Özgüden: Darbeler günümüz iktidarına zemin hazırladı

Özgüden: Darbeler günümüz iktidarına zemin hazırladı

Gazeteci-Yazar Doğan Özgüden, 12 Mart 1971 darbesi öncesi ve sonrasını değerlendirdi. Öğrenci direnişlerinin 1968 Haziran’ında üniversite boykot ve işgallerine dönüştüğünü belirten Özgüden, “Gençlik mücadelesi artık yeni boyutlara ulaşıyordu. Kendini yönlendirebilecek politik otoritenin yokluğunda genç devrimciler yeni misyonlar üstleniyor. Kendi ulusal sorunlarına Türk örgütlerinin en solcusunda bile çözüm bulamayan Kürt gençleri Doğu Devrimci Kültür Ocakları’nda (DDKO) örgütlenmeye başlıyordu” dedi. Özgüden darbe öncesi ve sonrası süreci ANF’ye değerlendirdi.

12 Mart Darbesi’nin 12 Eylül Darbesi’ne zemin hazırladığını da belirten Özgüden, “Bugünkü traji-komik siyasal yaşamın temelinde işte bu 12 Mart-12 Eylül çizgisi yatıyor” diyerek sözlerini sürdürdü.

Dünya genelinde 68 kuşağı hareketlerinin Türkiye'ye yansıması nasıldı?

Avrupa'da 68 patlamasının fitilini yakan, devrimci ögrenci lideri Kızıl Rudi'nin Kurfürstendamm'da 11 Nisan 1968'de güpegündüz vurulmasıydı… Oysa Türkiye gençliği, Rudi'nin vurulmasından aylarca önce sıcak kavganın içindeydi. MHP komandoları, ümmetçiler hemen hergün bir yerde gençlere saldırmakta, gözaltı, işkence birbirini izlemekteydi. Bugünkü robocob'ların öncülleri fruko'lar Sükan'dan aldıkları yeşil ışıkla devrimci öğrenci avındaydı. Öğrenci direnişi 1968 Haziran'ında üniversite boykot ve işgallerine dönüştü. O ana kadar devrim stratejisi konusunda farklı çizgide olan gençler daha uzun ve engebeli bir mücadele yolunda bir araya geliyordu. Gençler ne istiyordu? 18 Haziran 1968 tarihli Ant'ın başyazısında şunları yazmıştım:

"İstekleri, bugün bütün dünya gençliğinin ortaya attığı isteklerden farklı değil. Halkın parasıyla okuyan gençler olarak halka dönük bir öğrenim yapılmasını, yönetimde kendilerine söz ve oy hakkı verilmesini istemektedirler. Boykot hareketleriyle bu reformların gerçekleşmesi sağlanabilir mi? Buna ilk anda verilecek cevap olumsuzdur. Çünkü, üniversite sorunlarının çözümü büyük ölçüde Türkiye'de mevcut anayasa dışı düzenin değişmesine bağlıdır. Herşeyden önce bir siyasi iktidar, bir planlama konusudur. Devletin bütün kaynakları belli çıkar çevrelerini temsil edenlerin elinde bulundukça, Türkiye ekonomisi için halka dönük bir planlama yapılmadıkça, eğitim ile toplumsal ve ekonomik hayat arasında bir armoni sağlanmadıkça 'halka dönük' bir üniversite öğreniminin gerçekleştirilmesi mümkün değildir. O halde öğrenciler, ellerini kollarını bağlayıp, düzen değişinceye kadar bekleyecekler midir? Hayır... Gençlik hareketlerinin önemi de buradadır. Üniversitedeki boykotlar, halka dönük bir eğitimin bugünden yarına gerçekleştirilmesini sağlayamayacaktır ama, böyle bir eğitimin gerçekleşmesi için gerekli toplum düzeni değişikliğinde en önemli etkenlerden biri olacaktır."

