Nevşehir firarilerinin hikâyesi
Nevşehir firarilerinin hikâyesi
Nevşehir firarilerinin hikâyesi
Bingöl Cezaevinden dün 18 tutsağın firarının siyasi politik anlamı kadar, tutsakların o tüneli nasıl kazdıkları, nasıl örgütlendikleri ve onca toprağı nasıl sakladıkları gibi ayrıntılar insan iradesini zorlayan hikâyelere konu olacaktır.
Tıpkı onlar gibi 1993’te de Nevşehir’de 18 tutsak filmleri aratmayan bir öykü ile kaçmayı başarmıştı.
Hikaye Serhat yaylasında başlıyordu.
Soğuk, karanlık ve keskin bir gecede suyun öte tarafındaki uzak köylerden gelen beyaz yün çorap giyinmiş, cephane ve kuşak kuşanmış, kefiye sarınmış iki gerilla ard arda yürüyordu. Ayakları, sakalları buz tutmuş, soğuktan elbiseleri tahta kesilmiş bu iki yolcu Malazgirt ovasındaki Okçiyan köyünün evlerinin arasından süzülüyordu.
Köpek havlamaları, çakallar gibi kulaklarını sese dikmiş ‘ajanları’ uyandırmış olmalı ki, biri onları fark etmişti.
Geçtikleri evde, ev sahibi gece birkaç defa dışarıyı kontrol etse de bir ara uykuya daldı. Uyandığında penceredeki perde niyetine kullanılan bezi araladığında insan karartıları ve ışıklar gördü. Emin olmak için kapıyı aralayıp baktığında ise artık emindi.
Yavaşça geri dönüp Çiya’nın omuzlarına dokundu.
Çiya gözlerine açtığında başında duran ev sahibinin ne demek istediğini anlamıştı. Yerinden kalktı, silahını alıp pencereye uzandı ve kısık bir sesle ev sahibini uyardı.
Askerler kapı önlerinde evlerden birer birer kadın ve çocukların çıkışını izliyordu. Böyle durmalarının sebebi “iyi günlerinde” olmaları değil, köylülerden evdekiler hakkında bilgi almak istemeleriydi.
ÇANTALARINDAKİ MERMİLERİ ÇIKARDILAR
Çiya silahının emniyetini açmış bekleyişteydi. Çantasındaki cephaneliği kontrol etti ve daha önce yarım olan şarjörünü palaskasından çıkarıp doldurdu. Agit’e cephanesini sordu. Genç savaşçı gerillacılık hevesinden beline 6 şarjör iki de el bombası bağlamıştı. O kadar yeni ve heyecanlıydı ki palaskası yetse daha fazlasını alacaktı. Çantasında 150 yedek mermi vardı. Cephanesi vardı olmasına ama, daha ne savaş tecrübesi vardı ne de bir askeri eğitimden geçmişti.
Her iki gerilla da artık burada savaşmaları gerektiğini biliyordu. Ev kalın taş duvarlarla örülmüş, tandırlık ve hayvanların kaldığı barınağa açılan ara kapıları ile doğal bir kale gibiydi.
Askerler gerillanın ilk ateşi ve saldırısıyla paniğe girmiş ve yeni takviye istemişlerdi. Türk ordusu henüz gerillaya karşı savaşta pek deneyimli değildi. Korkuyla koşturup, bağrışmalarıyla silahlardan daha çok gürültü çıkarıyorlardı.
Çatışmalar gün boyunca aralıksız sürdü, öğle saatlerinde bir ara iş makineleri çağırıp evi yıkmaya çalışsalar da, Çiya kepçenin üzerindeki sürücü ve kenarındaki askeri vurarak saldırıyı püskürtmeyi başardı.
HERKESİN İÇİNDE BİR FIRTINA KOPUYORDU
Çatışmanın sürdüğü iki gün boyunca her insan bir hikâye, bir efsane yaratmıştı. Asker ve polisler iki Kürt savaşçının direnişi karşısında paçavraya dönmüş, karakolun önünde endişeyle nöbet tutan polislerin başları önlerine eğilmişti.
