“Mühürsüz” söz ve “yasallaşma” - V. Sarısözen
“Mühürsüz” söz ve “yasallaşma” - V. Sarısözen
“Mühürsüz” söz ve “yasallaşma” - V. Sarısözen
İlahi Cengiz Çandar…Sen ki dünyanın dört kıtasını çiğnemiş, diplomasinin envai çeşidini görmüşsün. Bir Başbakan’ın ağzından çıkan “lafın” nerede kaç okka, nerede kaç mikron ağırlık taşıdığını herkesten iyi bilirsin.
Ne oldu sana kardeşlik…Bakıyorum da Başbakan’ın “Kürdistan” demesinden büyük sonuçlar çıkarmışsın.
Şöyle yazmışsın:
“Kürtlerin inkârından vazgeçilip, üzerinde yaşadıkları coğrafyanın inkârına devam olunamazdı. Bu bakımdan, Mücahit Bilici’nin “Başbakan’ın Kürdistan’dan Kürdistan diye bahsetmesi, Kürdistan’ı inkâr üzerine kurulu devlet geleneğine son vermesidir” cümlesi yerli yerine oturuyor.”
Hiçbir şey yerli yerine oturmuyor azizim.
Çünkü bunlar yalnızca Başbakan’ın “nutuklarında” geçen sözler. Şu anda ne “Kürtlerin inkarından vazgeçildi”, ne de “yaşadıkları coğrafyanın inkarından”…
Bu inkarlardan belli ki Başbakan gıdım gıdım vazgeçiyor. Partisi de bu gıdım gıdım vazgeçmeye “he” diyor. Ama ortada “devlet” dediğimiz cihazın “inkardan” vazgeçtiğine dair tek bir belirti, tek bir belge, tek bir kağıt, tek bir karar, tek bir yasa, tek bir anayasa maddesi yok…
Eski “hükümet-devlet şablonu” geçerli olsaydı, bu durumda, olacak şey değil ama, Başbakanın “cesaretine” bakarak, “devletin de er ya da geç hükümetin karşısında direnemeyeceğini ve inkardan vaz geçeceğini, onun da gıdım gıdım resmi mühürlü, başlıklı kağıtlarında ‘Kürtler vardır, dilleri Türkçedir, vatanları Kürdistandır’ diye yazacağını” umut edebilirdik.Ömrümüz ne kadar yeterse "bekleyebilirdik".
Ama eski şablon yıkıldı. Şimdi ha devlet, ha hükümet! Başbakanın ağzından çıkan devletin kararı haline birkaç ayda geliveriyor. Canı isterse “sözümün arkasında dururum” diyor, der demez sözü “kanun” oluyor.
Olmuyorsa…
Olmuyorsa, belli ki, bu “devletin direnmesi” yüzünden değil, Başbakanın isteksizliği yüzünden olmuyor. Bu dediğimiz yeni “hükümet-devlet şablonuyla” ilgili. Demek istediğimiz artık bir Başbakan’ın “sözünün” kanun haline gelmesi için ortada bir “devlet engeli” yok.
O halde gelmemesi, bazı “sözlerin” “laf” olmaktan öteye gitmediğinin kanıtı”…
Şimdi şöyle düşünelim.
Diyelim ki, gelecek yıl Erdoğan Köşke çıktı. Yerine Gül Hükümetin başına geçti. Gül Başbakan” olur olmaz da, yine diyelim ki, Cengiz Çandar Gül’le bir mülakat yaptı. Tasavvur edelim:
“Sayın Gül, Kuzey Kürdistan’a ne zaman gezi yapacaksınız?”
“Ne demek istediğinizi anlayamadım, o dediğiniz yer neresi?”
“Nasıl olur Sayın Gül, sizden önceki Başbakan orasının da ‘Kürdistan’ olduğunu Irak Kürdistanına Kürdistan diyerek kabul etmemiş miydi?”