Gerçekten de gençlik mücadelesi artık yeni boyutlara ulaşıyordu. Kendini yönlendirebilecek politik otoritenin yokluğunda genç devrimciler yeni misyonlar üstleniyor. Kendi ulusal sorunlarına Türk örgütlerinin en solcusunda bile çözüm bulamayan Kürt gençleri Doğu Devrimci Kültür Ocakları’nda (DDKO) örgütlenmeye başlıyordu. Saflaşmalar giderek netleşiyordu. İşçiler 15-16 Haziran 1970'de İstanbul'u üç koldan işgal ediyor, 68 öğrenci direnişi kitlesel işçi direnişine bağlanıyordu.

12 Mart Askeri Darbesi'ne gelen süreç nasıl gelişti?

Çok değil, 12 Mart darbesinden birkaç yıl önce, 60'lı yılların ortalarında, bu gençlik liderlerinin çoğunluğu için ordu devrimci mücadelenin temel güçlerinden biriydi. Meydanlar "ordu-gençlik elele, milli cephede!" sloganlarıyla inlemekteydi. Gençlerin gözünde ordu, NATO'ya organik bağlılığına rağmen, hâlâ "Ulusal Kurtuluş Savaşı" mirasçısıydı, halkın ordusuydu. ABD emperyalizmine karşı "tam bağımsızlık" mücadelesi, işbirlikçi burjuvaziye ve onun müttefiki feodaliteye karşı "gerçek demokrasi" mücadelesi ancak bu Ordu'nun ağırlığını koymasıyla, hattâ bazıları için ordunun bu mücadeleye bizzat öncülük etmesiyle kazanılacaktı. Ortadoğu'da Baasçılığın, Nasırcılığın yükseldiği, Türkiye'de 22 Şubat'çı emekli subayların bir yandan Türkeş'le, öte yandan bazı sol aydınlarla işbirliğine giderek açıktan açığa İnönü Hükümeti'ne devirmeğe hazırlandığı günlerdi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez sosyalist mücadeleyi işçi sınıfının önderliğinde örgütlemek üzere kurulan Türkiye İşçi Partisi'nin yönetimi dahi o günlerde radikal subaylardan gelebilecek bir darbe ihtimaline "realist", hattâ "hayırhah" bakıyordu. Bu arada yaşanan bir paradoksu unutmamak gerek... Tüm dünyada 50'lı yıllarda başlayıp 60'lı yıllarda yükselen anti-emperyalist, anti-kolonyalist kavganın Türkiye üzerindeki etkisi günden güne daha da güçlenmekteydi… Nazım Hikmet'in Yön tarafından basılan "Kurtuluş Savaşı Destanı" elden ele dolaşıyordu. Destanda en çok da "Kocatepe'deki kurda benzeyen komutan" simgesi belleklere kazınıyordu. Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı yıllarında çekilmiş kalpaklı fotoğrafı elden ele dolaşıyor, öğrenci yurtlarının duvarlarını süslüyordu… Artık genciyle yaşlısıyla her devrimcinin, her ilericinin gözünde Türk ulusal kurtuluş savaşı anti-emperyalist mücadelenin öncüsüydü. 