Çiya çantasındaki son mermileri çıkarıp önce kendi şarjörünü sonra da Egit’inkini doldurdu. Daha şarjörlerini dolduruyorlardı ki, yan tarafa düşen büyük bir top mermisiyle sarsıldılar.
Daha ilkinin sarsıntısı bitmeden ikinci mermi hayvanların bulunduğu bölüme düştü. Ev top sesleri, can çekişen hayvan bağırtıları ve köpek havlamaları ile damdan dökülen toprak, tandırdan yükselen küllerle küçük bir cehenneme dönüşüyordu. Egit’in küçük mevzisi de taş toprak altında kalmıştı. Çiya genç savaşçıyı taşların arasından çıkarmaya çalışırken elleri kan içinde kalmıştı. Ona bir şarapnel parçası isabet etmiş ve neredeyse tüm organları yanına dökülmüştü. Genç gerilla artık konuşamıyordu.
Bir süre sonra Çiya da, ön tarafa geçmeye çalışırken ayağına aldığı mermilerden dolayı gözleri karardı ve düştü. Ayağını bağlamasına rağmen çok kan kaybetmişti.
MALAZGİRTLİ AGİT
Malazgirt ovası küçük dalgalanmalar olsa da, arkası yokmuş gibi uzanır. İçinden geçen ve yılan gibi kıvrılan Murat nehri ile diğer irili ufaklı derelerle hayat bulur. Ova kışın beyaza bürünür, baharın yeşile çalar. Yaz geldiğinde sarı başaklarla dolan ovada ırgatlar, makinalar çalışır da bitiremez bereketini.
Agit Malazgirtliydi daha iki mevsim önce Murat suyuna girmişti. İnsanın üzerinde doğduğu, oynadığı sevdiği toprakları zorbalara, sömürgecilere, hırsızlara, açgözlülere karşı korumaktan daha güzel ne olabilirdi.
Daha 20 yaşındaydı, 8 ay önce gerillaya katılmıştı. Genç olmasına rağmen yapılı yağız bir delikanlıydı. Malazgirt halkı onun tabutunu omuzlarına alıp arkasında yürüdü. Onu köyüne doğup büyüdüğü, oynadığı sokaklara götürüp her bahar yeşillikler ve çiçeklere bezenen küçük bir yamaca gömdüler.
Herkesin mezarına gidenler zamanla azaldı ama Agit’in, Agit gibi nice gençlerin mezarına gidenler çoğaldı, çoğaldı; hep çoğaldı.
Çiya Kobani ise o çatışmada esir düştü. Yaklaşık bir ay süren işkence ve sorgulardan sonra Erzincan cezaevine götürüldü. Burada diğer PKK’li tutsakların yardımıyla yaralarını iyileştirdi ve 2-3 ay sonra yaşanan depremin (1992 Erzincan) cezaevinde yol açtığı hasardan dolayı diğer tutsaklarla birlikte Nevşehir cezaevine nakledildi.
YAŞLI ADAMIN SIRRI
Bir gün yaşlı bir adam Çiya’yı ziyarete geldi. Malazgirt’ten kan davasından dolayı taşınmak zorunda kalan yaşlı bir köylüydü. Çiya’nın Malazgirt halkı üzerinde bıraktığı etkiyi bildiği için ondan bir istekte bulunmaya gelmişti. Yaşlı adam bu devrimciden kan davasının bitirilmesi için arabulucu olmasını istiyordu. Çiya bunu kabul etti. Bir süre sonra her iki aileyi çağırarak aralarındaki husumeti giderdi ve barıştırdı. Kırşehir’de yaşayan yaşlı adam bu olaydan sonra devrimcilerden çok etkilendi ve sık sık ziyarete gelmeye başladı.