“Ha, anladım, siz Erdoğan’ın ‘hayalinden’ söz ediyorsunuz, evet, bu Sayın Erdoğan’ın hayalidir, yani onun hayal ettiği bir zamanda söylenecek olan bir sözcüğü eski Başbakan söylemiştir, malumunuzdur, Başbakan ‘dağdan inildiğini, cezaevlerinin boşaldığını göreceğiz’ de demişti, sonra bunu ‘benim hayalim’ diyerek tavzih etmişti, nitekim görüyorsun, o söyledi ama, dağdakiler hala dağda, cezaevlerindekiler de cezaevinde, mesele bundan ibarettir, devletimizin hiçbir kaydında, kuydunda, evrakında, resmi kağıdında, talimatında, kararnamesinde, kanununda ve anayasa maddesinde böyle bir kelime yoktur…”
“Hangi kelime sayın Gül?”
“Olmayan kelime sayın Çandar…”
Çandar böyle bir yanıt alırsa, ne yapar?
Hiçbir şey yapamaz. O anda anlar ki, bir Türk siyasetçisinin ağzından çıkanı, o siyasetçinin ne kulağı duyar, ne de devlet cihazında bu ağızdan çıkanın bir karşılığı olur. Türk devlet geleneği, “altında mühür olmayan” hiçbir kağıdı kağıttan saymaz. O nedenle bizde “gelenek” beş para etmez. Etmediği için de “demokratik gelenek” bir türlü oluşmaz. Bürokrat “lafa” değil, “kağıda” ve bir de “talimata” bakar. Öyle olmasaydı, bunca laftan sonra, bu devletin mahkemeleri bu kadar insanı hapiste tutar mıydı? Heyetler düşünürdü ki, “bu devletin siyaset adamları demokrasiden söz ediyor, cezaevlerinin boşalmasından bahsediyor, demek ki yakında bir şeyler olacak, insanlar ileride hapisten çıkacak, böyle olduğuna göre yakında hapisten çıkacak olanları daha fazla mağdur etmeyelim” diyerek milleti tahliye etmez miydi?
Etmezler. Çünkü onlar bir siyasetçinin hangi lafının gerçekten “söz”, hangi sözünün ise tepeden tırnağa kadar “laf” olduğunu muazzam devlet ve bürokrasi deneyleriyle çok iyi bilirler. Ve bir söz edildiğinde, o sözü “re’sen” hayata geçirmezler, “talimat” beklerler.
Şu anda “hayalim cezaevlerinin boşalmasıdır” diyen Başbakan, “el altından” tek bir “talimat” verse, emin olun aynı anda tüm KCK davasından tutuklu olanlar hapisten çıkar. Çıkmadığına göre, Başbakan’ın bu ve benzer “sözleri” söz değildir, “laftır”…
İşte bu ve benzer nedenlerden dolayı, hem PKK Önderi Öcalan, hem de KCK, durmadan ve ısrarla, “çözüm sürecine yasallık kazandırılmalıdır” demekteler. Çünkü onlar Oslo’dan da bilmektedirler ki, yasal temele dayanmayan hiçbir “konuşma, görüşme, müzakere” kahvehane muhabbeti olmaktan öte hiçbir değer taşımamaktadır. Başbakan nasıl “cezaevlerinin boşaldığını göreceğiz” lafını “bu benim hayalim” diyerek gerçekler aleminden hayaller alemine gönderdiyse, bu “çözüm süreci” de aynı şekilde, “biz hükümlüyü kullanmaya çalıştık, ama o kendini kullandırtmadı, bu iş de olmadı” diyerek “polis ya da istihbarat mazbatasına” dönüştürülebilir.