Ne var ki, yüzyıllarca Avrupa süper devletlerinin ve ABD'nin doğrudan sömürüsü altında geri bıraktırılmış Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkeleriyle benzerlikler kurulurken, Türkiye'nin bizzat kendisinin, yüzyıllarca üç kıtada sömürgecilik yapmış, binlerce yıllık uygarlıklara sahip ulusları, halkları, etnik grupları köleleştirmiş bir imparatorluğun mirasçısı olduğu unutuluyordu. Birinci emperyalist paylaşım savaşına kadar uzanan çöküş döneminde sürekli toprak ve nüfuz kaybına uğramış olsa da, son tahlilde Osmanlı İmparatorluğu'nun da tıpkı Çarlık Rusyası gibi, Britanya Krallığı gibi, İspanya gibi, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi müstevli bir devlet olduğu gerçeği görmezlikten geliniyordu. İmparatorluğun en zayıf döneminde bile Osmanlı paşalarının Yunanlıların, Bulgarların, Ermenilerin, Arapların ulusal kurtuluş hareketlerini ezmek için, Kafklaslar'ı ve Orta Asya'yı fethetmek için Alman emperyalizmiyle işbirliği yaptığı akla dahi gelmiyordu. Dahası, bu imparatorluğun enkazı içinden doğan cumhuriyet adına Kemalizm'in yaptığı ilk işin milli burjuvaziyi semirtmek için öncelikle işçi sınıfını, yoksul köylülüğü ezdiği, tüm örgütlenmelerini yasakladığı bir türlü görülemiyordu. Hele hele Anadolu'yu tamamen Türkleştirmek, üstün Türk Ulusu'nu tek başına egemen kılmak için adına başta Kürt halkı olmak üzere Türk olmayan tüm halk ve etnik grupları misli görülmemiş bir baskı ve zulüm altında tutanın Kemalist ordu olduğu, bu baskı ve zulmün değişik biçimlerde 60'lı yıllarda da sürüp gittiği bir türlü söylenmiyor ya da söylenemiyordu…

60'lı yıllarda tüm dünya gibi Türkiye de hızla değişmekte, sanayileşmenin, hızlı kentleşmenin etkisiyle iç dinamikler hızla gelişmekteydi.  Gençlik sadece üniversite gençliğinden ibaret de değildi. Yüksek öğrenim öğrencileri sayısını da aşan çok daha büyük bir sosyal kategori, bir dinamik güç. Üniversite ya da yüksek eğitim öğrencisi olanlarla aynı yaşlarda eğitim olanaklarından yoksun milyonlarca genç işçiydi, çıraktı, kalfaydı, rençperdi, esnaftı, zanaatkârdı.  İşçi, köylü kitlelerinde, esnaf kesiminde bilinçlenmenin, örgütlenmenin yaygınlaşması, çoğunluğu bu kesimlere mensup ailelerden gelen üniversiteli gençleri de etkiliyor, bunların önemli bir kesimi sınıfsal kökenlerine uygun olarak Türkiye İşçi Partisi (TİP) ve ona yandaş Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) içinde örgütlenmeye çalışıyorlardı. Bu süreç içindedir ki, Marksist düşüncenin temel eserlerini, dünya devrimci pratiklerini tanıyorlar, içinde yaşadıkları Türkiye gerçeğini bu yeni kazanımların ışığında yeniden değerlendirmeye, tartışmaya başlıyorlardı. Özellikle Kürdistan kökenli gençlerin katkısıyla Kemalizm ve Ordu mitleri de bu süreçte yeniden irdelenip sorgulanıyordu.

Meclis'te temsil edilir olduktan sonra gittikçe pasifleşen ve parlamenter yapıya hapsolan Türkiye İşçi Partisi artık Türkiye'nin gelişim dinamiklerini yakalayamadığından, gençler giderek TİP'ten ve onun etkilediği kuruluş ve çevrelerden uzaklaşıyordu. 7 Mart 1968'de İstanbul'da patlak veren AISEC Olayları'ndan sonra, devrimci gençliğin bir bölümü FKF dışındaki ilk sosyalist gençlik örgütü olan Devrimci Öğrenci Birliği'ni kuruyordu. Ünlü 68 olayları böylesi bir ortamda patlak verdi.  

Darbe ardından Türkiye'deki ortamı nasıl tarif edersiniz?