Çiya ziyaretlerden birinde yaşlı amcadan dışarıdan cezaevinin fotoğraflarını çekip çekemeyeceğini sordu. Hayat tecrübesiyle Çiya’nın ne için bunu istediğini anlayarak, “Heval dışarıdan cezaevinin fotoğraflarını çekebilirim. Bir de ben bu cezaevinin inşaatında çalıştım yanımda buranın krokisi var, ayrıca toprak ve taş yapısını da biliyorum. Eğer isterseniz bir tünel kazıp kaçabilirsiniz” dedi. Çiya’nın arayıp ta bulamadığı bir cevaptı bu.
Fotoğraflar ve kroki kısa bir süre sonra geldi. Cezaevindeki tutsaklar enine boyuna tartışlar ve sonunda karar verdiler; tünel kazılacaktı.
Bu arada Kendilerini yaptıkları bir bıçak ve demir çubuğun yanında küçük bir matkap ve testereyi de temin etmeyi başardılar.
ATATÜRK BÜSTÜ İŞE YARADI
Çalışmaya koğuşun içinde yatakhaneden mutfağa inen merdivenin altından başlanılacaktı.
Önce kazılan yere tam oturacak çevresiyle uyumlu bir beton kapak yapıldı. Bunun için çimento ve Atatürk’ün büstünün çevresinden ayıklanan çakıl taşları kullanıldı.
İlk günlerde yapılan kazıdan oluşan toprak eski elbiselerden yapılmış küçük torbalara konup ranza altlarına ve yatak içlerine yerleştirildi. Daha sonra idareye başvurarak havalandırma bölümünün tabanının bozuk olduğunu söyleyerek, insanların top oynarken düşüp bir yerlerini yaraladıklarını söyleyerek onarılmasını istediler. İdare bunu kabul edince onarma işini kendilerinin yapabileceğini ilettiler. Bu da kabul edilince işe koyuldular.
Her seferinde biri işin başında bekleyen gardiyanı pinpon oynamaya götürüyordu. Diğerleri yataklara sakladıkları onlarca torba toprağı havalandırma sahasının altına serpiyordu. Yine kazıldıkça çıkan toprağın bir kısmı da kumla birlikte betona karıştırılarak tabana dökülüyordu. Hatta burada o kadar fazla toprak kullanılmıştı ki daha sonra ki aylarda yağmur yağıp tutsaklar havalandırmada volta atarken toprak eriyor taban yeniden bozuluyordu. Durumun idare tarafından anlaşılmaması için de havalandırma volta atma çeşitli gerekçelerle yasaklandı. Havalandırma alanı bir süre sonra tamamlanarak kapatıldı.
Ancak zaman ilerledikçe çıkan toprak yeniden sorun oldu. Toprağın saklanması için her yer değerlendiriliyordu. Boşalan yatakların içine, merdivendeki korkuluk borularından sandalye ayaklarına kadar buldukları her yere toprak sıkıştırmışlardı. Yine tutsaklara ait elbise dolaplarının arkalarına içerden birer bölüm yapılarak içine toprak sıkıştırılmış ve üzerine de çeşitli fotoğraflar yapıştırılmıştı.
TÜNEL BAŞLADIKLARI YERE DÖNECEKTİ
Ancak bir gün kazı yapan birim bir duvarla karşılaştı. Duvar oldukça sert ve kalındı. Cezaevi krokisine göre o hatta böyle bir duvar yoktu. Duvarla bir hafta uğraşmalarına rağmen aşamayınca herkeste bir şüphe uyandı. Bunun üzerine dışarından bir pusula istendi. Pusulayla yapılan çalışmalardan sonra kazdıkları tünelin bir daire çizerek ters yöne döndüğünü gördüler. Tünel kazıldıktan 7-8 metreden sonra yanlış gitmeye başlamış neredeyse 30 metreden fazla yanlış yöne dönmüşlerdi. Umutlar bir anda zayıflamıştı.
Ancak pes etmediler. 7’inci metrede toprak biraz daha geniş kazılarak bir istasyon oluşturuldu. Ve doğru yöne doğru kazmaya devam ettiler. Çıkan toprak da yanlış yönde olan tünele dolduruldu.
