Korkmuyorum, kafa tutuyorum

AKP’nin ve MHP’nin faşist koalisyonu sonucu işimin elimden alınmasına öfkeliyim. Buna karşı çıkıyorum. Mesele yaratılan korkuya kafa tutmak. Onun için korkmuyorum. Kafa tutmaya devam edeceğim.

Veli Saçılık, bundan 18 yıl önce ‘Hayata dönüş’ katliamında Burdur Cezaevi’nde devrimci tutsaklara düzenlenen operasyonda, cezaevi duvarını yıkan dozerin kepçe darbesiyle bir kolunu kaybetti. Kolu ertesi gün sokakta, bir köpeğin ağzında bulundu. O günün devleti Saçılık’ın devlete “isyan ettiğini” öne sürdü. Saçılık ise İçişleri ve Adalet Bakanlığı’na açtığı davada 100 bin TL maddi, 50 bin TL manevi tazminat kazanmıştı. Ancak İçişleri tazminatı geri istedi, Maliye ise duvarın parasını… Veli, üniversiteyi bitirdi, KPSS’ye girdi. Sosyolog oldu. Evlendi. Ama devlet Veli’nin yakasını bir türlü bırakmadı. Bu kez 22 Kasım 2016’da Saçlık’ı işinden uzaklaştırdı.

“Kolumu koparıp köpeklere attınız, yılmadım. Dişimle tırnağımla kazandığım işimi alınca mı yıllacağım” diyen Saçılık, o günden sonra Yüksel Caddesi’nde her gün tek koluyla devlete, faşist iktidara meydan okudu. Bariyerler, gazlar, joplar yıldı ama Veli Saçılık yılmadı.

‘’Bundan sonra mesele benden ve bizden çıkmalı, hepimizin mücadelesi olmalı. Sokağı terketmemeliyiz, AKP’ye kafa tutmalıyız’’ diyen Saçlık, şimdi, direnişin toplumsallaşmasını, kitleselleşmesi için kafa yoruyor.

Yüksel Direnişi’nin yılmaz savunucusu, kendini gülerek “Faşizme tepki olarak doğdum” diye ifade eden Ankara’nın Veli’si ile direnişi, muhaliflere yönelik saldırıları, sendikaları, CHP’nin tutumunu ve Efrîn’i konuştuk. 



 

Veli kimdir? Nerede çalışıyordu, ne zaman işi elinden alındı ve ne zaman direnişe başladı?


1977 Konur Sokak doğumluyum, direnişin olduğu sokaktaki hastane doğmuşum. 1995 yılında Ostim Sanayi’de işçiyken sendikal mücadelenin içindeydim ve bildiri dağıttığım için tutuklandım. TDKP örgütüne yardım ve yataklık iddiasıyla Ulucanlar Cezaevi’ne kondum. 3 ay sonra tahliye oldum, yine Ostim’de çalışmalarıma devam ettim. Ostim İşçi Derneği’nin kurucusu oldum. Aynı davanın sonunda ceza alarak, 1998 yılı sonunda tekrar tutuklandım ve yine Ulucanlar’a kondum. Ulucanlar’dan Burdur Cezaevi’nden gönderildim.

5 Temmuz 2000 tarihinde yapılan cezaevi operasyonuyla kolumu kaybettim. Kolum sonra bir köpeğin ağzında bulundu. Bu durum Türkiye’de epey gündem oldu. Ardından tahliye oldum ve yeniden yargılama sonucu beraat ettim.

AKP hükümeti zamanında, 2006 yılında KPSS ile nüfus memuru oldum. 8 yıl nüfus memurluğunu icra ettikten sonra tekrar KPSS’yi kazanarak sosyolog oldum. Sosyolog olarak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nda, Ankara İl Müdürlüğü’nde, 2 yıl sosyolog olarak çalıştım. 667 sayılı KHK ile, 22 Kasım 2016 tarihinde ihraç edildim. 24 Kasım 2016, yani iki gün sonrasında da Nuriye ve Semih ile birlikte Yüksel Direnişi’ne katıldım. O gün bugündür bu direnişin içindeyim. Yani bir kamu emekçisi olarak her zaman mücadelenin içinde oldum. Faşizme tepki olarak doğdum, diyebilirim.

 


Her gün direniştesiniz. Sizin cephenizden bakacak olursak, eşinizin ve akrabalarınızın buna yönelik tutumu nasıl?

