Masada “veto” değil yol haritası duruyor - Veysi Sarısözen

Masada “veto” değil yol haritası duruyor - Veysi Sarısözen

İmralı’nın BDP’ye önerdiği isimler, BDP tarafından kabul edildi. Yapılan açıklamada, PKK önderinin “eşbaşkanlarla” görüşmek istediği, ancak Hükümetin “olumlu olmayan” tutumu nedeniyle, başlatılan görüşme sürecini tıkamamak için söz konusu isimleri önerdiği, BDP’nin de bu öneriyi yerinde bulduğu belirtildi.

Yani, ne oldu? Bakalım:

Hükümet başından beri PKK önderi ile “masaya oturmayacağını” altını çize çize dile getirdi. Oslo görüşmelerinin açığa çıkması üzerine, “masaya oturmama” siyasetini “ispatlamak” için PKK önderi tecrit altına alındı. Bu başarısızlığa mahkum siyasi çizgi,  BDP, DTK ve HDK ile, Avrupa ve diğer dünya ülkelerindeki Kürt halkının kitle örgütleri tarafından politik ve diplomatik alanda geriletildi. Askeri açıdan Hükümetin neyle karşılaştığını da geçtiğimiz bahar, yaz ve sonbahar aylarında gördük. PYD ise Hükümetin Rojava hesaplarını altüst etti. 

Sonuçta Hükümet PKK önderi Abdullah Öcalan’la “masaya oturdu”.

BDP heyetleri ile ilgili gülünç ve gülünç olduğu kadar çocukça vetolar, işte bu gerçeği örtmek, “ben istediğim BDP’lileri adaya gönderirim” diyerek “üste çıkmak”, yani BDP'ye "ikinci Habur sevinci" fırsatı vermemek, İmralı'da görüşmelerin başlamasını Kürtlere "zehir" etmek, Kürtlerin bu gelişmeyi "bayram" ilan etmeini önlemek için icat edildi.

Bir yılı aşkın süredir tartışılan neydi?

İmralı adasına BDP’nin hangi heyetinin gideceği mi?

Yoksa PKK önderinin üzerindeki tecritin kalkması ve Hükümetin Öcalan’la masaya oturarak müzakere sürecini başlatması mı?

Sonuç ortada…

Kürt özgürlük hareketi, Öcalan’ın şahsında, kendisine dönük başlatılan “inkar ve imha” amaçlı askeri ve politik stratejiyi yenik düşürmüştür. Evet, taraflar birbirlerine karşı kesin bir askeri zafer kazanmamışlardır. Taraflar birbirlerini seçim ve siyaset alanında da “tuşa” getirememiştir. Ama şu son iki yılın blançosu şöyledir:

Türk devleti otuz yıldır sürdürdüğü savaşı artık daha uzun bir süre sürdüremez. Kürt tarafı ise bu savaşı devam ettirebilir. Türk ordusundan daha güçlü olduğu için değil. Tam tersine çok daha “zayıf” olduğu için. Şu anlamda: Hükümet “sırça köşkte”, PKK ise “sazdan kulübede” oturuyor. Ve Hükümet kuvvetlerinin patlattığı bombaların yarattığı “deprem” her geçen gün biraz daha güçleniyor, biraz daha yıkıcı hale geliyor; hükümetin “sırça köşkü” sallanıyor, temellerinde arızalar beliriyor…”Sazdan kulübede” ise bu “deprem” uyuyan çocuğa beşik etkisinden fazla bir etki yapamıyor…

İmralı görüşmeleri bu sonucu yansıtıyor.

Türkiye bu savaşı daha fazla taşıyamaz; Kürt halkı ise savaşı, istemediği halde sürdürebilir.

Denebilir ki, “madem deprem esas olarak Hükümetin ‘sırça köşkünü’ tehdit ediyor, o halde PKK neden görüşmeleri reddedip, ‘sırça köşkün’ yıkılması için savaşa devam etmiyor?”

Bu sorunun yanıtı da “neden İmralı’da görüşmeler başladı?” sorusunu aydınlatıyor.