Tünel ilerledikçe hava sorununun giderilmesi için valiz, çantalardan bir tulum yapılmış ve ayakkabı boyası tüplerinin başlıkları kullanılarak basit bir havalandırma körüğü geliştirilmişti.
FRANSIZ YAZAR CHARRİERE’İN KELEBEK’İNİ ANDIRIYOR
Çalışmaya katılanların tümü her akşam durum değerlendirmesi yapan bir toplantı gerçekleştiriyordu. Onlar tüneli roman, metre, sayfa, kazma; okuma, gibi şifreli sözcüklerle ifade ediyordu.
Uzun bir aradan sonra dışarıdan biraz beyaz kumaş ve beyaz çamaşır istendi. Yine fazla dikkat çekmesin diye içerdeki uygun elbiselerin bazıları çamaşır suyuyla yıkanarak beyazlatıldı. Beyaz kumaşlardan karın içinde kamuflaj sağlayacak elbiseler dikildi. Bunlara beyaz eldiven ve ayakkabı örten parçalar da eklendi. Yüz ve kafa kısmı için de beyaz maskeler yapıldı.
Bu firar Ünlü Fransız yazar Henri Charriere’in kendi gerçek hayatını anlattığı ünlü kitabı ‘Kelebek’te (Papillon) kürek cezasına mahkum olmuş bir tutsağın özgürlüğü için verdiği mücadeleyi hatırlatıyordu.
8 aylık bir çalışmadan sonra kazı grubu şişle yukarı doğru vurdu. Tünelin içine ince bir ışık haznesi düştü. Tutsaklar küçük bir iki kaşık ve bir demir çubukla 65 metre uzunluğunda bir tünel kazmıştı. Tünelin ağzı cezaevinin yakınlarından geçen toprak yolun 10 metrelik şarampolüne çıkmıştı. Tutsaklar pusula ve kaba ölçümleriyle tünelin istedikleri çıkış noktasına varmasını sağlamışlardı.
33 tutsağın çıkışına karar verilmişti. Çıkış 15 Şubat gecesi gerçekleşecekti. Ancak tutsakları karşılayacak olanlar bir gün erteleme istedi. Bir gün sonrasında ise cezaevinde genel arama günüydü. Tutsaklar buna da çare buldular. Tüm koğuşlar böcek ilacıyla ilaçlanarak cezaevi idaresine temizlik yaptıkları için koğuşların aramaya uygun olmadığını söylediler. Böylece arama ertelendi.
MAÇI ONLAR KAZANDI
16 Şubat 1993 gecesiydi. O gün televizyonlarda Türkiye birinci ligi için önemli bir futbol maçı vardı. Gardiyanlar, tutsaklar herkes televizyon karşısındaydı.
O saatlerde Çiya Kobani’nin de bulunduğu bir grup devrimci kazdıkları tünelin kapağını açıp içeri girmeye başladılar. 65 metrelik tünelde süründükten sonra yolun kenarındaki çukura çıktılar. İlk etapta tünelden 10’a yakın kişi çıkıp şarampolün altına doğru yuvarlandı. Çıkanlar hemen yanlarında getirdikleri beyaz elbiseleri giyiyor hızla sürünerek uzaklaşmaya çalışıyordu. Hemen arkalarından gelen 6 kişi daha çıkmayı başarıp sürünerek uzaklaştı. Ancak tam bu sırada Cezaevi köpekleri tutsaklara doğu havlamaya ve koşmaya başladı. Dışarıdaki 16 kişi mesafeli şekilde sürünmeye devam ederken köpekler havlamayı sürdürüyordu. Ancak hala tünelde sürünerek çıkmaya çalışan tutsaklar vardı. Tutsaklardan Hakan Töhmet köpek havlamalarını duyunca paniğe kapılarak geri döndü. Arkasından gelenleri, köpeklerin kaçanları deşifre ettiğini bu yüzden herkesin imha olabileceğini söyleyerek geri gönderdi. Tüneldeki diğer tutsaklar hızla geri çekildi ve koğuşlarına geri çıktılar.