Bir taraftan tabii ki beni destekliyorlar, bir taraftan tabii yaşamın gündelik zorluklarını yaşıyoruz hep birlikte. Bundan dolayı, açlık grevinin de bitmesiyle bir şeyleri yoluna sokmam gerekiyor ev hayatında. Mesela kızım “Baba eylem saatin geldi, gitmiyor musun?” diyor, artık kayınpederim, kayınvalidem “Bugün çıkmasan ne olur?” diye arıyor. Eskiden “Çıkma,” diye arıyorlardı. (Gülüyor) İyi bir ilişki kurduk aslında. Annem zaten her zaman yanımda. Bana bir şey olduğunda, örneğin polis beni gözaltına almışsa “Annesiyle uğraşmak zorundayız, Veli’yi bırakalım,” diyorlar. Aile ilişkilerimi düzenledi direniş; ama teknik anlamda da yıkıcılığını yaşamadım değil. İnsanlar şunu istiyorlar: Veli çıksın, Acun çıksın. Tamam çıkalım; ama hepimizin bir yaşamı var. Alışılagelmiş rutinlerimize devam etmemiz lazım, bunları hayli aksattık. Önümüzdeki günlerde umarım bunu düzenleyebiliriz ve ben de Feraye’yle (kızı) aramı düzeltebilirim.

 

“Adama helal olsun”, “Ne inat var” söylemlerinden yola çıkarak, Veli’nin inadı nereden geliyor?

İnat iki türlü sanırım bende. Biri siyasal bilinçten, diğer şahsi öfkeden kaynaklı. Ben ikisini de önemsiyorum. Şahsi öfkenin değersizleştirilmesini doğru bulmuyorum, neden? Çünkü politik olmasa bile, mesela gözaltından dönerken taksici “Abi siz niye sürekli eylem yapıyorsunuz? Bu kadar çok eylem yapılır mı?” diyor. Ben ona şöyle yanıt verdim: “Şimdi bir KHK çıksa, senin taksi plakanı iptal etseler, ne yaparsın?” Tabii eylem yaparım, dedi.

Ben de bir çocuk babası olarak ve bu darbeyle ya da benzeri bir girişimle alakası olmayan bir kişi olarak AKP’nin ve MHP’nin faşist koalisyonu sonucu işimin elimden alınmasına öfkeliyim. Şahsen öfkeliyim, buna karşı çıkıyorum. Politik bilincim olmasa da buna karşı duruş sergilerdim. İkincisi, sosyalist ve devrimciyim. AKP’nin beni işten ihraç ederken, sadece beni işten ihraç etmediğini, benim üzerimden kitlelerde korku yaratmak istediğini ve bu korku iklimi üzerinden de iktidarını sonsuzlaştırmaya çalıştığını görüyorum ve korkmuyorum mesajını topluma politik olarak vermek istiyorum. Kamu emekçileri korkmuyor, AKP’ye biat etmiyor dolayısıyla buna karşı bir şey yapmak gerekiyor. Keşke herkes benim gibi düşünseydi de burayı daha yaşanılır bir ülke yapsaydık. Ama inadım inattır, yani çocukluktan da gelen bir inat var. Ama bu kuru bir inat değil. Hem kişisel, hem politik bir inat. İnat etmeyi severim, hem “İnat da bir murattır,” der halkımız.

 

Açlık grevi eylemi sonlandırıldı. Eylemi ve sonrasında yapılan açıklamayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce de bu eylem zaferle mi sonuçlandı?

Açlık grevine başlarken ya da orada eylem yaparken insanlar bize şöyle sorular soruyordu: “AKP’den ne bekliyorsunuz? Eylem yaparak ya da açlık grevi yaparak sonuç mu alacaksınız? Bunlar insanın canını alır, hiçbir şey vermezler ki.” Biz bu insanlara hak veriyorduk, çünkü Azrail’in can dağıttığı görülmemiştir. Azrail, can alır. AKP’den can istemedik ya da hak dilenmedik. Amacımız şuydu, mesela Nuriye’nin söylediği: “Biz AKP’den bir şey beklemiyoruz, halkımızdan tepki bekliyoruz. Halkımıza sesimizi duyurmak istiyoruz.” Bu önemliydi ve eylem bu anlamda karşılığını buldu.

Bana sorduklarında, AKP’den ne bekliyorsunuz dediklerinde ben de “Defolup gitmelerini bekliyorum,” demiştim. Benim de AKP’den beklediğim şey defolup gitmesi. Zaten eylemlerimizin tamamına baktığımızda AKP der ki, “Onlar sadece iş istiyor gibi görünüyorlar; ama amaçları farklı.” Evet, amacımız farklı. Amacımız AKP’yi defetmek ve özgürlük istemek. İşle sınırlı bir şey olsaydı yakın dostlarım ve çevremle bu sorunu bir şekilde çözerdim ben. Ama önemli olan bu haksızlık duygusu, haksızlığa uğramış olma duygusu, aynı zamanda benim ve bizim üzerimizden yaratılan korkuya kafa tutmak mesele.

