrolün olmadığı, yine daha çok kadın emeğine dayanan sektör. Tarımın yoğunlaştırılması da söz konusu, o da emek yoğun sektör olarak görülüyor. 6. bölge tarım endüstrisinin oluşturulacağı bölge olarak kodlanıyor.

'PATRON AZ MALİYETLE ÇOK KAR EDECEK'

Sermaye çevresini memnun eden bir zemin mi hazırlanıyor? Bu sektörlerin Kürdistan'a kaydırılmasının patronlar için anlamı nedir?

Bu projede devletin sermayeyle nasıl işbirliği yaptığını görüyoruz. Devlet sermayecilere 'bu bölgede yatırım yaparsan verginin yüzde 40'ını 10 yıl süreyle almıyorum' diyor, mesela. İşveren sigorta payında indirim yapıyor. Faiz desteği adı altında düşük faizle kredi bulmanın olanaklarını yaratıyor. İşçinin maliyeti hesaplandığında işverene 634 liraya geliyor. Asgari ücretin altındaki bir maliyetle üretim yapmış ve daha fazla kar etmiş oluyor. Yani fiili bir bölgesel asgari ücret uygulanıyor. Kürdistan’da hem kapitalizm yayılıyor bu yöntemle  hem de bu kar ve çıkar mantığı Kürdistan'da gittikçe derinleşiyor. Demokratik ekonomi, bunlara karşı bir 'direniş ekonomisi' yaratılması anlamına geliyor. 

Aynı zamanda Kürt emekçilere de  'batı illerinden göç edin, köyünüze dönün, orada iş imkanı yarattık’ deniyor ama aslında ‘sizi artık kendi köyünüzde, memleketenizde sömüreceğiz' demek oluyor, bu. Bir taraftan da kadim Kürdistan coğrafyası metalaştırma süreciyle talan ediliyor... Hevsel Bahçeleri'nin tarım alanından çıkarılıp imarlara açılması gibi. Yani sermaye-devlet işbirliği hem Kürdistan doğasını hem de emeğini sömürüyor ve bunu kalkınma, istihdam adı altında yapıyor.

SÜREÇ SERMAYE ÇEVRESİ İÇİN NİYE ÖNEMLİ?

Sermaye çevreleri genel hatlarıyla 'çözüm süreci'ne ilişkin negatif bir perspektifte değil. Bunla ilişkili mi?

Tabii. Sermaye açısından baktığımız zaman Ankara merkezli düşünen sermaye var, bölgede. Süreci sahiplendiğini görüyoruz çünkü sermaye güvenli limanlar, topraklar ve istikrar sever. Herhangi çatışmalı ortam, iç savaş ortamı sermaye için güvenli yer ve mekan tesis etmez. Sürece dair dünya deneyimlerine bakınca da kapitalizm çözüm süreçlerinde direniş bölgelerine inanılmaz saldırılar yapmıştır. Bu iki yıllık çatışmasızlıkta şunu gördük; sermaye ilişkileri toplumsallaşmaya başladı. İnsanlar sermaye ve kar üzerinden düşünmeye başladı. 'Bölgeye gelin, yatırım yapın' çağrıları bundan. Yatırımlara da bakınca biraz önce bahsettiğim gibi tamamen emeğin sömürüsü ve coğrafyanın talanı üzerine... Bunun Kürdistan halklarına faydası yok.

Ekonomik özyönetim bu yüzden mi önemli?

Ekonomik özyönetimden şunu anlamak gerekiyor; bölgede, şehirde, köyde yapılan tüm ekonomik faaliyetler üzerinde toplumun söz sahibi olabilmesi demek. Domates mi ekeceğim, oradaki halk karar verecek. Mısır mı ekeceğim, koyun mu yetiştireceğim, oradaki halk karar verecek. Sistem içinde, kapitalizmde değişim değeri dediğimiz, ürünün piyasadaki değeri için üretilmesi ön plana çıkmış ve tamamen kar mekanizmasıyla işleyen bir piyasa sistemi var. Toplum kendi için değil, piyasa için üretiyor.  Yaptığı ekonomik faaliyetler üzerinde söz sahibi olmayan toplum, kendi emeği üzerinde bile söz sahibi değil. Çok düşük ücretlere çalıştırılıyoruz ama çalışmaya devam ediyoruz. Enformel alanlarda güvencesiz, örgütsüz çalışıyoruz; ama çalışmaya devam ediyoruz. Çünkü kendi yapacaklarımız üzerinde  özyönetimimiz yok.