Bence darbe öncesi ortamını dam darbe sonrası ortamını da belirleyen tarihsel 15-16 Haziran işçi direnişidir. İşçiler 15-16 Haziran 1970'de İstanbul'u üç koldan işgal edierken devrimci öğrenci hareketi de kitlesel işçi direnişine bağlanıyordu.  OYAK'ta sermayeyle bütünleşen, siyasal iradesini Demirel'in de çopçatanlığı sayesinde MGK aracılığıyla dilediği gibi dayatır hale gelen ordu artık işçiye ve gençliğe karşı net tavır koyuyor. Gençler, bir zamanlar Türkiye devriminin temel gücü, mazlum ulusların anti-emperyalist mücadelesinin öncüsü olarak gördükleri Ordu'nun gerçek sınıfsal niteliğinin iyice açığa çıkması karşısında, belki de bir yerde ihanete uğramış olmanın hışmıyla kendi "ordu"larını, kendi "cephe"lerini kuruyorlardı. Kemalist ordu işte bunu asla affetmedi. Halk kurtuluş ordusu kuranları, hiç cana kıymamış olsalar da, sehpaya gönderecek, halk kurtuluş cephesi kuranları 30 Mart 1972'de olduğu gibi bomba ve kurşun yağmuruna tutarak katledecekti.

Kürt hareketinin de nüvelerin de çıkması aynı zamana denk geliyor. O dönemdeki Türkiye devrimci hareketi liderlerinin Kürt sorununa yaklaşımı ile bağlantısı var mı?

Kürt hareketi tüm cumhuriyet tarihi boyunca uğradığı sayısız ihanetlerden sonra ilk kez Türkiye İşçi Partisi saflarında kendi ulusal ve kültürel istemlerine bir yanıt arama çabasına girmişti. Doğu mitingleri bu arayışın kitleselliğe dönüşmesinin somut adımlarıdır. Ama TİP'in de kısa sürede belli iç hesaplaşmalar nedeniyle hızla güç kaybetmesi, Kürt ulusal hareketini de haklı olarak yeni örgütlenme ve mücadele yolları aramaya yöneltti. Devrimci Doğu Kültür Ocakları'nın kuruluşu bu planda bir dönüm noktasıydı. Gerçi TİP'in 4. Büyük Kongresi'nde Kürt delegelerin dayatmasıyla kabul edilen karar tasarısı önemli bir adım olmuştu ama, bu neredeyse bir yasak savma jestiydi. Artık Kürt halkı kendi kaderini kendi belirleme aşamasına giriyordu. Askerlerin darbesi aynızamanda bu tarihsel gelişimi kaba kuvvetle engelleme girişimiydi.

12 Mart darbesi, 12 Eylül ve daha sonra yaşananlara zemin yarattı mı?

Kuşkusuz evet... Aslında 12 Mart. 12 Eylül darbesiyle uygulamaya konan NATO'cu, Amerikancı, ultra-nasyonalist büyük baskı senaryosunun bir ilk provasıydı. Örneğin 12 Mart sonrasında Meclis'in açık bırakılması, bazı sendikal ve demokratik örgütlerin kapatılmamış olması, militaristler açısından affedilmez bir hataydı. 12 Eylül'de bu hata tamir edilerek gerçek bir totaliter sistem kuruldu...

Türkiye'de şu anda iktidar ya da muhalefet  için zemin sundu mu? Bugün AKP'nin de temelini aldığı siyası oluşumlara zemin oldu mu?

Bugünkü traji-komik siyasal yaşamın temelinde işte bu 12 Mart-12 Eylül çizgisi yatıyor. Denebilir ki, en azından MGK düzenlemeleriyle. Orduda belli tasfiyelerle, Ergenekon operasyonlarıyla darbeci militaristlerin süngüsü düşürüldü. Bence süngü dimdik duruyor, militarizm düne kadar Kemalist olageldi, yarınlarda İslamist olmayacağının hiçbir güvencesi yok. Türkiye halklarının bu prangasını ancak Kürt ulusal direnişinin ve Türkiye sol güçlerinin siyasal planda ilkeli, temel demokratik istemlerden asla ödün vermeyen kararlı direnişinin kırabileceğine inanıyorum.