Bu anlamda ben eylemin başarıya ulaştığını düşünüyorum. Çünkü bizzat AKP’nin genel başkanı tarafından kurulan bir cümle var: “İki terörle bağlantılı öğretmen yüzünden dünyayı ayağa kaldırdılar.” Bu, eylemin hedefine ulaştığı anlamına gelir. Evet, dünyayı ayağa kaldıran, ta Danimarka’da, Amerika’da, Suriye ve daha birçok ülkede Nuriye-Semih eylemlerinin yapıldığı bir ortam oluştu. AKP insanları şöyle kandırmaya çalıştı, “Bunlar FETÖ’cü”, “Darbeye kalkıştılar, biz de devletin refleksini kullandık,” dedi. Biz de bence bu eylemde emekçilerin refleksini göstermiş olduk. Eylem bu açıdan da başarılı oldu. OHAL komisyonu denilen saçmalığın da, insanların hakkında bir dava olmamasına rağmen işine iade etmediğini de göstererek bir mizansen olduğunu, AKP’nin sahte bir sistem, illegal bir yapı kurduğunu göstermiş olduk. Arkadaşlarımız zaten hiçbir zaman ölüm orucu adını koymadılar bu eyleme, açlık grevi dediler ve açlık grevi eylemi yaptılar. İstedikleri zaman da bitirebileceklerini söylediler ve yine kendi istedikleri zaman, OHAL komisyonu kararı sonucu bıraktılar. Bence güzel de yaptılar. Çünkü onları kaybetmek bize kazandırmayacaktı, politik olarak da insani olarak da kazandırmayacaktı. Onların yaşıyor olması bize güç veriyor şu an. Önemli olan bizim bu aşamadan sonra mücadeleye nasıl devam edeceğimiz, AKP’ye kafa tutmaya nasıl devam edeceğimiz diye düşünüyorum.

 

Yüksel Direnişi devam ediyor. Buna dair öngörünüz nedir, eylemler nereye evrilecek bundan sonra?

Bu konuda, eylemi sürdüren arkadaşlarla fikir birliğimiz tam olarak yok şu an. Benim düşüncem açlık grevinin sonlanmasıyla beraber Yüksel Direnişi’nin de şeklen bitmesi ve yeni bir direniş sürecinin başlamasıydı. Ama şeklen arkadaşlar bunun sürmesi gerektiğini düşündüler ve şu an sürdürüyorlar. Ben de tabii ki kendilerine destek olacağım; ama bu sorun sadece Nuriye ve Semih’in sorunu değil, Veli’nin, Acun’un da sorunu değil. Bu sorun tüm kamu emekçilerinin ve toplumun sorunu. Bunu topluma taşıyabileceğimiz kanalları ve eylem biçimlerini geliştirmemiz gerekiyor. Sokakta bir direnişin olması önemli; ama Yüksel’in bundan sonra şeklen gelişme şansını az görüyorum. Son birkaç aydır da bir tıkanma yaşıyor zaten eylem. Gerek kamudaki karşılığı, gerek duyulması açısından. Bizim tekrar düşünmemiz lazım. Bu düşünmeyi de sadece Yüksel Caddesi’ndekiler değil, bütün ihraç edilenler, son baskı ortamıyla faşist baskılara karşı neler yapabileceğini soran insanlar, tüm toplum olarak düşünme zamanımız geldi diye düşünüyorum.

 

Sizin Yüksel Caddesi’ndeki eylem için alternatifiniz ne peki?

Yüksel’e alternatif değil; ama şunu söylüyorum ben: Sokak eylemleri sürmeli, onları rahatsız edecek eylemler sürmeli, ama ihraçların bir merkezde toplandığı, bir merkezden aklın üretildiği ve hem Ankara yerelinde, hem de Türkiye genelinde eylemlerin belli bir stratejiye ve belli bir amaca yönelik olarak, birbirleriyle bağlantılı şekilde organize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunun için de zaten görüşmeler yapıyorum. Biz bir şeyin önünü açtık, bir şeyi başardık. Eylem yapılamaz denilen yerin önünde eylem yaptık, polisin sertliğine karşı kendi naif ama kararlı mücadelemizi gösterdik. Bundan sonra mesele benden ve bizden çıkmalı, hepimizin mücadelesi olmalı. Umarım yine bir şeyler yapacağız, yaratacağız diye düşünüyorum.

 

Hepimiz diyorsunuz; ama sokağa çıkamayan bir kitlenin varlığını görmezden gelemeyiz. Neden kitlesel olarak sokağa çıkamıyoruz?