Kürt tarafı barış istiyor. Çünkü Kürt tarafı Hükümetin ve dolayısı ile Türkiye’nin bu depremde altüst olmasını istemiyor. İstemiyor çünkü Kürt tarafı kendi Apocu çizgisinde yürüyor. Öcalan’ın “demokratik cumhuriyet, demokratik ulus, demokratik özerklik ve Konfederal Ortadoğu ortak evi” programını hayata geçirmeye çalışıyor. Bu programın hayata geçebilmesi için Türkiye’nin depremde yıkılmaması gerekiyor. Ekonomik potansiyelini koruması, emeğin bu potansiyelden yararlanma imkanlarının tıkanmaması, birleşik Türkiye’de insanların müreffeh, eşit, hür ve saadet içinde yaşayabilmesi için, Türkiye’nin ayakta kalması gerekiyor.

Türkiye ayakta kalmalıdır ki, onun cumhuriyeti demokratik bir cumhuriyet olabilsin, bu cumhuriyette bütün insanlar refah içinde ve demokratik özerklik temelinde yaşayabilsin. Şu anda İmralı’da çözüm sağlansa, silahlar sussa, demokratik bir anayasayla Kürt halkının Türk halkıyla tam eşitliği gerçekleşse, o anda Güney Kürdistan’la ve Rojava’yla olan sınırlar, Davutoğlu’nun bölgesel emperyalist amaçlarla da olsa söylediği gibi, anında anlamsızlaşır. Doğu Kürdistan aradaki sınırları kendisi her türlü bedeli ödeyerek kaldırır. Türkiye’nin büyük endüstriel, teknolojik, ekonomik potansiyeli ile, Kürdistan’ın bütün parçalarının muazzam zenginliği aynı gün tüm Ortadoğu’nun yoksul halklarını birleştirecek bir büyük potansiyel yaratır. Hemen değil, büyük mücadeleler sonucunda bu muazzam potansiyel temelinde Ortadoğu-Kafkasya halklarının Ortak Evi adım adım, düşe kalka da olsa, giderek gerçek bir hedef haline gelir.

O Ortak Evi’n çatısının altında da anlaşmazlıklar, mücadeleler kaçınılmazdır. Zenginlikler ne kadar fazla olursa olsun, sermayenin egemenliğinde emeğin payına düşen her zaman zenginliğin en azıdır. Ortak Ev’de sermaye daha fazla kazanmak, emek de kendi yarattıklarından daha fazla yararlanmak için, Ortak Evi havaya uçurmadan mücadele eder. Kimisi Kafkasya-Ortadoğu Ortak Evi’ni, Avrupa kapitalist Ortak Eviyle birleştirmek için çalışır. Kimisi Ortak Evin çatısına komünal, demokratik, sosyalizm bayrağını çekmek için varını yoğunu ortaya koyar. Ara bulucular ise, Ortak Ev’de “sosyal reform” peşinde koşar. Ortak Ev’in odalarındaki radyo veTV’lerden Nuh Peygamber’in gemisine aldığı bütün yaratılmışların, bütün dillerin, bütün dinlerin, bütün kültürlerin çok sesli nağmesi duyulur. Ama demokratik, konfederal Ortak Ev’de, sınıf mücadelesi, kadının erkek egemenliğine karşı mücadelesi,  doğanın yıkıcı, tüketici insana karşı mücadelesi sürer, sürer ama, bu mücadele sürecinde“şiddeti” eğitmek, adım adım onu, en başta nükleer şiddeti insan hayatının dışına atmak olanaklı hale gelir. Kürt halkının önderi Öcalan defalarca söyledi ki, bunun dinamiği kadındır ve insanlığı kendi diliyle her gün uyaran ekolojik varlıklardır. Kadın en büyük eşitsizliği ve erkek egemenliğini ev ev geriletmekte, ormanlar, atmosfer, denizler bizimle her gün, her dakika konuşmakta, bizi uyarmaktadır. Cinsiyet özgürlükçü ekolojik toplum ideali, sınıf mücadelesinin ve her türlü politik mücadelenin hedeflerini insancıllaştırır, uygarlaştırır, hepimize sevinçli bir hayat vaat eder.