Diğer yandan, bölgenin kendi kaynakları üzerinde bölge halkının ne kadar söz sahipliği var? Söz sahibi olamadığı gibi bu kaynaklardan yararlanamıyor da; petrol, maden vs.

Özyönetim hem tüm bunlar için hem de demokratik özerklik için önemli. Ekonomik özyönetim, demokratik özerkliğin ön koşuludur. Ekonomisi üzerinde söz sahibi olmayan bir coğrafyanın özerk olması mümkün değil.

'SENDİKALAR KÜRT İŞÇİLERİ ÖRGÜTLEMEDE YETENEKSİZ'

Kürdistan'daki işçi sınıfının örgütlülük düzeyi düşük gibi. Sendikaların payı var mı?

Türkiye'nin geneli üzerinden bakınca, sendikalara üyelik bakımından Kürdistana'da örgütlü işçilerin sayısı düşük. Aslında biz konferansı yürütürken sendikaların da içinde olabileceği süreç yaratmaya çalıştık çünkü onların da vizyonu demokratikleşmeli. Sendikadaki örgütlü işçiler kendi aralarında bir komün oluşturabilirler ya da beraber örgütlenebilirler. Şöyle bir şey var sendikalarda; sendikaların keskin bir işçi tanımı ve keskin bir sektör tanımı söz konusu. Kürdistan'da işkolu dışında kalabilecek çok alan var. Bir yerde sendikalı olabilmeniz, toplu sözleşme yapabilmeniz için çalışan işçilerin çoğunu örgütlemeniz lazım, böyle yasal düzenlemeler ve sendikalar içindeki örgütleyememe pratikleri soruna yol açıyor. Kürdistan'da kayıtsız işgücü çok, çünkü enformel alanlar daha çok. Kayıtdışı, sigortasız çalışanlar zaten sendikaya üye olamıyor. Sendikalar da bunlar için politika üretmiyor.

Diğer yandan sendikalarda ezen ulusun dili hala hakim. Kürt sorununu, Kürt özgürlük mücadelesini görmeyen vizyonları var. Kürt işçileri örgütlemede haliyle çok yetersiz kalıyorlar. Batman Rafineresini örgütleyen Petrol İş'in örgütlülük düzeyini biliyorum mesela, orada örgütlüler ama genel bir toplantıya gelince Düzce'deki işçiler Batman'daki işçilere saldırırlar. Aynı sendika içinde iş yapma yeteneği yok, çünkü genel politika üretemiyorlar.

İşsizliğin çözümü de yine bu model üzerinden mi gelişecek?

İşsizlik; kapitalist sistemin çıktısı, sonucu. Aynı zamanda iyi kullandığı bir araç. Çalışan kesimler üzerinde kullanılan bir baskı aracı. 'İşsizliği azaltacağız' diye bir söylem gerçekçi değil çünkü bunun sistemle ilgili olduğunu görmemiz lazım. Antikapitalist yerden yaşamı kurarsak zaten işsizlik kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

Komünler ve kooperatiflerde ortaklaşa üretim yapılması ve ihtiyaç için üretim yapılması, herkesin üretime bu yönüyle katılması ortada işsizliği bırakmaz. Komün ve kooperatifler kurulunca işsizliğin kapitalist sistemin kendi çıktısı olduğu da görülecek.

'ERİL DİL VE ZİHNİYETİN OLMADIĞI EKONOMİ'

Halihazırda kadının ekonomide yeri var mı?