Yani diyeceğim şu: Vaktiyle bu devlet, onu kuran “Ebedi Şefi”nin ağzından belki yüz defa “Kürt ve Kürdistan” denmesine rağmen ne Kürdü, ne de Kürdistan’ı tanımıştır. Bu, Atatürkün devlete söz geçiremeyişi yüzünden olmamıştır elbette. Atatürk sözünün “devlet kağıdına” geçmesini istemediği, yani Kürt sorununu çözmeye niyeti olmadığı için böyle olmuştur. Şimdi de durum böyledir. O nedenle Başbakanın hiçbir sözünün, eğer “kağıda” yani “devlet defterine resmi başlıklı ve mühürlü” şekilde geçmemişse, biliniz ki, hiçbir kıymeti yoktur. Belki “harbiyesi” vardır…
Ve Çandar bu “Kürdistan” sözünün Başbakan tarafından “telaffuz” edilmesiyle ilgili bir de “haber” vermiş.
“BDP dışında, hatta PKK ve BDP’ye karşıt, Barzani’ye sempatisi olan Kürtler, 2014 yerel seçimlerinden sonra Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi’ni kuracaklarını önceki gün açıkladılar.”
Bu hiç de ilginç değil. Çünkü, şu anda bu topraklarda “Kürdistan” adını taşıyan bir parti var. Kürdistan İşçi Partisi…Yani PKK…
Ve şu anda Kürtler bu partinin “Kuruluş Yıldönümünü” kutluyorlar, PKK’nin Almanya’da “yasaklanmasına” karşı büyük bir kampanya yürütüyorlar…
Kürt sorununda “tarihi” dönemeç, bilinmeli ki, bu sorunun çözümü için ağır bedeller ödeyen ve sorunun çözüm yolunu çizen bu partinin Türkiye’de kendi ismiyle ve özgürce kurulduğu gün alınmış olacaktır.
Çünkü şu anda Kürt sorununda asıl mesele, ne “Kürt”, ve ne de “Kürdistan” sözlerinin kulanılıp, kullanılmaması değildir. Bütün sözler verilse, her gün bin kere Kürt ve Kürdistan diye bağırılsa bile, hatta “bize oy verin, kimliğinizi, dilinizi, özerkliğinizi tanıyacağız” diye yüz bin kere yemin edilse bile, işin özü şudur: Kürt sorununda çözümün en temel işareti, halkın örgütlü gücünün ve demokratik iradesinin kayıtsız şartsız tanınıp tanınmayacağıdır.
Çünkü şu anda Hükümetin ağzından dökülen “güzel” sözlerin tümünün söylenmesini bu örgütlü güç ve halkın demokratik iradesi sağlamıştır. Bu güç olmadıkça, bırakalım Başbakan’ın meydanlarda seslendirdiği “sözleri”, vaktiyle Atatürk’ün yaptığı gibi ve vaktiyle Saddam’ın da yaptığı gibi, “verilmiş anayasal haklar” bile bir günde ve tıpkı Şeyh Sait katliamıyla ve tıpkı Saddam jenosidiyle olduğu gibi, geri alınır.
Güvence, halkın örgütlü gücüdür…Bu güç Rojava’da “rejimin hiçbir sözü ve kanunu” olmaksızın Kürt sorununu çözüyor…
Çandar’ın şu görüşü çok doğrudur:
“Rojava’yı Kürtlerin yönetmesine karşı çıkarsanız, Türkiye’deki ‘barış süreci’ni de sürdüremezsiniz. Zira Rojava’yı yönetmeye en yakın Kürtler ile Türkiye’deki ‘barış süreci’nin doğrudan muhatabı olanlar aynı.”
Evet, sorun Kürdistan’ı “sömürgeciler ve işbirlikçileri mi, yoksa Kürdistan halkları mı yönetecek” sorunudur ve mücadele özünde budur…
Ey Türkler, siz “mandacılığa” neden karşı çıkmıştınız? Ve Amerikan mandasında “tüm haklarınızın verilmesi” vaatlerine rağmen neden silaha sarılmıştınız?