Tutsaklardan Ali İhsan Kıtay koğuşa döndüklerinde, denildiği gibi bir durum var mı anlamak için üst kata çıktı ve çevreyi dinlemeye başladı. Ancak çevrede köpek havlamalarının dışında herhangi bir hareketlilik olmadığını, olayın bir kişinin paniğinden kaynaklandığını anladı. Hemen yanına bir tutsak daha alarak tünele indi ve hızla ilerlemeye başladı.
18 TUTSAK ÖZGÜRLÜĞE ÇIKTI
Köpeklerin başlarında havladığı tutsaklar ise karın üstünde beyaz elbiselerle uzanıyordu. Cezaevi kulelerindeki nöbetçiler projektörleri köpeklerin bulunduğu yöne çevirip izlemeye başladılar. Ama beyaz elbiseleriyle kar üzerinde iyi kamuflaj olmuş tutsaklar fark edilmiyordu. Askerler alanı bir süre izledikten sonra işaret düdüklerini çalıp projektörü diğer alanlara çevirdiler. Işıkların üzerinden çekilmesiyle birlikte tutsaklar hızla harekete geçerek uzaklaştılar. Beyaz elbiselerle o kadar iyi kamuflaj olmuşlardı ki onları bekleyenlerin yanlarına varıncaya kadar fark edilmediler. Ancak Ali İhsan Kıtay henüz onlara yetişmemişti.
Aralarında Çiya Kobani ve Mehmet Çelik gibi 9’u PKK’li, 7’si Devsol, TİKKO, TDKP gibi Türkiye sol örgütlerden 16 tutsak biraz uzakta kendilerini bekleyen arabalara binerek oradan uzaklaştı.
Ali İhsan Kıtay ve bir tutsak daha onlardan sonra yola ulaşarak belli bir mesafe yürüdü. Sonra otostop yaparak bir arabaya binip uzaklaşmayı başardılar.
16 Şubat’ı 17 Şubat’a bağlayan gece DEV-SOL’dan Mürsel Göleli (Merkez Komite Üyesi) ve Mustafa Sefer, TİKKO’dan Hasan Durna (Genel Sekreteri), Erol Özel ve Gökhan Kaya, TDKP’den Hüseyin Yanç, Ali Kanar, Mehmet Zengül ve Ahmet Vurucu, PKK’den Ali İhsan Kıtay, Hüseyin Yıldırım, İbrahim Serdar, Abdullah Sönmez, Mehmet Emin Özbay, Muhammet İsa Şahin, Mehmet Çelik, Mehmet Savaş ve Yıldırım Arıcan’ın firarı ortaya çıktığında olay, devlet makamlarında büyük bir gerilime yol açtı.
Firar dönemin İçişleri bakanı tarafından kamuoyuna açıklandı. Cezaevi yönetimi ve onlarca yetkili derhal görevden alındı. Kalan tutsaklara sıkı baskı uygulandı. Başta Avrupa olmak dünya basını olayı manşetlerinden duyurdu. Devlet kaçan 18 devrimcinin fotoğraflarını tüm televizyonlara, gazete, polis ve asker güçlerine dağıttı. Ayrıca firar edenlerin resimleri ülkedeki tüm daire ve sokaklara asılarak başlarına büyük para ödülleri kondu.
Büyük gazetelerden biri “Eyvah Tünel” bir diğeri “Büyük Firar” ve benzeri manşetler attı. Köşe yazarları; devletin yıllardır Atatürk baraj tünellerini tamamlayamamasına rağmen tutsakların bir iki parça şişle tünel kazmayı başardıklarını ifade ediyordu. Bazıları “terörist kardeşler lütfen yardım edin de diğer tünel projelerini de tamamlayalım!” diyerek devletle alay ediyorlardı.
Devrimcilerden 16’sı hedeflerine sağlam ulaşmayı başardı. Tutsaklardan Ali İhsan Kıtay ise, yakalanarak yeniden demir parmaklıkların ardına gönderildi.