Şöyle yanlış bir algı var; kadınların ekonomik yaşama katılmadıkları, ekonomide kadınların olmadığı yönünde... Aslında kadın üretim süreçlerinde inanılmaz çaba sarf ediyor, bütün üretim süreçlerinde yer alıyor. Ev içinde harcadığı emek veya köyde, tarlada gerçekleştirdiği emek süreçlerinin sadece görünmez olduğunu söyleyebiliriz. Ev içinde yemek yapan, temizlik yapan kadının emeği de görünmüyor. Bir yandan ise sistemin bir uzantısı olarak kadınlar eve iş alıyor. Mesela tekstil atölyelerinden gelen boncuk işleri, ip işleri gibi. Bunlar gelir sağlayıcı değil, ek gelir olarak görülüyor. Oysa erkeğin aldığı düşük ücretle evi geçindirmesine yönelik muazzam emek var. Kadınların bu ev içi emeklerinden başlayarak, tüm görünmeyen emeklerinin toplumsallaşmasını istiyoruz. Mesela kadınlar neden evde çamaşır makinesi tutsunlar da bir mahallenin, köyün çamaşırhanesi olmasın? Veya kreşler neden olmasın, neden ortak mutfaklar olmasın... Böyle sorularla ortaya çıkmak lazım. Eril bir zihniyetle, 'kadın işi', 'erkek işi' diyerek cinsiyet üzerinden tanımlanması da böylece ortadan kalkacak. Örnek veriyorum; 'öğretmenlik kadınlara göre daha iyi ama gece işleri kadınlara göre değil' gibi bir algı var. Sürekli kadınlara uygun işlere erkeklerin karar verme durumu söz konusu.

'Yatırım gelsin, tekstil gelsin Kürdistan'a, bizim kadınlarımız çalışsın' deniyor. Kadınlara sorulmuyor, tekstilde çalışmak isteyip istemediği ya da bu kadar ucuza çalışmak isteyip istemediği. Çünkü Kadınlar üretimin karar alma mekanizmalarından koparılmıştır.  Erkekler kadınların hem üretiminine hem de üretim süreçlerindeki yerlerine el koymuştur. Alternatif ekonomiyi komünler üzerinden kuracaksak komünlerin içinde kadınların etkin biçimde yer alması gerekiyor. Kadınların örgütlenmesini ve öz üretimlerini de yapabilecekleri kadın komünlerinin ortaya çıkabileceğini düşünüyoruz. 'Performans', 'kalite' gibi eril dil ve yine zihniyetin hakim olmadığı ekonomik yaşamdan bahsediyoruz.

Komünal ekonomi ya da komünler dediğimiz şeyi oluşturmak çok kolay mesele değil bunu kabul ediyoruz. Kırda komün oluşturmakla kentte komün oluşturmanın da arasında fark var. Ama kentte de kadınların ekonomiyle eklemlenmesi ve ekonomik faaliyetler içinde görünür olması gerekiyor.

Nasıl bir fark var?

Şöyle ki; kırdaki ilişkiler ve üretim süreçleri komünler için daha uygun. Köyde tarla var ve siz orada üretim yaparsınız, daha sonra sadece komün içindeki tüketimi açarsınız ya da artı ürün üretiyorsanız kooperatif üzerinden pazara sokarsınız. Kentte ise tarlalarımız yok. Kentte üretim yapılacak sadece fabrikalar var ve onlar komün oluşturmaya, en azından kırlara göre daha elverişsiz. Endüstride komün ya da kooperatif oluşturmak tarım alanına göre daha dezavantajlı, daha zor, ama imkansız değil.

POZİTİF AYRIMCILIK ÇÜNKÜ...

Neden pozitif ayrımcılık?

Biraz önceki yerden devam ederek örnek verirsem; kentte de kadınlar var ve ekonominin içine girmeleri gerekiyor ama kadınlar bir araya gelse, herhangi iş dalında bir iş yeri yahut kooperatif kurmak isteseler, mülk sahibi değiller. Mülk sahibi çoğunlukla erkekler ve haliyle fon mekanizmaları o mülkiyetler üzerinden gelişiyor.

Diğer taraftan kadın hamile kaldığında ya işten çıkarılıyor ya da hamileliğin son sürecinde işten çıkarılan kadınlar doğumdan sonra işe alınmıyor. Çocuk bakımı da işten çıkarmanın gerekçesi olabiliyor. Pozitif ayrımcılığın uygulandığı bir ekonomi, komünal ekonomi de olabilir ya da kapitalist sistemle komünal sistem arasındaki geçiş ekonomileri de olabilir, ama her durumda kadın merkezli düşünmek gerekiyor. Kürdistan özelinde kadınlar erkeklere göre daha düşük okuma-yazma oranına sahip. Tüm bunlar kadınlara pozitif ayrımcılık uygulamamızı gerektiriyor. Kadının kendini ifade etmesinin, kendisini bulmasının önünü açmamız gerekiyor.

'ETNİK PERSPEKTİF' VAR MI?