İşte Kürt tarafının, “batsın bu dünya” demeyişinin, Hükümetin “sırça köşküyle birlikte Türkiye’yi” havaya uçurmak istemeyişinin, Kürt sorununu barışçıl yoldan çözmek isteyişinin kuvvetli dayanağı bu Apocu program ve perspektiftir. Bu programı ve perspektifi imkansız kılacak bir “yıkım savaşına” Kürt tarafının gitmemesi bundandır. Otuz yıl boyunca bu hareket eğer Türkiye’nin metropollerini en zorda kaldığı zaman bile kana bulamadıysa, sözcüğün gerçek anlamında “terörist” yöntemleri, örneğin bir zamanlar FKÖ’nün, şimdi Arap ülkelerinde bütün silahlı direniş örgütlerinin kullandığı gibi kullanmadıysa, bunun nedeni işte bu programın ancak “yıkılmamış bir Türkiye’de” hayata geçebilecek olmasıdır; ancak “yıkılmamış bir Türkiye” ile birlikte Ortadoğu ve Kafkasya halklarını müreffeh, hür ve saadet içinde birleştirmenin mümkün olacağı inancıdır.

Evet. Böyle bir program ve gelecek tasavvuruna sahip bir hareket, özü gereği barışçıdır. Barışçı olduğu için, Türk tarafının “zora düştüğü” şu koşullardan, geçmişle kıyaslanmaz bir güce ve ulusal birliğe ulaştığı, bölgesel devletlerarası koşullar onun lehine geliştiği ve dünya çapındaki izolasyon duvarında gedikler açıldığı halde, barışçı görüşmeler yerine, savaşı tırmandırarak yararlanmak istemiyor.

O nedenle, AKP Hükümetinin çaresizce İmralı sürecine mahkum oluşunu örtbas etmek amaçlı “şımarıklıklarına”, “vetolarına”, “azarlamalarına” bu büyük Halk ve onun temsilcileri bilgece bir tavırla gülümsüyor.

İmralı süreci, daha müzakere sürecine bile dönüşmeden, Hükümetin "heyetti, vetoydu, silahsızlandırmaydı" laflarıyla "Kandil bombardımanıyla, Kürdün malına mülküne el koyma kanunlarıyla" neredeyse Oslo'nun yazgısını paylaşacaktı. Bu da gösterdi ki, İmralı Sürecinde Hükümet Kürt tarafında en küçük zayıflama hissettiğinde, mecburen oturduğu bu masayı "entegre" entrikalarıyla boşa çıkarabilir. Korkulu rüya görmektense, uyanık olmak evladır. Karayılan'ın "her türlü duruma hazırlıklıyız" sözleri İmralı süreci için büyük güvencedir.

İmralı sürecini Kürt tarafı benimsemiştir. Bu süreç onun barış ve  çözüm sürecidir. Kürt halkı kendini "kurtarırken", tüm Türkiye'yi ve tüm bölge halklarını kurtarmak misyonunu yüklenmiştir. 

Bu analiz gösteriyor ki, görüşme sürecinde masayı yıkan taraf o nedenle kesinlikle Kürt tarafı olmayacaktır. Olmayacağı kanıtlanmıştır:  Hükümet “heyet vetoları"yla masanın altına bomba yerleştirmiş,  Öcalan bu bombanın patlamasını  önlemiştir; vetonun yerine masaya “Kürt sorununda çözümün yol haritasını” koymuştur.

Şimdi bu haritanın, ilki "8 Mart", ikincisi “Newroz” virajının başında, yani müzakerenin “halk viyadüklerinde”, milyonlar ve onların başında BDP, DTK, onların Eşbaşkanları, yani şu "veto" edilenler duruyor.

Bu heyet “veto” edilemez…İmralı'ya "kosterle" değil, halkın kitlesel eylemiyle gidiliyor çünkü.