Biz kitleselleştik Konur’da; ama devletin büyük bir terörüyle karşılaştık. Çok kısa mesafeden gaz bombaları, coplar, kırılan kollar; tanık olduğunuz gibi benim de omzumu kırdılar. Kitleselleşince çok daha sert saldırıyorlar. İnsanlarda bir de şu var: Sokakta kurşuna dizilme korkusu. AKP 10 Ekim, Suruç, Diyarbakır patlamalarıyla aslında sokağı zehirledi. İnsanlar bir araya geldiğinde yanında canlı bomba olabileceği gibi endişeler de yaşıyorlar şu an. Diğer taraftan da mahkemelerini, savcılarını, hakimlerini ve polislerini tamamen yasadışı bir biçimde konumlandırdı. Yani yasal haklarımızı değil de onların bizim üzerimizde neyi uygulayabileceği üzerine kurdu yasalarını. Bu anlamda kitle mücadelesi vermesi çok zor ve insanları anlıyorum. Ki ben sokakta kendi yaşadığımı biliyorum. Milyonların bu zulümle başbaşa kalabileceğini ve buna sürekli göğüs gerebileceğini düşünmüyorum. Çok zor. Ama bu zorluk da aşılacak elbette. Kitle sayısı arttıkça zulüm paylaşılmış olacak ve azalacak. AKP kemeri çok sıkıyor, sokağı çok sıkıyor. Bunun sebebi de korkması. O alan açıldığında bu onların sonu olacak, bunu da biliyorlar. Ama bu kadar sıkıyorlarsa, demek ki çok da tehlikeli bir durum var demektir.

 

Sizce, onlar açısından bu korku iklimi ne kadar sürdürülebilir? İnsanlar bir noktada “yeter” diyecektir mutlaka.

Onlar açısından bakarsak, ekonomik verilerinin sonuna gelmiş durumdalar. Vaat ettikleri her şeyin şu anda tersini yapıyorlar. Analar ağlamasın, dediler; şu an ağlasın diyorlar, ağlatıyorlar. Özgürlük dediler, şimdi bize faşizm verdiler ve dün onların söyledikleri her şey, şu an bizim tutuklanmamız için neden. Şu anda ben bunu şöyle tanımlıyorum: AKP aynı Napoleon’un söylediği gibi süngüyle her şeyi yapabileceğini düşünüyor; ama Napoleon bu cümleyi şöyle tamamlıyor: “Süngüyle her şeyi yapabilirsiniz; ama üstüne oturamazsın.” İktidar olarak bu süngünün üzerine oturmaya çalışıyor AKP. Süngüyle insanları bir süre baskı altında tutabilirsiniz, ki dünyada birçok kez örneklerini gördük, ama sonuna kadar baskı altında tutamazsınız insanları, bu bir yerde patlar. Ben bu dönemin sonuna doğru yaklaştığımız düşüncesindeyim. AKP’nin süngüsüyle canımız acıyor; ama AKP’nin de canı acıyacaktır diye düşünüyorum.

 

Toplumsal mücadele açısından, 10 Ekim’de dahi aktif rol oynamayan sendikaların üzerindeki ölü toprağı ne zaman atılır?

AKP bize şunu gösterdi: Bizim kalelerimiz kumdanmış. Kalelerimiz sağlam değilmiş, yıkıldı kalelerimiz. Şimdi sağlam kaleler yapma zamanı. Sendikalarımızı yıkalım demiyorum, sendikalarımızı yeniden kuralım diyorum. Geleneksel delege anlamında, iki senden üç benden dönemini kapatarak sokakta mücadelemizi örgütleyelim. İç tartışmalarını şeffaf yapabilen, toplumsal yapılara dönüştürmek zorundayız sendikalarımızı. Yoksa bu böyle çok sürmez, sendikalarımızın hepsi birer Türk-Metal, Türk-İş olur. Biz eskiden Türk-İş’e sarı sendika diyorduk, şimdi sendika değil diyoruz. Sarı sendikayı arar olduk. Sarı sendika neydi? Sadece ekonomik talepleri olan, özgürlük taleplerini dile getirmeyen sendikaydı, onda da işçiyi satardı hep. Şimdi “Asgari ücret konusunda bizim elimizden bir şey gelmez,” diyorlar. Bizim sendikalarımızın yöneticisi ise “Temenni edelim ki bütün kadrosuzlar kadroya alınsın,” diyor. Sendika başkanı temenni edemez. Böyle bir şey olabilir mi ya?

KAYNAK: YENİ ÖZGÜR POLİTİKA