Ekonomist Mustafa Sönmez'in Demokratik Ekonomi Konferansı'na ilişkin kısa bir yorumu oldu. Kendisi sonuç bildirisinin "etnik perspektifle hazırlandığı"nı düşünüyor...

Bütün konferans sürecinde yer aldım ama hiçbir zaman sadece Kürt halkı için bir alternatif ekonomiyi gündeme bile getirmedik. Derdimiz şu; bölgede yaşayan tüm halklar ve buna gönüllü olanlar için alternatif ekonomi oluştuşturmak, yeni bir yaşam inşa etmek. Bölgenin yoksuluna baktığımız zaman sadece Kürtler yok. Araplar da yoksul, hatta açlık sınırındalar. Suriye'den gelen farklı dinden, etnik kimlikten çok sayıda insan var. Bunların sistemle eklemlenmesi mümkün değil zaten. Bölgede yaşayan yerli halkların da sistemle eklemlenecek bir mekanizmaları yok. Komünal ekonomi ya da demokratik özerkliğin komünal ekonomisini dünyaya, Türkiye'ye örnek model olarak, paradigma olarak öneriyoruz.

'Demokratik özerk bölgeler' tanımlaması yapıyoruz ve Kuzey Kürdistan diye adlandırdığımız yerin de tek bölge olarak değil; üç ayrı ölçeklendirme üzerinden demokratik bölgelere ayrılmasını ve böylelikle öz yönetimin sağlanabileceğini düşünüyoruz. Batıya göç edenlere 'buraya gelin, güzel bir ekonomi var, sizi istihdam edelim' demek yerine, mekan üzerinden düşünmeyen, toplum kendini olduğu yerde örgütleyebileceği bir yaklaşımımız var.

Mustafa Sönmez'i de konferansa çağırmıştık ama yurtdışında olduğundan gelememişti. Her zaman Ankara'nın aklıyla yaklaşmak doğruyu göstermez. Bölgesel kalkınma çalıştığım için, 'bölgesel kalkınma' denilince gösterilen nadir isimlerden biridir, Mustafa Sönmez. Ama Ankara'dan bölgeyi anlamaya çalışıyor; yerel dinamikleri gözetmeden, bölge üzerindeki planları anlamak mümkün değil.

BELEDİYELERİN ROLÜ

Belediyeler komünal ekonominin aktörü mü?

Demokratik özerklik, demokratik ekonomi, komünal ekonomi dediğimizde yanlış anlaşılma var. Bu süreçlerin belediyeler üzerinden gideceği, karar alıcının belediyeler olacağı sanılıyor ama öyle değil. Toplumun karar alıcı olduğu sistemden bahsediyoruz. Belediyeler komünal ekonominin büyük aktörü ama tek aktörü değil.

Neden?

Çünkü belediyeler sistemin çizdiği kurallar çerçevesinde işleyen yapılar. Aynı zamanda Ankara'nın çizdiği yönetmelik, yasa ve tüzüklerle politika belirleyen ve böyle hareket edebilen idari ve mali vesayet altındalar. Ankara'nın hala yerel yönetimler üzerinde vesayeti var. Yerel Yönetimler Özerklik Şartı üzerindeki şerhlerin kaldırılması talebi bu yüzden önemli.

Peki, yeni ekonomik paradigmaya belediyeler nasıl dahil olacak?

Kendi ellerindeki kaynağı sermayeyi güçlendiren, sermayeye alan açan şekilde değil de, toplumsal fayda için kullanmalılar. Böyle bir ideolojik tercihleri olmalı; burjuvazi için değil toplum için. Bunu bizim belediyelerimiz benimsiyor ama sosyal belediyecilik şimdiye kadar iyi yürütülemedi. Bir sonraki seçimi de kazanmak isteyen belediyeler artık bölge halkı için bir şey üretmek zorundalar. Örneğin, taşeron hizmet alıyorlar, diyelim; dışarıdan temizlik, yemek, güvenlik hizmetini karşılıyorlar. Çoğu zaman asgari ücretle çalışan işçilerin olduğu, küçük veya büyük patronun himayesinde çalışan kişilerden oluşuyorlar. Hizmet dışarıdan alınacaksa şirketlerden değil de kooperatiflerden almalarını önereceğiz. Belediyelerin elinde işleyen parklar var, kendi parkları var, parklarda ihale ile açılan işletmeler var. Bunların ortadan kalkması gerekiyor. Şunu öneriyoruz; aynı standartlarda ama herkesin faydalanacağı; restaurant değil de çay içebileceği, simit yiyebileceği yerler. Fahiş fiyatların uygulandığı belediye parkları olmasın. Toplumun kendi kaynağıyla yapılıyor parklar ama toplum giremiyor.

Bunun dışında; son çıkan büyükşehir yasasına, üç büyük şehrimiz ve diğer şehirleri de kapsayan yasa çerçevesinde bakınca; büyükşehir belediyelerinin sadece kent merkezi organizasyonu yapan, bütün yatırımları kent merkezinde yoğunlaştıran bir hizmet politikası gütmemesi lazım. En kırından en merkezine kadar hiizmet ağı oluşturması gerekiyor. Örneğin, kırda yapılan üretimi kent merkezine taşıyan bir kooperatif ağı oluşturabilir. Kırla kentin bölüşümünü eşitlikli şekilde düzenleyebilir; kaynakları eşit şekilde dağıtabilir. Bütün belediyelerin bütçelerine bakınca; en büyük bütçeler asfalt yapımına gidiyor. Bunun yerine raylı sisteme harcanabilir. Ya da bisiklet özendirmek için şehir bisikletini ön plana alabilirler ve bunun için de bisiklet fabrikası kurabilirler; bunu kooperatif şeklinde oluşturabilirler. Belediyeler kadınlar için de önemli bir mekanizma. Kadın aklıyla, kadını önceleyen kent ve kır merkezlerini önemsiyoruz. Toplumsal cinsiyete dayalı bütçeleme olmalı. Kadın için ayrı bir bütçe ayırmayı değil de, bütün bütçedeki kalemlerin kadınları nasıl etkilediğini gözeten bir yöntemden bahsediyorum. Bunlar ve daha birçok örnekle belediyeler bizim tam da kurmaya çalıştığımız alternatif mekanizmaya ciddi katkılar sunabilirler.

'AVM'LER YOZLAŞTIRIR, İLİŞKİLERİ ZEDELER, SİSTEM AKLIYLA DÜŞÜNMEYE SÜRÜKLER'

Alışveriş merkezlerine karşı neyi savunacaksınız?

David Harvey'in bir kavramı kullanarak şöyle tanımlayabilirim; 'alışveriş merkezleri zaman mekan sıkışmasının olduğu yerlerdir'. Bir AVM'ye girince hem zamanınız sıkışır hem mekan sıkışıktır. Küçük bir mekanda birsürü şey yaparsınız ama yaptığınız her şey sizi çok yorar. AVM'ler ucuz da değil. Hem AVM'ler hem süpermarketler, -klasik tanımlama olacak ama- kapitalizmin kaleleridir. Yani kapitalizmi yıkıma uğratmak istiyorsak önce bunları yıkmamaız lazım. AVM'lere karşı küçük esnafı, köşe başındaki bakkalı savunmak lazım.

Hanlarımız vardır, pasajlarımız vardır. Bir pasaja girince bütün boncukcular, bütün halıcılar aynı pasajdadır. Diyelim ki, Urfa'da bir pasaja girince, Mehmet Efendinin dükkanı kırk yıldır oradadır; annem de, onun annesi de oradan alışveriş yapmıştır. Bir kadri kıymeti vardır. Kadim kent tam da böyle şeylerden geliyor. AVM öyle değildir ama. Işıklandırmaları, görseli çok güzeldir, alışveriş yapması kolaydır ama her seferinde ürünlerin yeri de değişir, tezgahtarlar da. Çünkü bir ay çalışan diğer ay kovulur; o çalışma koşullarında dayanılacak bir şey yoktur zaten. Yozlaştıran, insan ilişkisini zedeleyen, insanı sistem aklıyla düşünmeye iten yerlerdir. İnsanların girdiği zaman kendini yoksul hissettiği yerlerdir çünkü o kadar ışıklı vs. yere girince üstündeki yırtığın göründüğünü fark eder.

Bakkalın AVM'lere direnebilmesi lazım. Bunun yolları da var. Yerelde üretilen ürünleri satan bir bakkal yerel halk tarafından daha çok tercih edilebilir. Ya da yerel kooperatiflerin yerel marketleri oluşturulabilir. 30 kooperatif kurulur, ürünler oradan toplanır ve kooperatif markette satarsınız. Böylelikle direnmelerini sağlayabiliriz.